Suriye krizinde son kavşağa girildiğini düşünmek için makul sebeplerimiz var. Güney komşumuzdan gelen haberler, çatışan taraflar arasındaki askeri dengede önemli değişimler yaşandığına işaret ediyor. Nitekim başta Rusya olmak üzere gelişmeleri içerden izleyebilen uluslararası aktörler, attıkları adımlarla Şam’daki iktidar değişiminin ufukta belirdiğini teyit ediyorlar. Ayaklanmanın ilk aşamasından itibaren kenarda durmayı seçen ABD’nin de, son karede güçlü biçimde yer alabilmek için hamlelerini hızlandırdığını görüyoruz.
Peki, karşımızdaki bu manzarayı nasıl yorumlamalıyız? Eğer, Esed’ın gidişinin krizi sona erdireceğini düşünenlerdenseniz, rahat bir nefes alabilmek için beklemeniz gerekecek. Çünkü Baas rejiminin tasfiyesi ikinci yılına doğru ilerleyen “Suriye krizi”ne nokta koysa bile, “Suriye meselesi”yle daha uzun müddet yaşamaya devam edeceğiz. Tıpkı, işgal ve iç savaş süreci geride kalmasına rağmen istikrarını hâlâ sağlayamayan Irak’ın gündemimizden düşmeyişi gibi.
Suriye meselesi ise perdelerini “ertesi gün” endişesi ile açıyor. Esed rejiminin devrildiği andan itibaren ülkede neler yaşanacak? Şu günlerde, hemen herkesin aklında bu soru var. Sesli düşünülen cevapların büyük kısmı, Oryantalizmin klasik kalıplarıyla Esed’in krizin ilk günlerinden itibaren sarıldığı korku stratejisini buluşturuyor. Ancak aynı zamanda da “Yeni Suriye”nin rüştünü ispat için vereceği büyük sınava işaret ediyor.
* * *
Arabistanlı Lawrence filminde Şam’ı düşüren isyancıların nasıl tasvir edildiklerini hatırlıyor musunuz? Eğer unuttuysanız, Moskova’dan Washington’a kadar bazı başkentlerde ve küresel medyada Suriye’ye dair yürütülen kimi tartışmalara göz atmanız hafızanızı tazelemeye yetecektir. Aradaki benzerliklerin boyutlarına bakınca, Oryantalist şemaların o kadar eleştiriye rağmen azalmayan kudretiyle bir kez daha yüzleşeceksiniz…
Bilindiği gibi ünlü film, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Arap isyanını örgütleyen İngiliz casusu Thomas Edvard Lawrence ve Ortadoğu’daki macerasını konu alıyor. Lawrence’ın otobiyografik eseri Seven Pillars of Wisdom ve mektuplarında ilk ağızdan anlatılan bu hikâye, Edward Said’in Oryantalizm eleştirisinde de karşımıza çıkar. Ruhunda yaşadığı “iç savaş”la Lawrence, Doğu’yu yalnızca uzaktan gözleyerek tarif eden klasik Oryantalizmden başka bir aşamaya geçişi temsil etmektedir. Lawrence, Doğu’ya giden ve müdahaleleriyle onu dönüştüren yeni Oryantalist tipinin sembolüdür. Yalnızca izleyici değil, aynı zamanda da eylemcidir.
Arabistanlı Lawrence’ta İngiliz casusunun dışarıdan katıldığı dünyayla kurduğu bu ilişkinin hikâyesi anlatılırken kullanılan estetik mercekler de Oryantalizmin klasik şemalarını yeniden üretmektedir. Özellikle, Arap kıyafetleri içindeki sarışın adamın peşine taktığı kitleleri Şam’a yürütüşünü anlatan sahnelerde “Doğu’nun çocuksu vahşiliği” bütün acımasızlığıyla boy gösterir.
Senaryoya göre, Şam’ı Türklerden almak için iki ayrı kuvvet ilerlemektedir. Bunlardan ilki İngilizlerin Osmanlı’ya karşı isyan ettirdiği Araplardır. Şerif Ali’nin parayla topladığını söylediği adamların başında Lawrence vardır. Diğer güç ise düzenli İngiliz ordusudur. Araplar, bağımsızlık vaadiyle isyan ettirilmişlerdir. Ama Londra, Türkler bölgeden kovulduktan sonra Ortadoğu’yu idare etmek niyetindedir. Şam’ı isyancı Araplar ele geçirirse “gerçekten” devlet olmak isteyeceklerdir. İki birlik arasındaki yarışın temel sebebi budur.
Lawrence’a karşı hissettikleri dostluk ve sadakat, Şam’ı yitirme pahasına büyük bir vahşete imza atmalarına sebep olur. Arap kıyafetleri giymiş sarışın adamın bağrındaki kin ateşi, Mekke-Medine’yi, Gazze’yi, Kudüs’ü ve diğer yerleri İngilizlere karşı korurken bitap düşmüş yaralı Türk askerlerinin kanıyla söndürülür. Anadolu’ya doğru çekilen Sivas’ın, Erzurum’un, Antep’in çocukları, isyancı Bedevilerin mermileriyle şehit düşerler. Şam ise İngiliz komutan Allenby’nin eline geçer. “Çocuksu sadakatleri” Araplara hem vahşetin vebalini yükler, hem de devlet olma umutlarına darbe vurur. Şerif Ali, olayları izleyen İngiliz gazeteciye şunları söyler: “Sizi şaşırttı mı bayım, Arapların barbar olduğunu göstermedi mi? Barbar ve zalim… kim değil ki?”
Film, medenilerle vahşiler arasındaki farkın altını çizen sahnelerle devam eder. Kurgu, her toplumdan izleyiciyi, siz Şam’ı kimin yönetmesini isterdiniz sorusuna cevap vermeye davet etmektedir. Bir tarafta, doluştukları salonda hep bir ağızdan konuşarak “çocuksu” kavgalara tutuşan Arapların “cehalet ve beceriksizlikleri” vardır. Ellerinde dilekçelerle kapıda bekleşen yüzlerce insan, adeta kötü idarenin resmini çizer. Arapların yönettiği Şam, elektrik, su, telefon gibi “şehir ve medeniyetle” özdeş her şeyden hızla mahrum kalmaktadır. 2000 yaralı Türk’ün hastanede “unutuluşu”, çocuksu kaprisler yüzünden tıkanan sistemin aynı zamanda ne kadar gaddar ve intikamcı olduğunu da göstermektedir.
Diğer tarafta ise, şehri denetleyecek yeterli askeri kudrete sahip olmasına rağmen, Araplara imkânsızı görmelerine yetecek kadar zaman tanıyan “akıllı ve olgun” İngilizler vardır. Medeni alt yapının sürdürülebilmesi için eninde sonunda kapılarının çalınacağını bilirler. O vakit geldiğinde zaten, “İngiliz mühendis almak, İngiliz devletini de almak” demektir. Nitekim Bedeviler, yönetemedikleri şehirden çabuk sıkılırlar ve “çocuksu” doğalarının gereğini yapıp Şam’ı, çöle dönmek için terk ederler. Mezarlığa benzeyen Türk hastanesinde İngiliz subayın Lawrence’a attığı tokat, izleyiciyi yönetme hakkına dair nihai kararını vermeye zorlar. Şam’ı kim yönetmelidir? Çıkarları, düşmanlıkları ve insanî sorumlulukları arasında denge kurmayı başaran “olgun medeniler” mi, yoksa “beceriksiz, çocuksu ve zalim” bedeviler mi?
* * *
Bu kıyasa dayalı zihnî kalıbın ne kadar canlı olduğunu, Kaddafi’nin linç edilişinin başlattığı tartışmalarda gördük. Vahşi sahnelerin yer aldığı videolar, olağanüstü düzeyde izlendi. Küresel medya ağları için üretilen sayısız makale ve haber metnine topluca bakanlar, bir kısmını özetlediğimiz Arabistanlı Lawrence’taki bazı temaların yeni bağlama hızla tercüme edildiğini fark edecekler. Olayın tekil iğrençliğini değil, eski önyargıların ne kadar geçerli olduğunu vurgulayarak medeniler/vahşîler arasındaki sınırı tahkim eden yorumların birbiriyle bağlantılı iki işlevi var. Bunlardan ilki, medenî özneye meşru biçimde övünebileceği bir üstünlük gerekçesinin verilerek varoluşunun olumlanması. Diğeri ise, yönetim hakkına müdahale de dâhil olmak üzere arada hiyerarşik nitelikte iktidar ilişkisi yaratacak ahlakî bir zemin sunulması.
Suriye krizinin ilk günlerinden itibaren Esed’in “anti-emperyalist” bir retorikle yürüttüğü korku stratejisi, esasen bu Batılı kalıplara seslendi. Baas’ın kampanyasının temel sütunlarını muhalefetin itibarsızlaştırılması ve Batı’ya “ertesi gün” endişesinin yaşatılması oluşturdu. “Çocuksu iktidar kavgaları yüzünden dağınık, beceriksiz, vahşi ve kindar” muhalefet, iktidarı elde ettiğinde azınlıklardan intikam almak isterse ne olacak? Arabistanlı Lawrence’ta tasvir edilen karakter ve grupları ellerinde kimyasal silahlarla hayal edin… Şu günlerde küresel medyada yer bulan “ertesi gün” temalı çok sayıda yorum, haber, makale ve beyan, Esed rejimi tarafından iki yıldır dillendirilen bu sorulardan izler/kaygılar taşıyor. Bazılarında ise kaygı görüntüsü altında kibirli bir istihza seziyorsunuz. Batı’nın Batı, Doğu’nun da Doğu olmaya devam ettiğini ispatlayan yeni bir örnekle karşılaşmanın sevincini satırlara yansıtıyorlar…
* * *
Peki, bu endişelerin hiçbir gerçekliği yok mu? Örneğin, Kaddafi linç edilmedi mi? Makalemizin başlığındaki son kısma geliyoruz. Yeni Suriye, en büyük sınavını “ertesi gün” verecek. Şam’a girecek isyancılar yalnızca savaştıkları diktatörü değil, uzun asırlara dayanan önyargıları devirebilecek tarihi bir fırsata sahipler. Dünya, Suriye’de devrim mi, yoksa basit bir iktidar değişiminin mi yaşandığına ertesi gün karar verecek. Kaynağını coğrafyamızın iç enerjisinden alarak insanlığa yeni sözler söyleyebilecek bir “medeniyet ışıltısına” duyduğumuz ihtiyacı fark etmeye başladığımız zamanlardan geçiyoruz. İç savaşlara gömülmüş, komşunun komşuyu boğazlamak için fırsat kolladığı bir Ortadoğu manzarasıyla bu idealler arasında ise uçurumlar var. Şam’da, başta Aleviler ve Hıristiyanlar olmak üzere tüm azınlıkları korkularından kurtaracak bir “ertesi gün”, ideallerle gerçekler arasındaki köprünün inşasına muazzam katkı sağlayacak. Aksi ihtimalin gerçekleşmesi, Suriye’nin kazananı olmayan bir intikam yangınında kül olması anlamına gelecek. Arabistanlı Lawrence’ta Şam’daki yangını bağımsızlık arzusuyla birlikte Allenby söndürmüştü. “Ertesi gün” çıkacak bir yangının sonuçlarını tasavvur etmek bile ürkütücü.
Ancak yalnızca öğüt vererek yangını önlemek de imkânsız. Başta Türkiye, ABD, İran ve Rusya olmak üzere muhalefeti ve Esed’i destekleyen güçlere önemli görevler düşüyor. Bu büyük sorumluluğun gerekleri kararlılıkla yerine getirilirse “ertesi gün”ün, uzun iç savaşlar döneminin kavşağı değil de “Yeni Suriye”nin ilk günü olması pekâlâ mümkün. Suriye’nin yaralarını sararak adımlayacağı bir geleceği, etkili tüm tarafların aklıselimi inşa edebilir. Aksi takdirde, onlarca kâbus senaryosu kapımızda bekliyor demektir…
Videoyu burdan izleyebilirsini...