TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Şirinlerin Dünyası

“Hocam kafanızı karıştırmaya geldim.”

Sesle beraber açılan kapıdan içeri dolan, Bilade’nin gülen yüzüydü. Asık suratlı görünmesine alışıkken böyle bir gülümseme takmışsa yüzüne arkasında bir şeyler var, demekti. Daha doğrusu bu ifade, çoğunlukla, o konuşacak ben dinleyeceğim, demekti.

‘Beni uyandırıyor hocam bu meret’ dediği acı kahveyi pek sevmememe rağmen, onunla beraber içmem gerektiğini düşünür, gelir gelmez çaycı hanıma siparişimi verirdim. Yine öyle yaptım. Onun deyişiyle ‘iki gâvur kahvesi’ söyledim. Bir garip adamdı, Bilade. Şu koca kurumda konuşabildiği, dertleşebildiği kaç kişi vardı ki dostum, arkadaşım diyebileceği?

O kendi işinden, daha doğrusu işindeki sıkıntılarından, ben de benimkilerden konuştuk, kahveler gelinceye kadar. Söz döndü, dolaştı, her zaman olduğu gibi memleket meselelerine geldi. Gündemdeki konuları, öncelikli sorunlarımız olmadığını bildiğimiz halde, nasıl olup ta herkesin konuştuğuna, bilir veya bilmez yorumladığına, hatta taraf oluşuna bir anlam bulmaya çalıştığını anlattı, uzun uzun. “Senin Şirin’den farkımız yok be hocam” dedi, Bilade. “Ne yapıyorsun sen?” diye sorduktan sonra, ağzımı açmama bile fırsat vermeden cevaplamaya başladı: “Şirin’in yemini veriyorsun, suyunu içiriyorsun. Kapıyı, pencereyi örttükten sonra, arada bir kafesin kapağını açıp dışarı salıyorsun. O ne yapıyor? Ürkek adımlarla kafesin kapağına geliyor, etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra başlıyor uçmaya. Odanın içinde gürültüyle bir tur attıktan sonra ya tekrar kafesin üzerine geliyor ya da odada başka insanlar olmasına rağmen senin başına, omzuna konuyor. Yani kendisini kafese kapatana bağlılığını ilan ediyor. Kuş beyinli işte!”

-Kuş beyinliymiş!

“Bizim iyiliğimiz için kanunlar çıkartılıyor, eli kolu bağlanan biz oluyoruz. Hayat seviyemizi iyileştireceği söylenen yapılar yükseliyor, biz küçülüyoruz. Geniş yollar, ferah parklar çoğalıyor, biz siniyoruz. Cisimler ışıltıyla parlarken, ruhlarımız çelişkiler dünyasının karanlığında boğuluyor. Kim, tüm bunların sebebi?”

-Kendin bir şey yapma, ona buna çamur at. Oh, ne âlâ. Kuş beyinliymiş!

Derin bir soluk aldı, daha doğrusu iç geçirdi. Kahvesine baktı, bitmediğini görünce bir yudum daha içti. Akşamın alaca karanlığı basıyordu. Mesaimiz bitmek üzereydi. Önüne o gün yazdığım makalemi uzattım, hem okuması hem de biraz susması niyetiyle.

-Ben Şirin’in yemeğine takviye yapıp, suyunu bırakayım, dedim. O yarın ki gazetede yayınlanacak makalemi okurken, ben Şirin’le uğraştım. Bu arada da ekledim:

-Ama ben Şirin’i çok seviyorum...

Gülümsedi, cevap verecek gibi oldu vazgeçti, okumaya devam etti.

-Çok seviyormuş! Sen kendini seviyorsun. Seninki hayvan sevgisi değil ki! Sen ve senin gibiler, her dediğinizi yapanları, size hiç itiraz edemeyecek zavallıları seviyorsunuz, adına da hayvan sevgisi diyorsunuz!

Bakalım beğenecek mi yazdıklarımı diye göz ucuyla Bilade’ye bakarken, yavaş yavaş çıkış hazırlıklarımı yaptım. Bir şey söylemez ama belli ederdi mimiklerinden, beğendiğini veya hoşlanmadığını. Aslında gazeteci değildim. Zaten kim gazeteciydi ki? Herkes yazıyordu, ben de yazarak rahatlayayım dedim, kendi kendime. Son zamanlarda yaşanılanlar karşısında belki sesimizi duyan birileri olur, milleti uyarmalı, diye düşündüm. Olan biteni önemsizleştirmek isteyenlere; paronaya ya da şizofrenik bir bakış diye alaya alanlara karşı, ilerleyen senaryonun devamında olabilecekleri, ülkenin ve milletin başına gelebilecekleri, söyleyelim istedim. Çünkü zaman gerçekten milletin aleyhine işliyordu. Dünyanın kaderini ellerinde tutanlarla, onların memleket içindeki uzantıları, insanlığı çağdaş birer köle yapma yarışındaydılar.

“Kültürümüzü etki altına alarak sömürüyü kolaylaştırmanın bütün yollarını deniyorlar. Tüketim toplumu olmanın önündeki en büyük engel olan dini ve dili, kendi ölçülerine uydurmak ve bunların belirlediği hayatı denetimlerine geçirmek için ne gerekiyorsa, behemehal yerine getiriyorlar. Tüketim ekonomisinden beslenen basın ve yayın organları vasıtasıyla, halk, çağdaş birer birey olmaları yolunda bilgilendiriliyor! Kimi zaman sözde bilim adamı, siyasetçi, sporcu ya da sanatçı denilen taklitçiler yoluyla, kimi zaman da bilinçli hazırlanmış moda ve eğlence programlarıyla benliklerin değiştirilmesine çalışılıyor. Millet, yeme içme adabından, konuşma biçimine kadar başka bir hayat tarzının içine sürükleniyor. Düşünmesine, sorgulamasına fırsat bırakılmadan tatlı sert tüketmeye zorlanan ve üretmeyen bir toplum, en büyük değer yargısı bireyler üzerinden sağlanan menfaat olan çağdaş dünyalılar için biçilmiş kaftan. Kendilerine yakınlaşan kişi ve toplulukları, her açıdan, özellikle iktisadi güçlerini ve toplumdaki durumlarını üst düzeye ulaştırarak, imrenilenler olmasını sağlıyorlar. Böylece sömürü düzenlerine hizmet eden, sadık kullarının sayısını çoğaltıyorlar. Bütün bu olanlar karşısında suskun kalmayı, şeytanla işbirliği yapmakla eşdeğer görenler,- ben ne yapabilirim?- sorusunun cevabını, aramalılar…”

-Hıh! Sanki kendi bulmuş ta başkalarına salık veriyor!

Yazımın son kısmını niye sesli okudu, merak ettim doğrusu. Ama nasıl olsa bir şeyler söyler diye sabırla bekledim. Okumayı bitirdikten sonra önce Şirin’e sonra bana baktı.

“Aramalılar,” dedi sustu. Tekrar, “aramalılar hocam,” dedikten sonra pencereden, sıra sıra dizilmiş bekleyen beyaz araçlara bakarak gitme vaktinin geldiğini söyledi. Kafasından geçenleri söylemek yerine böyle ilgisiz bir söz söylediğini düşündüm. “Doluşalım otobüslere, gidelim evimize” dedi, vedalaştık ve gitti. Şirin’in gönlünü okşayıcı birkaç güzel sözden sonra, onu kafesine kapattım ve ben de çıktım.

-Beni seviyormuş… ‘Kendine iyi bak kızım, yarın görüşürüz’ dedi ve gitti. El insaf! Bu nasıl sevgi? Bu karanlık yerde, beni bir başıma bırak git, sabahlara kadar gelme! Şimdi birazdan, temizlikçiler girer odaya. Şakır, şakır kilit açılır, pat küt çöp kovaları boşaltılır, o oraya, bu buraya çekiştirilir. Demezler ki; Şirin ürkebilir, korkabilir, biraz dikkat edelim. Beni Seviyormuş! Peh! Sevgiye bak! Uçmak isterim; kafesin kalın ve soğuk parmaklıklarına çarparım. Konuşmak isterim; ben söyler, ben dinlerim. Yemi ve suyu koydu gitti ya, her şey tamam onun için. Şirin yer değil yuva ister, bilmez ki! Ah bu insanoğlu… Hele şu arkadaşı! Gelir gider aynı lafları söyler. Be adam önce sen git kendi hayatını bir düzene sok. Sana ne düzenden, düzene kul olmuşlardan. Önce sen insan olmayı başar da ondan sonra başkasına ahkâm kes. Oh, özü höpürdete höpürdete kahvesini içiyor, keyif çatıyor, arada bir de bilmiş bilmiş bana bakıyor. Sanırsınız ki beni düşünüyor. Nerdee? Yok Şirin’den farkları yokmuş, yok kuş beyinliymiş? Ne boş laflar Ya Rabbim! Ne sanıyor bunlar kendilerini? Hadi siz kendinizi kendi ellerinizle, darlığa, yokluğa mahkûm ediyorsunuz, bizden ne istiyorsunuz? Ömrünüz boyu çalışıp, kendinizi konudan komşudan, eşten dosttan, havadan topraktan ayıran evler alıyorsunuz, hapishanede yaşarcasına yaşıyorsunuz diye bizi de kendiniz gibi mi sanıyorsunuz? Amaan, güle güle gidin. Alın çantalarınızı, siz de akşamları insan yutan, sabahları insan kusan homurtulu beyaz canavarlara doğru akıp giden güruhun içine katılın…

Eyvah! İşte, biri daha giriyor içeri. Bitmez bu gece bitmez… ‘Güvenlikçi’ dedikleri gölgeden nem kapanlardan biridir, kesin. Yavaş aç be adam şu kapıyı, insan ol biraz… Evet, o. Tek gelir her zaman ama yanında görünmeyen biri daha var. Elindeki karaltıdan gelir sesi. İşte yaklaşıyor. Allah’ım dokunmasa bari… Eyvah, ah salladı yine kafesi... Zalim bunlar zalim.

- Zzıt. Merkezden gezici üçe. Merkezden geçici üçe. İntikal ettin mi la? Zzıt.

- Zzıt. Evet, amirim. Guşmuş, guş! Zzıt.

- Zzıt. Aynı guş mu la? Zzıt.

- Zzıt. Evet, amirim. Hep okuyan yazan bir herif var ya onun guşu işte. Aynı, aynı. Zzt.

-Yavaş ört şu kapıyı. Ahh! Yine çarptı. İnsan oğlu insan! Her gün aynı sahneyi yaşıyorum, buraya geldiğim günden beri. Herkes gittikten sonra biri gelir, kapıyı açar içeri bakar, gider sonra başkası gelir, yanındaki görünmez adamla. Görünmez olan illa ki soracak, ne gördün diye, öbürü de her zaman cevap verir, alık alık. Dese ya sen de buradasın, ben de buradayım, niye bana sorup duruyorsun diye. Yok, demez. Akıl sır ermez şu insanların işine. Kul etmiş kendini, avucunun içindeki karaltıya! Guş imiş!.. Adımızı bile bilmiyor daha. Yok, yok hepsi aynı bunların. Bizimki yuvasında mışıl mışıl uyur, ben burada yoldan geçen ışıkları sayarım. Bir de korkularının mahkûmu olmuş bu tacizcileri beklerim, diken üstünde. Neymiş, beni seviyormuş… Peh!..

AHMET KÖMEÇOĞLU - 1964 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Gazi Üniversitesi TEF Elektrik-Elektronik Bölümünü bitirdi. TRT’de Kurgucu olarak çalıştı. Avrupa’da Bir Sultan, Yayla Yollarında, Su Perisi Kayıklar, Sivas Kangal Köpeği, Ferhunde Hanım ve Kızları, Ankara Tiftik keçisi, Van Kedisi, Ankara Kedisi gibi pek çok drama ve belgesel programının kurgusunu yaptı. TRT Türkmenistan Temsilciliğinde üç yıl süreyle Türkmen Diyarı isimli haftalık programın yapımında yer aldı. Kırk dört bölümlük Avrupa’da belgeselinin danışmanlığını yaptı. Bir Çay İçiminde Türkmenistan kitabını yazdı.