" Yedi kişiyiz" dedi babam kasketi elinde, önündeki kâğıda bir şeyler yazan adama bakarak.
"Hepimiz de iş görür vaziyetteyiz. Benle beraber altı da horanta." Bizi gösteren eli sesiyle birlikte havada asılı kaldı. Sonra da yazı yazan adamın önünde toprağa bakarak beklemeye başladı. Yorganımız, döşeğimiz, babam, biz, pazen entarim hep beraber ses etmeden beklemeye devam ettik.
Başımı kaldırmadan siyah lâstik ayakkabılarımın üzerindeki tozları incelemeye başladım. Lastiğimin karalığını hiç beğenmedim yine. Yazın yakar, kışın dondururdu ayağımı bu kara lastikler. Babam şehirden alıp bana getirdiğinde de beğenmemiştim hiç ama ses de etmemiştim. Bizim oralarda babaya ses edilmezdi. Anam öyle diyordu bana ve ablalarıma. Kendi de hiç ses ediyor muydu babama. Yok etmiyordu, öyleyse ben de etmemeliydim. Başka kızlar da seslerini örtmeliydi. Usulca ayağımdaki lâstiği toprağa sürttüm, yere eğilmeye çekinerek iplerine baktım. Karalığını bir parça örtsün diye ablamın çeyiz ipliklerinden kırmızı ile mor menekşeyi birbirine katıştırıp ayakkabımın bir köşesine ipliklerden süsler yapmıştım. Diğer kara lastikler gibi dursun istemiyordum. On üç yaşımın iç şenliği idi bu. Annem kızacak, babam fark edecek diye de korkup hep arkalarından yürüyordum ve hiç ses etmiyordum. Okuldan alınıp tarlaya götürülürken de ses etmemiştim. Son dersimde defterimin kenarına kırmızı çizgilere tutturulmuş mor menekşelerden kenar süsleri çizmiştim. Zil çaldığında, bir daha bu sıralarda oturamayacağımı bildiğimden hiç istemeyerek çıkmıştım okulumdan ve içim yanarak eve dönmüştüm. Kaç defa dönüp dönüp okuluma bakmıştım.
Kırmızı, bizim buralar,
Mor menekşe bendim.
Mor menekşe öğretmenimin sesiydi. Diğer kadınlar bir olup:
"Kadın başıyla ne işi var buralarda?" diye konuşurlarken, ben öğretmenimin tatlı
sesini çoktan sevmiştim. O, bizim buralardan değildi. Üzerimde ablamın artık ona küçük gelen pazen entarisi, başımda arkadaşım Hatça'nın evlendirilirken çocukluğunun çeyizinden çıkarıp bana verdiği sarı tülbendi vardı. Kırklarımız birbirine karışmış, birlikte büyümüştük. O, babası yaşındaki adamın koynuna, erkek çocuk doğurmak üzere verilirken, ben defterlerimden kitaplarımdan koparılıp pamuk tarlalarına sürülmüştüm. Sarı uçuk benizli çocukluğunu bohçasına koyup Hatça, kuma olmuştu bir başka kadına. Ses etmemişti on üç yaşındaki çocuk bedeninin, babası yaşındaki adam tarafından öldürülmesine. Ses etmiyordum pamuk tarlalarına ama ben mor menekşeyi kırmızıya katıp bir de saç ipi yapmıştım saçlarımın örgüsüne.
Benden iki yaş büyük ablam, her sene pamuğa sürülür, yaz bitimi eve dönerdi babamlarla. Ben hep sorardım:
"Abla, oralar nasıl az anlatsana." Ablam anlatırdı:
" Henüz hava aydınlanmadan gideriz beyaz pamukları toplamaya. Bembeyaz yumuşacıktır pamuk. Hiç hissetmezsin ağırlığını. Tek tek toplar hafif beyazları belindeki torbaya koyarsın. Sonra torbayı boşaltır. Yeni baştan toplamaya koyulursun. Hava kararınca da dönersin çadırlara.”
Ben dinler, ablama tekrar sorardım:
"Abla oraların yolları da kırmızı mı bizim buralar gibi? Güneş ne renk? Gök mavi mi? Sular nasıl akar?" Ablam anlatırdı:
"Pamuğu ne kadar hızlı toplarsan o kadar çok çuvalın olur. O zaman babam memnun kalır ve dönüş yolunda çarşıdan sana bir tülbent alır. Döner gelirsin köyümüze.” Hayal edemezdim bembeyaz pamuk tarlalarını. Ablam o yıl Hatça'nın ardından karşı köye gelin gitmişti. Kına gecesi anam, ablamın boynuna sarılıp ağlamıştı. Sonra:
"Kızım! " demişti " Artık kocan senin her şeyin. Anan da atan da o. Ne derse yap. Sözünden çıkma. Ak yüzümüzü kara eyleme." Ablam bana hep beyaza düşen gün karasını anlatmıştı, annem yüz karasını. Amcamın kızının yüz karasını, amcam oğlunun ormanda tek kurşunla temizlemesini anlatmıştı hep.
Kırmızı, bizim buralar.
Mor menekşe bendim.
Mor menekşe amcamın kızıydı.
Hatça’ydı…Ablamdı…
Babam buraya gelirken ablamın başlık parasına pamuktan kazanacağı parayı da katıp tarla alacakmış. Bir dahaki yıl gelmeyecekmişiz buralara. Artık kendi tarlamız olacakmış. Çalışmayacakmışız başkasının işinde. Kendi tarlamızı sürüp ağalar gibi yaşayacakmışız. Beni de iyi bir başlık parasına verirlerse...
Babamla anam bunları konuşurken, ben öğretmenimin anlattığı büyük şehirleri düşünürdüm. Evin içindeki çeşmelerden akan suları içer, eşiyle kitap okuyan kadını hayal ederdim. Sessizce hayal ederdim. Şehrin yollarına çizilen çizgiler beyazmış. Bizim buraların yolları kırmızıya bulanırdı hep. Okuldan alınırken de babama korkudan itiraz edememiştim. Kim bilir azıcık bağırsam babam beni dinler miydi yoksa amcamın oğlu beni de götürür müydü ormana bağırdım diye? Belki de acırdı bana. Kim bilir?
İlk kez düşmüştü yolum pamuğa. Babam, havada kalan eliyle ezilmişliğini toplayıp cebine koydu usulca. Yazan adam başını kaldırmadan:
"Şu yana geçin, sayacam!" dedi.
"Adın ne senin?"
"Cabbar Eğilmez, altı da horanta."
"Geçin şöyle. Oyalanmayın. De haydin sayılacak daha çok işçi var. Bir, iki,üç..."
Adam bizi saydı. Sayıldım. Bana üç dedi. Şöyle bir çaktırmadan omuzlarımı dikleştirdim. Anam böğrümü çimdikledi sessizce. Çimdik canımı acıttı, omuzlarımı tekrar düşürdüm. Üçtüm işte. Üç ama çimdik yeri de kırmızı idi. Hepimizi diğer işçilerin çadırlarının yanına götürdüler. Çadırlara hayretle baktım. Babam:
"Hadin, oyalanmayın. Yerleşin. Erkence yatacağız. Yarın işbaşı var." dedi. Annem hızlı hızlı yere döşekleri serdi. Bir köşeye de kabı kacağı yığdı. Yardım ettim.
Uykumun derinliğinden omzumu sarsan anamın eliyle uyandım:
"Kalk" dedi usulca "Babana su dök. Yemeğinizi yeyip gideceksiniz." elime havluyla ibriği tutuşturdu. Yarı sersem bir şekilde uyandım günün karasına. Kara lâstiklerimi ayağıma geçirip beyazlara doğru yola çıktık. Babam önde biz arkada çabuk çabuk yürüdük. Renkli iplerim saç örgülerimde uçuştu durdu. Tarlalara geldiğimizde şaştım kaldım alacalanan tan yerindeki pamukların beyazlığının uçsuzluğuna. Belime diğerleri gibi bir torba bağladım. Başladım toplamaya beyazları.
Beyazdı pamuk. Yumuşaktı. Pamukların yumuşaklığı ellerimi hiç acıtmadı ama belimi ağrıttı. Bezden eve döndüğümüzde gün karaydı yine. Yemek bile yiyemeden yorgunluktan bitmiş bir halde attım kendimi döşeğin bir kenarına. Ama uyumadım önce babamın yatmasını bekledim gözlerimden akan uyku ile birlikte. Bir köşeye atılmış kendimle ne sıcağı ne de sivrisineklerin sokmalarını bilmeden ertesi güne uyanmak üzere uyudum. Yakınmadan, sızlanmadan uyudum. Rüyamda türkü söylüyordum tarlaların beyazına, sesim ne güzeldi. Yanıktı da üstelik. Çocuk türküleriydi seslediğim. Sesim dal dal olup taa gökyüzünün maviliğine erişiyor oradan topladığı tüm bulutları beyaza boyayıp bana veriyordu. Hepsini alıp elime üzerlerine mor menekşeler tutuşturup tekrar göğe salıveriyordum. Sesim menekşelerin moru oluyordu. Salına salına göğe varıyordu. Çocuk türküleri bulutlara ne güzel yakışıyordu. Sonra bembeyaz bulutları toplamaya çalışıyordum. Rüzgâr eserek onları oradan oraya savuruyor, ben kan ter içinde peşlerinden koşuyordum. Yakaladığımı belimdeki torbaya dolduruyordum. Torba gittikçe ağırlaşıyor belim buna dayanamıyordu. Biraz ses etsem kızsam bulutların ağırlığına azıcık belimin ağrısı geçer miydi? Kimbilir, geçerdi belki. Bulut bana acırdı ve hiç ağrıtmazdı belimi. Kim bilir? Rüyamın burasında anam beni sarsarak uyandırıyor, yine babama ibrikten su döküyorum. Eline havluyu veriyorum ve onun ardından tarlalara gidiyorum.
Sonra pamuklara da erken kalkmaya da alıştım. Ellerimin beyaz beyaz çatlamasına da… Pamuk, pamuk gibiydi ama ellerim pamuk gibi değildi hiç. Güneşten kavrulmuş iyice esmerleşmişti. Her yerini sivrisinekler ısırmış, yer yer çatlamıştı.
Sonra sıcağı fark ettim. İzin günü dediler bir gün. Babama ve diğer babalara para verdiler. Babam ve diğer babalar ve baba adayları bir yerlere gittiler. Biz kadınlarla dere kıyısına indik. Çamaşır yıkayacaktık. Su berraktı. Su akıcıydı. Soğuktu. Temizdi. Beni içine çekiyordu. Diğer kadınların beni göremeyeceği bir yere gidip çamaşırları yıkadım. Çalılara astım. Ayaklarımı suya soktum önce. Sonra sivrisineklerin talan ettiği kollarımı bacaklarımı kirden görünmeyen tenimi suya soktum. Temizlik ne güzeldi. Üzerimde benden bir yaş büyük ablamın artık ona küçülen entarisi vardı. Toprak sıcaktı. Sırt üstü uzanıp rüyamdaki çocuk türkülerimi dinlemeye başladım. Hava sıcaktı. Toprak yumuşacık bir döşekti. Su tüm kirleri alıp benden uzaklaştırmakla meşguldü. Gözlerim kapandı usulca ben istemedim ama kapandı. Elimde örgülerini açtığım saçlarımın ipi vardı.
Sonra nefes alamadım. Çırpındım biraz ama üzerimdeki ağırlıktan kalkamadım. Pis bir kokunun anlamlandıramadığım karabasanı çalındı ağzıma. Ağzım kapandı. Gözlerim sarı leş gibi sarımsak kokan bir ağza çarptı. Ne oluyordu? Karabasan mıydı? İki ufak gözün kapkara bir suratla beraber üzerime eğilmişliğini gördüm. Kaba saba, nasırlı bir el ağzımı kapamış bana: "Sus!" diyordu. "Ses etme!" diğer eli ile tuttuğu bıçağı boğazıma dayıyordu. Ben bir şey yapmadım, demek istedim ama sesim çıkmadı. Sadece türkü söylüyordum. Çocuk türküleri. Çok mu bağırdım? Bırak beni ne olur demek istiyordum ama içim söylüyordu bunları ve üzerime oturmuş beni boğan adam duymuyordu. Dişleri sarıydı ve pis sırıtışı sıvanmıştı ağzının kenarına. Her yerim kaskatı kesilmiş. Korkudan kollarım yana kaymıştı.
Çırpınmaya çalıştım ama adam o kadar güçlüydü ki kımıldayamadım.
Bir bıçağın ucu boynumdan entarimi kesmeye çalıştı. Çıkaramadığım sesimin hafifliği bıçağın ucu ile kanatıldı. Ağırlık çocuk bedenimi ezdi.
Güneş sarılarak entarimin mor menekşelerine boğup boğup onları sıcağı ile pamukların beyazına attı. Beyaza düşen morlar kırmızıya çalınıyordu. Çok değil azıcık ses etsem. Duyar mıydı az ötede görünmeyen gülüşlerin sahipleri beni?
Çok değil, azıcık.
Bizim oralarda kızlar ses etmezdi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 23.04.2010)