Yalnızca Bir Hafta
Hayal şehir Üsküp…
Çocukluğumun hayali…
Üsküp denince Yahya Kemal, Yahya Kemal denince şiir, şiir denince Ohri ve Struga… Struga şiir akşamları…
Önce bir mavi göl, kenarında yeşil, başı karlı bir dağ, sahilde yeşillikler içinde şirin evleri ile bir küçük şehir hayal ettim yıllarca hep. Ve kenarında dünyanın değişik yerlerinden gelmiş bir dolu şair – çoğu bizden – şiir okuyorlar, gâh hüzünleniyor, gâh gülümsüyorlar.
Ben ne şairdim, ne yazar… Orası benim için yalnızca Türk Edebiyatından, Yahya Kemal’den hatırlanacak bir hayal ülkesi idi…
* * *
Şimdi artık hayal değil…
Elimi uzatınca tutuvereceğim, uzanıp camdan bakınca görüvereceğim…
* * *
Türk Dünyası Gençlik Kurultayına katılıyorum. Önce Üsküp’e, Yahya Kemal’in şehrine, sonra Ohri’ye, Struga’ya gideceğim.
* * *
İnsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış…
Ben hayalimi yaşayacağım…(Temmuz 2007)
* * *
Uçakta yanımda bir hanım oturuyor. Tanıştık. Kazakistan’dan gelen bir judocu imiş, delege olarak katılıyor kurultaya. Yanında da Özbekistan’dan bir sanatçı genç. Selamlaşma ve mutluluğun yanaktaki tatlı yayılışı…
Havaalanına indik: Büyük İskender Havaalanı.
Burası Büyük İskender’in ülkesi mi? Türk’ün eski (ya da arka) bahçesi mi?
* * *
Dışarıda yağmur var. Biteviye, ince-ince, toprağı doyuran bir yağmur… Yağmur değil rahmet yağıyor. Kazak hanım, camdan dışarı baktı, yağmuru gördü, bana döndü ve konuştu:
-Allah’ın nuru… “Hoş gelmişsin” diyor bize…
* * *
Yağmur o gün gece yarısına kadar yağdı. Biz Üsküp’ten, havaalanından, Ohri’ye gidene kadar. Aklıma Karacaoğlan takıldı:
İncecikten bir kar yağar.
Tozar “Elif Elif” diye…
Zihnimdeki mısralar dilime düştü:
İncecikten bir nur (rahmet) yağar,
Tozar “Türk’üm Türk’üm” diye…
* * *
Havaalanında “Makedonya Türk Birliği Folklor Ekibi” karşıladı bizi. Ellerinde Türk bayrakları… Tertemiz bir Türkçe ve türküler ile… Kızlar incecik belli, cepkenli, bellerinden aşağı dökülen yeşil fistanlı-şalvarlı… Yüzleri ay, yanakları taze gül goncası gibi parlıyor. Yaşları 15-16 ya var ya yok. Dilime bir türkü düşüyor: Hey onbeşli onbeşli Türk’ün (Tokat) yolları taşlı… Gençlerin uçuk yeşil kıyafetleri, gönlümde tomurcuklar gibi açıyor. Göveren gençlerin kıyafetleri mi, Dünya Türk Gençliği mi(?) belli olmuyor. Davul vuruyor, keman inliyor, klarnet çalıyor, davul coştukça coşuyor. Müziğe dayanamayan Işıner ortaya fırlıyor. . Davul coştukça o da coşuyor. Ortaya biri daha fırladı. Kollar havada, bilekler bir aşağı, bir yukarı, omuzdan sert hareketlerle dönüyor. Dizinin üstünde uçup zıplıyor, coştukça coşuyor. Elleri Şeyh Şamil gibi. Döndükçe dönenler, alıcı kuşlar gibi süzülüp, sert vakur bir yüz ile bir kartalı andırıyorlar. Ortaya fırlayan ikinci kartal Tataristanlı Gamil… Ortada dönen, kartal gibi süzülenler Tataristan Türkü ile Işıner mi(?), Türk’ün adaleti mi (?), ordusu mu, (?) belli olmuyor.
Dışarıda yağmur yağıyor, ama kimse aldırmıyor. Davul vurdukça vuruyor, hızlandıkça hızlanıyor, vuran tokmak davulun mu (?), göğüs kafesime çarpan yüreğim mi ayırt edilmiyor.
Ohri göl kenarında, bir dünya cenneti. Yüksek dağlar, üstünde orman, yeşil dağlarla göl arasında süzülen bulutlar ve gölden yükselen beyaz tül gibi bir sis… Tıpkı hayalimdeki gibi. Bu görüntü hayal mi, fotoğraf karesi mi, ressamın tuvali mi? Aslında hepsi…
Birden göğsüme bu sızı giriyor, nefesim bıçak gibi kesiliyor, omuzlarıma bir ağırlık çöküyor. Kurşun gibi, tonlarca. Sebebini çözüyorum ardından. Atalarımın kanlarını dökerek, kan ile sulayarak fethettikleri, camiler-hanlar-köprüler- ve erenler ile kurdukları, bezedikleri bu toprakların elden çıkmış olması, bu toprakların vize ile girilebilen bir yabancı (!) ülke olması, gözümün önündeki hayal güzelliği yeniden sis perdesine sarıyor. Sisler yalnızca bulutların, yağmurun, ormanın, gölden yükselen buharın sisi değil, gözümün önüne yerleşmiş olan sulu bir sis perdesi…
* * *
Burası yabancı bir ülke mi? Pazaryerinde –Türk pazarı diyorlar - kızıma tembihliyorum: “Elimi bırakma, kaybolabilirsin. Burası yabancı bir ülke!.” Cevabı, bizi duyan bir pazar esnafı veriyor, hem de temiz bir Türkçe ile: “Yabancı ülke ne demek! Burası da Türk ülkesi ablacığım”. Bu güzel Türkçe sözler, şiir gibi, şifa gibi geliyor bana.
Evet, burası Türk ülkesi, Türk toprağı. Bahçesinde meyve ağaçları olan, “gözügören- eli erenin hakkıdır” diye daldan sarkan eriklerin ikram edildiği, gelinlere çeyiz serilen, Türkmen gelinliği giydirilen bir Türk toprağı.
* * *
Makedonya Büyük İskender’in toprağı. Havaalanının adı da aynı: Büyük İskender Havaalanı. Bir yazıdan hatırlıyorum: “İskender’de Türk’tü”. Öyle midir? Tarihçiler cevaplayabilir. Ama imkânsız değil. Genç yaşında dünyayı fethetme hayali kuran tek Türk o değildi, böyle büyük hayalleri de anca Türkler kurabilirdi: Attila, Tuğrul bey, Alparslan, Fatih gibi. Aklıma Kanuni geliyor: Ömer Seyfettin’in “Kızıl Elma” hikâyesindeki: “Kızıl elma, benim bile hayaledemediğim bir hedeftir” deyişi.
Şimdiki Makedonlar kimler? Bulgarlar, Macarlar, Finliler, Kızılderililer, hatta Basklılar hatta Galyalılar (Asteriks’in bölgesi) gibi, aslını unutmuş, unutturulmuş Türkler mi?
Elimde bir bilgisayar çıktısı ve içinde de birçok bilgi var: 1945 sonrası Komünist Yugoslavya’da etnik olarak karışık olan nüfusu üçlü bir sisteme göre sıralamışlar: Halklar, milletler ve etnik gruplar. Makedonlar halk grubuna, Türkler, millet grubuna dahil edilmiş (Arnavutlar da). Bu gruplama, üstünde durulması ve tartışılması gereken bir sınıflama…
Bu topraklar ne kadar Türk? Makedonya ve Balkan Türklüğü 378 yılında Hun Türklerinin buraya ayak basması ile başlar (1630 yıllık bir tarih). Osmanlı’dan önce buraya Hun, Avar, Bulgar, Oğuz, Peçenek, Kuman (Kıpçak) Türkleri gelirler. Buna Vardar Türkleri de dahil olur. Vardar Türkleri ya da Vardaryot’ların ayrı bir Türk boyu olmadığı belirtiliyor. Vardar Türkleri aslında IV-IX yüzyılları arasında (bazı yerlerde 830 yılı deniyor.) Balkan yarımadasının en güney noktasına kadar inen Hun, Avar, Bulgar ve Oğuz Türklerinden kalan küçük grupların, Bulgar hududunu güvenceye almak için Bizans tarafından birleştirilmesi ile (14.000 Türk’ün) meydana gelen bir Türk grubu veya topluluğu olduğu belirtiliyor. Vardar Türkleri burada Bizansın sınırlarını koruyan, onlara vergi vermeyen, bilakis para alan bir pozisyondadır. Vardar ırmağının değişik bölgelerine (Ege havzası, Strymon ırmağı, Doyran gölü) yerleştirilen bu Türkleri Bizans’ın oluşturduğu ve onlara Vardaryot (Vardarlılar) ya da Vardar Türkü adını verdiği belirtiliyor.
Tarihte Vardar Türkleri için “haşin bir millet”,“yiğit ve cengâver bir millet” ifadesi kullanılmış.
İşte Makedonya-Balkan topraklarında yerleşen bu Türkler, tarihin akışını, bu bölgenin kaderini etkilemişler ve sonradan gelen Osmanlı Türklerinin bu topraklarda 550 yıl kalmasının bir diğer sebebi olmuşlar. Çünkü bu topraklarda kalan boylar, diğer gruplar gibi önce Hıristiyanlaştırılıp sonra slav ya da Rumlaştırılmış dahi olsalar, Osmanlılar buraya gelene kadar Türkçe konuşmuş, din ayinlerini Türkçe yapmış, edebiyat-sanat-folklor-müzik ve diğer kültürel unsurlarında Türklüğü korumuşlar. Halen de Makedonya’da Türk boylarından kalan efsanelere rastlanmakta imiş.
Bu topraklarda Osmanlı ile beraber göç ettirilen aileler özellikle seçkin beyliklerden-beylerden seçilmiş ve bu aileler de hiç mola vermeksizin bu bölgelerin 550 yıl Türk kalmasına öncülük etmişler. 1912’ye kadar, Balkan faciasına kadar da bu bölgelerin nüfusunun %50 sini biz oluşturmuşuz. Kurtarıcı gibi geldiğimiz bu topraklardan facia ile geri çıkarılışımız olmasaydı, dünya tarihî acaba nasıl şekillenirdi? Tahayyülü bile “ahh!” dedirtiyor.
* * *
Kurultayın birinci günü, güzel bir açılış ile mutlu oluyoruz. Makedonya’daki Türk toplulukları, gençleri, bizleri Türk dünyasını ağırlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Güzel konuşmalar dinliyor ve bazı cümleleri not ediyorum. Azerbaycan’dan milletvekili Ekrem Abdullayev’den: “Türk Dünyası güneşgibidoğacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, dünya o zaman görecek”. Makedonya TDP Başkanı Dr Kenan Bey; “Tarih üstüne düşeni yapar. Tarih her zaman istekler doğrultusunda gerçekleşmez. Biz sınırları kapatmadık. Gönlümüzde tek toprak olarak addediyoruz.”
Makedonya Meclis Başkanı: “Türkçe öğreneceğim. Bu dili bilmediğim içinüzgünüm ve özür diliyorum.” Ve Türk Dünyasının ilk aksakallı seçilen Başkanımız Nuri Gürgür: “Türk dünyasının geleceği, geçmişinden daha zorlu, çetrefil, karanlık olmayacaktır. Çok zorlu dönemleri geçtik. Önümüz daha aydınlık” diyor ve “yerel olmadan evrensele gidilemez” diye de ilave ediyor.
Dünyada benzeri olmayan (Dünya İngiliz-Alman-İspanyol gençleri kurultayı yok) bu kurultayın onüçüncüsünü yapıyor olmak, toplantıdaki herkesi mutlu ve umutlu yapıyor. Gönüller bir, uzaklar yakın oluyor. Kırk ülkeden, altmış teşkilattan gelen delegeler ile on milyon km2’lik bir coğrafya ile dünya adetâ Türk Dünyası hâline geliyor.
Sonra gösteri başlıyor. Sibirya’nın şaman Türklüğünden kutsanmış sular serpiliyor etrafa… Başkurt sanatçısı flütünü üflüyor. Ses flütten değil, Orta Asya’nın uzak bozkırlarından geliyor. İnce, rüzgârla dağılan, dağların-yaylaların-vadilerin-kuytuların geçitlerinden geçip gelen, rüzgarın sesi ile karışan nağmeler… Ağıt mı? Hayır. Hüzün mü? Evet. Ama gelecekten ümidini kaybetmemiş nağmeler, kartalların - şahinlerin kanatlarının havada, atların toynaklarının toprakta çıkardığı sessiz yürüyüşün nağmeleri. Ne sevinç, ne ağıt… Yalnızca Türk’ün geçmişten günümüze uzanan vakur-şanlı-ama hüzünlü hayatının rüzgâra karışmış çığlığı… Başkurt’un, yalnız Başkurdistan da değil, Bozkurt olan tüm Türklerin dünyadaki çığlığı…
Türk Dünyası müzik topluluğu sahne alıyor sonra:
Dillerde Süyüm Bike… Bu ağıt nereden geliyor? Kazan’dan. “Gel Süyüm Bike, gel, gel…” “Sahnede inleyen Feryal. Onu çağırıyor: “Gel, gel… Bana, yanıma, yuvama, ocağıma, memleketime… Kurultayıma gel…”
“Ey güzel Kırım… Sularını içe içe doyamadım ben.” Sahnede bir Tatar kızı, süzülüyor, gözleri yerde, eller semaya mı açılıyor, toprağa mı? Yürüyor mu, süzülüyor mu? Ayakları sürükleniyor mu, kayıyor mu, parmak ucunda mı dolaşıyor? Ellerinin ahengini kuşların kanadı kıskanıyor, inci dişini istiridyeler, hilal kaşlarını ay kıskanıyor. O sadece gülümsüyor ve yanında kartal gibi seken erkeğe değil, yere bakıyor.
Kim demiş Türkler parçalanmış, kim demiş Kazak ayrı, Kırgız ayrı!. “Gelin bizigörün” diyor bu gençler, “ellerimizi görün”, “Turan Yurt’u” söylerken salonu görün”, “göğe yükselen avazımızı görün”.
* * *
Bu tabloyu gören oniki yaşındaki İlbey diyor ki: “Çeşitli devletlerden gelmişler, hiç yabancılık çekmiyorlar. Ne güzel kaynaştılar… Bu işler zorla olmaz ki…
* * *
Makedonya Türklerinin Türkçeleri çok iyi, “mahalli şive” ötesinde hiçbir fark yok. Dinlerini yaşayabiliyorlar. Türkiye’deki her şeyden haberleri var. Uydu ile Televizyonlarımızı seyredebiliyorlar. Hemen hepsi senede bir iki defa Türkiye’ye gelip geziyor, akraba ziyareti yapıyorlar. Türk Üniversitesi yok. Az sayıdaki okulda Türkçe dersler sekiz yıl devam ediyor. Üniversitede yalnızca pedagoji öğretmenliği, sınıf öğretmenliği bölümü Türkçe okunuyormuş.
Üsküp’teki Tefeyyüz ilköğretim okulu, Türk öğrenciler için çok önemli bir kuruluş. Orayı da ziyaret edip, yönetici ve öğretmenler ile görüştük. Sıcak geçen görüşme, aslında problemlerin de göz önüne serilmesine vesile oldu. Dokuz sınıfta (yedi Türkçe, iki sınıf Arnavutça) yediyüzotuz öğrenci eğitim alıyor. TİKA’nın desteği ile Türkçe öğrenmek ve eğitim almak isteyen çocuklar, Üsküp’te servis ile toplanıp, buraya getirilip, eğitim sonrası evlerine bırakılıyorlar. 1991’den sonra kitap problemlerinin arttığını, komünizmin bitmesinden sonra basımevlerinin özelleşmesi ile Türkçe kitap basımının imkânsız hâle geldiğini anlattılar. Dar imkânlarla yapılanlar da ihtiyaca yetmiyormuş. Çözüm ne olabilir(?) diye düşünüyoruz, aklımıza birçok yol geliyor. Oranın müfredatına uygun kitapların T.C. hükümeti tarafından basılıp gönderilmesi (burada zaten ücretsiz dağıtım yapılıyor); oraya bir yayınevinin T.C. hükümeti, Türk Eğitim-Sen, TİKA, üniversitelerimizden biri ya da bir yiğit hayırsever tarafından kurulması (çok zengin olmaya da gerek yok); öğretmenlere Türkiye’de hizmet içi eğitim – burs desteği verilmesi, Türkiye’den eğitici ekibin oraya gitmesi… Müdür diyor ki; “Amacımız Türkiye’ye gitmek değil, burada Türkiye’yi yaşatmak.”
Makedonya’da en bariz siyasi durum, Makedonlardan sonra Arnavutların üstünlüğü. Nüfuslarından dolayı bunu normal görmek lazım. Ancak yıllarca Türk idaresinde kalmış ve idari olarak çok üst makamlara gelmiş Arnavut’ların, Müslümanlıkları dolayısı ile Türk’lerle sıcak –dostane ilişki kurmaları ümit edilirken bunun böyle olmadığını hissediyorum. Aslında his değil, apaçık meydanda. Üsküp’teki Sosyolojik, Siyasî ve Hukukî Araştırmalar Enstitüsünün Etnik İlişkiler Merkezi, Arnavutları “militan bir millet” olarak tanımlamış. (internetten). Görünüşte öyle. Ve benim kendime ait bir düşüncemi de göz ardı edemiyorum: Dünyanın hızla yükselen milliyetçilik-militanlık derecesine bile uzanabilen- değeri Arnavutçuluk. Bunu orada çok iyi görüyorum. Çarşıdaki mescide uğradım Ohri’de. Allah’ın selamını verip gezmek istedim. Zorla cevap aldım ve umursanmadım. Umursanmak değildi derdim. Karşı kahvehanede dostça-Türkçe sohbet ettiğim yaşlılar gibi güler yüzle karşılanmak ve Türkiye’nin selamını iletmekti. Ne konuştular, ne bilgi verdiler. Yaşlılar dediler ki: “Üzülme, orası Arnavut mescidi, bizi sevmezler”… Arnavutların Türk asimilasyonu oldukça belirgin imiş. Müslüman olduğu için evlilikte (Türklerden sonra) tercih edilen Arnavut gençleri, Türk kızlarının ve torunlarının zamanla Arnavutlaşmasını sağlıyor ve Türklüğü unutturuyorlarmış. Makedonya’da mevcut iki Arnavut Üniversitesi (Türk Üniversitesi yok) ‘ne rağmen, Türkiye’deki üniversitelerde, Makedonya Türklüğü için açılan kontenjanları Arnavut gençleri de kullanıyor ve Türk gençlerinin hakkını gasp ediyorlarmış. Aynı hakkı Makedonya Üniversitesinde de “Türk” gibi yazılıp kullandıklarını anlattılar. Yani açık bir asimilasyon söz konusu…
Ve maalesef, her geride bıraktığımız topraklarda olduğu gibi, az çocuk doğuruyorlar ve nüfus giderek azalıyor. Sebebini de açıklıyorlar: “İş yok, ekonomik durumumuz kötü.” Tıpkı Batı Trakya, Romanya, Gagavuzya gibi.
Topraklar istimlâk edilirken değerinden alınmıyor, düşük ücretle elden çıkartılıyormuş. “Kanunlar var ama bize uygulanmıyor” diyorlar. Türklerin nüfus oranı %5 ( 97.000 veya 80.000 olduğu söyleniyor). Ancak işgücünün % 5’i Türklerin değil. Çünkü işi mümkün olduğunca Türklere vermiyorlarmış. Türk gençleri işsizlik yüzünden yurt dışına (özellikle İtalya) gidip çalışıyor, tatillerde geliyorlarmış.
Ohri’de bir Türk kahvehanesine oturduk. Tıpkı Anadolu’dakiler gibi. Serin asmalar altında. Çaylarımızı ısmarladılar, sohbet ettiler. Lütfi Abdullah 79, Zülfi İskender 70, Etem Pestanlı 72,5 yaşındaki emekli büyüklerimiz. Sohbet tatlı, hasret gidermek güzeldi. Dediler ki: “Ohri’nin %70 i Türk asıllı. 1953’den sonra T.C.’ne göç arttı. Nüfusun durumu da değişti. “Lütfi amca ilave ediyor. “En zor işleri bizlere bırakıyorlar. Biz işten hiç kaçmıyoruz. Hepsini yaparız. Ama onu bile bize vermiyorlar. İşsizlik büyük mesele”.
Türkiye’nin politikaları ile ilgililer. Ecevit’i de, Özal’ı da, Demirel’i de, Erdoğan’ı da biliyor ve yurt dışı gezilerini, yaptıklarını takip ediyorlar. AB için de düşünceleri net: “Avrupa bir Hıristiyan topluluğudur. Bizi oraya almazlar be kızım” Sonra kahvemi içirdiler bana. “İç bi kayfemizi”. Sonra da devam etti Lütfi amca: “Türkiye’de siyaset böyle giderse… Eski tas, eski hamam…” Doğru söze ne denir? Kalkarken öğreniyoruz ki, yan masada oturan bizim grubun çaylarını da, kızım Zeynep’in manavdan getirtip yediği üzümlerin de parasını onlar vermişler. Türk cömertliği devam ediyor.
* * *
Sonra Neşe’nin (Toker) bir tanıdığının evine gidiyoruz Ohri’de: Müyesser Hanım teyze. Türkiye’den gelen selamları iletiyor Neşe ve vakit darlığından kalkmak istiyoruz. Mis gibi sabun kokan, tertemiz örtüler serili bu Anadolu evindeki Türk hanımı bize çıkışıyor: “Misafirliğin adabı olur. Durun nere gidersiniz?”. Ve zorla oturup ikram edilen kolonyayı, şekerleri, kahveyi alıp, gözümüz arkada, onun gözü bizde, hasretleri tüketmeden yeniden ayrılıyoruz bu temiz Anadolu evinden ve hanımından. Onun da anlattıkları aynı: “Göç çok. İskandinav ülkelerine de çok gidiyor gençler. Çiftçilik yapsalar geçinip giderler. Ama gençlerin gözü az emek – çok parada. Kızlar da Müslüman diye Arnavut’la evlenince, Arnavut nüfusuna yazdırılıyor. Türk nüfusu eriyor.”
* * *
Orhan (Kavuncu) hocanın söylediklerini hatırlıyorum: “Dünyada her şeyin küreseli var: Müzik, resim, sinema, bilim… Tek olmayan, küresel adalet. Bunu yalnızca Türk imparatorlukları yaptı. Yine bunu başarmak Türk gençliğinin eli ile olur”. Benzer sözleri bir sene sonu toplantısında Azeri öğrencimiz de söylemişti: “Amacımız dünyayı yeniden fethetmek değil. Dünyaya Türk’ün eli ile nizam vermek”.
* * *
Aklı başında tarihçilerin belirttikleri bir ortak düşünce ve gerçek ise şu: “Balkanlarda herkes herkese düşmandır. Ama tek ortak düşman Türklerdir”.
Osmanlı Türkleri, balkanlara tam 15.000 eser bırakmış. Her yere, 600 yıl, imzasını kazımış Türk’ün. Ama bugün Belgrad’da 220 camiden yalnızca kalan bir cami. Üsküp, Ohri, bu kadar kötü değil. Ama 1960’de Üsküp’te meydana gelen 2000 kişinin öldüğü deprem, bu eserler için kötü bir son olmuş. Yıkılan eserlerin yerine, derhal –fırsat bilip – yeni binalar dikmişler. Üsküp’te de, Ohri’de de “işte burası biz kokuyor” diyerek dolaştığımız sokaklar, evler, hanlar, hamamlar, camiler, mahalleler ve altında tavşankanı çay yudumladığımız asmalı kahvehaneler serin büyük çınarlar var. Ama Resne’li Ahmet Niyazi Bey’in Resne’deki sarayında, hâlâ adı yok ve yönetim koymamakta da inat ediyormuş.
Rehberimiz Recai diyor ki: “Üsküp’te camiler hâlâ açıktır. Biz, buradan kaçmadık. Çok zorluk çektik ama yılmadık. Burada ezan sesini hiç durdurmadık, hiç de durdurmayacağız.”
Ortak bir ifadeyi tüm Makedonya Türkleri kullanıyor: “Türk eserlerini gözümüz gibi koruyoruz. Çünkü biz Osmanlı’nın torunlarıyız”…
Üsküp – Ohri arası yemyeşil, sık ormanlı dağlarla kaplı. Üsküp’e yaklaştıkça Vardar nehrini görüyor, kenarına dizili güzelim köyleri ve Vardar ovasını seyrediyoruz. Vardar 420 km uzunluğunda, Ege’ye akıyor. Üsküp’te Vardar üzerinde güzel bir Türk köprüsü Vardar’ı süslüyor. Dilimizden “Vardar Ovası” türküsü düşmüyor. Geçtiğimiz yollarda hangi köyün Arnavut, hangisinin Türk olduğunu bir süre sonra ayırt etmeyi de öğreniyorum: Arnavutların cami minareleri daha farklı oluyor. Yollar çok virajlı, ama güzelliğine doyum olmuyor. Manastır yolunu tarif eden şoför, bu virajların orada da olduğunu bize şöyle anlatıyor: “Dağlıktır o yollar, çok kıvırtmakta (viraj) var…”
Üsküp’te, her yerden görülen şey, yüksek tepelerin üstüne dizilmiş dev haç heykelleri. AB’ye girmek için dikmişler. Çünkü cami minarelerinin yüksek yüksek görülmesini hazmedememişler. Ama rehberimiz diyor ki: “Biz de onlara dedik ki: Haçları tepelere diktiniz. Başımızı kaldırıp bakıyoruz. Ama yine bizim ay – yıldızımızı görmek için yüzünüzü daha yükseğe – göğe – çevirmeniz gerekiyor. Bize erişmeniz mümkün değil”.
Bir minibüs ile bir gün Üsküp – Kumanova üzerinden Makedonya’nın kuzey doğusundaki Ali Koç ve Kocali köylerine gittik. İki köy birbirine çok yakın. Tamamen Yörük köyü. Tüm kadınlar ve kız çocukları aynı model, yaka kenarları su taşlı al renkli – çiçekli elbiseler ve pantolonlar giyiyorlar. Bizi sevinçle, ama abartmadan karşıladılar. Götürdüğümüz kitaplar; hediyeleri, hiç kargaşa yapmadan, kendi istekleriyle değil, biz verdiğimiz için aldılar. Tam bir Türk gözü tokluğu ile. Yanımıza bir kız çocuğu yaklaştı “hoş gelmişsiniz” diyerek. Yaşı 12-14 arası. Takmış, takıştırmış, üstünde yerel elbise, yüzünde oldukça belirgin bir makyaj ile. “Çok güzelsin, kimin için süslendin, nişanlın mı var?” diye sordum. Cevabı müthişti: “Sizin için süslendim. Memleketten ziyarete gelmişsiniz diye”. Tütün dizen Hanife teyze diyordu ki: “Kızımın çocuğu yok. İsteriz ki Seda Sayan elinden tutsun. Ama olmuyor”. TV programından yardım ummak… Bu soydaşlarımızın son umudu TV’ler ise, bu, ancak bizi yaralar. Çünkü burası, fakir, ulaşımı zor ve bilinmeyen, ama Türklüğünü tam olarak yaşayan bir toprak parçamız. Ve bizim de, onlar için, boynumuza borç olan çok vazifelerimiz var.
Duraklarımızdan biri Kocacık köyü. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin köyü burası. Bu bölge Makedonya’nın batısında, Arnavutluk sınırına yakın. Muhteşem manzaralı, masmavi göller, nehirler, dağ zirveleri ve ormanların içinden virajlı yollar üzerinden geçerek (haritada bu bölgeye Makedonlar da Kara Orman diyorlar) önce Debre’ye, sonra Cuba’ya, sonra da Kocacık’a ulaştık. Debre’de Arnavut ağırlığı hemen hissediliyor. Çay molası için oturduğumuz kahvede aslen Türk olduğunu anladığımız kahveci bile Türkçe yerine Arnavutça konuşmayı tercih etti bizimle. Cuba bir nahiye. % 82’si Türk. Gençlerin okuma arzusu az olduğu için çoğu yurtdışına (İtalya, Almanya) çalışmaya gidiyormuş. Yollarda da çok sayıda İtalyan plakalı araba bunun bizim Almancı! işçilerimiz gibi olduğunu gösterdi. Fakir değiller, mali durumları genellikle iyi. Düzgün apartmanlar-evler yapmışlar. %18 i Arnavut veya Torbeş. Torbeş’ler kimler? Müslüman Makedonlar. “Biz Türk’üz” diyorlar. Nüfusa Türk olarak yazılıyorlar. Evde Makedon’ca konuşuyorlar. Adapazarı ve İzmir’e çok göç verdikleri söyleniyor. Makedonya’da Türk topluluğu için ayrılmış imkânları kullanıyorlar. (Arnavutlar gibi) . Türk olduklarını söylemekten gurur duyuyor gibiler. Nüfuslarının 100.000 olduğu söyleniyor. Torbeşler ile nasıl bir ilişki kuruldu, politika yapıldı, yapılmalı, kimse bilmiyor. Galiba kimse de kafa yormuyor. Eğer kendini Türk sayan 100.000 Torbeş, 80-100.000 Türk ile ortak bir politika geliştirse, sonuç ne olurdu? Düşünülmüyor.
Cuba’nın 17 köyü varmış. 5 köyü boşalmış. 1 i Üsküp’e, 4’ü Türkiye’ye göç etmiş. “Biz Yörük Türküyüz” diyorlar.
Cuba belediyesinin odasında bir bozkurt resmi, Türk bayrağı ve Atatürk resmi var. Bizi Türk misafirperverliği ile karşıladılar, kahvelerimizi içirdiler. Türkçeleri çok düzgün.
Bugün Cuma. Aynı zamanda mübarek kandil günü. Ahmet Bey, diğer erkeklerle beraber Cuma namazına gitti. İki minareli camiden net-temiz-huzur veren bir ezan duyuluyor, tüm nahiye susmuş, ezanı dinliyor. Biz de sustuk her şey gibi. Başka bir cumhuriyette, ama Türk topraklarındayız. Ve cuma ve kandil ve namaz vakti… Dursen hanım sessiz sessiz ağlıyor. Hepimiz bir tuhafız… Kandili, cuma günü, dünyanın başka bir ucunda ama ata toprağında kutlamak, hepimizi mahzun, garip, tuhaf yapıyor, duyguları anlatmak mümkün değil…
Duvarda bir saat var: İçinde mavi ay-yıldız. Altında da bir yazı: “Türklüğümüz şerefimizdir, Şerefin tavizi olmaz”.
* * *
Kocacık’tayız. Bir Yörük köyü. Cennet gibi. Evlerin bahçelerinden erik ağaçlarının dalları ve erikler sarkıyor. “Gören gözün, eren elin hakkıdır” diyerek bol bol erik yediriyorlar. Mis gibi Türkçe konuşuyorlar. Evleri-sokakları Anadolu kokuyor. Bir evde gelin çeyizini sermişler, gezdiriyorlar, ha Kastamonu’nun, ha Amasya’nın, ha Kocacık’ın gelini; gelin çeyizi, her şey aynı, danteller, oyaları, kanaviçeler, tülbentler… Yetmiyor, gelinin el işlemesi, Yörük gelinliğini gösteriyorlar. Hepimiz yaşımıza-başımıza bakmadan üstümüze giyip hatıra fotoğrafı çektiriyoruz bu bindallı misali kıyafetle. Gariplik-tuhaflık, buruk mutluluğumuz devam ediyor. Bir tepenin yamacındaki Ali Rıza Efendi’nin evinin olduğu yere çıkıyoruz. Evin kalıntılarını hükümet yıkmış, yerine beton “bir şey” yapıp üstüne bir tabela koymuş. Bozuluyor, üzülüyor, sitem ediyoruz. Sitem, Makedon hükümetine mi, ilgisiz olan bizimkine mi? Ayırt edemiyoruz. Camiyi, okulu, okulun öğretmenini ziyaret ediyor, hediye kitaplar bırakıyoruz.
Ay yıldızlı mezar taşlarına, ay-yıldız armalı mezarlık kapısına ve köyün çıkışındaki evin duvarlarına kırmızı boya ile yazılmış “seni sevmeyen ölsün yazısına gözü yaşlı veda edip, dönüş yoluna çıkıyoruz, yorgun, hüzünlü…
Dönüş yolunda karpuz satan kamyonları, cumadan başlayan düğünleri ve düğün konvoylarını (Arnavut köylerinin düğünleri de böyle oluyormuş) sarp virajlı, tabiat harikası yolları geçip Ohrid’e geliyoruz.
Türkiye’den hazırlıklı gittik: Hepimiz yanımızda irmik-fıstık götürdük. Cumayı-kandili, tüm dünya Türk gençliği ile birlikte kutlayacağız. Hanımlar Kurulu olarak el birliği ile otel mutfağında bir kazan helva kavurduk, Makedon otel çalışanlarının meraklı bakışları eşliğinde. Götürdüğümüz beş-altı kilo irmik, bereketlendi, taştı. Koca kurultay, otel elemanları, Makedonya’dan gelen misafirler ikişer tabak yediler., arttı bile… Kur-an’ı Kerim dinleyip, kurultay ile beraber kandil kutlamayı nasip ettiği için, Allah’a dua ettik.
* * *
Önümdeki Makedon hükümetinin bastığı haritaya göz attım. Sayısız tanıdık isim yazıyor: Bogdancı, Demir Kapija, Kavadarci, Kumanova, Kicevo (Kırca ova), Debar (debre), Kara orman, Demirhisar, Skupi (Üsküp), Vardar, Ali Pasina (Ali Paşa) dzamija (camii), Davut Pasin Amam (Davut Paşa Hamamı) Arabati Baba Teke (Tekke), Isak Çelebi, Jeni Dzamija (Yeni Camii), Kale, Kocani, Karanikolicko Ezero (karanlık göl)… Ve dildeki bir sözcük: ekşisu (maden suyu)…
* * *
Gençlik günleri ve kurultay bitti. Geride hatıralar kaldı. Ev sahibi soydaşlarımız, gece hiç uyumadan, son günü birlikte geçirmek uğruna sabahlamışlar. Dönüyoruz. Hava kapalı, tatsız, yağmur yağmaya hazır. Aslında yağacak olan rahmet… Türk’ün gidişine gözyaşı dökmeye hazırlanıyor. Tıpkı nişanlısı Selma ile birbirine sarılıp ağlayan Tıp talebesi Makedonya Türk’ü Nuhi gibi…
* * *
Her şey iyi idi, güzeldi, hayal gibiydi. İnşallah, gelecekte bu kurultayların vesile olduğu, ayağı yere sağlam basan, kararlı ekiplerin alacakları kararlar ve dünyaya da ispat ettikleri yaptırımlarını da görür ve yaşarız. Olur inşallah. İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar…
* * *
Ankara’dayım. Aklıma Üsküp geliyor. Sahi, ben hayal şehir Üsküp’e Yahya Kemal’in Üsküp’üne, şiir şehri Ohri’ye, Struga’ya –Urumeli’ne- gittim mi?
Yoksa bunlar hayal mi?