TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

“Paris Paris” dedikleri

Doğu’nun Paris’i Van…

Ortadoğu’nun Paris’i Beyrut…
Falanca bölgenin Paris’i filanca…
Ve diğerleri: Paris kuaför, Paris terzisi, Paris kahvehanesi (cafe)… En gülünecek olanı da Paris nakliyat…

Neden doğunun incisi, Ortadoğu’nun en gelişmişi, filancanın en güzeli değil de Paris’i? Paris kim, Paris ne? Paris neden önemli ve eşsiz, neden örnek ve olunmak istenen idol(!) şehir? Bilen var mı?

* * *

Paris dediler, gitmeyene, görmeyene “Avrupa görmemiş ne de olsa, onun için geri ve kaba” dediler. Paris’te evlenme teklifi yapmak ya da almak, Paris’te nişanlanmak, Paris’te aşkını itiraf etmek, Paris’te doğum yapmak, Paris’ten bavullar dolusu yeni moda-mevsim kıyafetleri ile dönüp sosyetik(!) toplantılarda arzı-ı endam etmek ve Paris’te özellikle de Sorbon’da okumak… çok önemli idi ve kişinin değerini bir anda artırıyordu(!).

* * *

Bir gün ben de gittim oraya. Yine kongre içindi. Toplantılardan artan vakitlerde onu tanımaya çalıştım, biraz da sevmeye. Ama olmadı. Ya anlatılanlar yalandı, ya da ben onu anlamayacak kadar cahil ve ruhsuz idim? Hangisi doğruydu(?) çözemedim!

* * *

Yıl 2000, aylardan Temmuzdu. Cehennem (?) sıcağı denip iki gün tüm yurtta resmî tatil ilan edilmişti. Bavulda yalnızca yazlıklar vardı, çorap bile yoktu. Sabah 06.00 civarında havaalanında toplanıp hareket ettik. Ve meşhur (!) Orly havaalanına indik. Bu ilk hayal kırıklığı idi. Çünkü İstanbul Atatürk Havalimanı ile kıyaslanınca çok köhne görünüyordu. Şehre geldik, otele indik. Küçük, derli toplu, sevimli bir taş oteldi, temiz ve güvenliydi. Lüksü yoktu ve bana göreydi. Sabah kahvaltısını hevesle bekledim. Çünkü en sevdiğim kahvaltılık peynir idi. Değil peynirsiz bir kahvaltı, diğer yemekler bile eksikti ve Fransa peynir cenneti (!) idi. Ama yine yanılmıştım. Vatanımda iken dönüp bakmayacağım, cıvık, kötü kokulu, garip tatları olan şeyleri peynir çeşidi olarak sunmuşlardı. Ve kahvaltının tüm keyfi kaçtı.

* * *

Aylardan Temmuz idi. Ama hava buz gibi. Birkaç yazlığı üst üste giymek, üstüne yazlık ceket takmak ısıtmadı. Gece otelde kaloriferi açıp ısınmaya çalışmak bile yetmedi. Soğuk içime işledi. Caddelerde kimi pardösülü, kimi de “mevsim yaz” diyerek ruhunu mutlu etmeye çalışan yazlık elbiseli kadın ve erkekler dolaşıyordu ve mevsimi anlamak sokaklardaki kıyafetlerden mümkün görünmüyordu.

* * *

Paris çok eski bir şehir. Taş binalar, kilise, katedral ve köprüler, Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, her olaya (veba salgını, zafer, yenilgi, reform…) dikilen anıtlar, geçitler, heykeller, depremden etkilenmediği için ayakta kalmış, bu güne kadar da ulaşmış. Paris’i Paris yapan, aslında onun 1800–1900 lerin başı ve 2000 ler de de aynı mimari yapı ve şehir haritasını koruması. 1800 lerin ressam tablo ve resimleri ile bugünkü fotoğrafların arasında hiçbir fark yok. Yani mimari de, yol da, sokak da, yolun genişliği de hatta ağaçlar bile aynen muhafaza edilmiş. Gençliğinde Paris’i görmüş –gezmiş-okumuş- biraz yaşamış olanlar, yıllar sonra geri döndüklerinde, aynı hatıraları yeniden yaşayarak dolaşabiliyor, hatıraları olan taşı-ağacı-sokağı hatta lokanta ve kahvehaneleri (cafe) yeniden görüp geçmişi yaşayabiliyorlar. Ve bunu yazdıkları zaman da Paris, Paris oluyor, herkesin gözünde büyüyor.

Şanzelize denilen o koca cadde, hâlâ 200–300 yıllık fotoğrafların aynı izleri taşıyor. Bir şehri, şehir yapan da zaten bunlar oluyor. İstanbul’da Göksu, Haliç, Beykoz sırtları, Çamlıca, Eyüp Sultan, Yeni cami, Kadıköy sahilleri eskisi gibi olsaydı, masal ülkesi–şehri İstanbul, Paris’in lafını bile ettirmezdi. Bunca yıkıma, talana rağmen hâlâ İstanbul olarak anlı-şanlı ise bunu yıkımdan kurtulan tarihî eserlere, Boğaz ve Haliç’e ve Allah’ın hikmetine borçluyuz. Biraz da İstanbul sevdalılarına. Deprem ve yangınları göz ardı edersek eğer. Ama eğer biz bu ihaneti yapmasaydık, dünyanın gözdesi Paris değil İstanbul olurdu. Gerçi yine en gözde. Dünyanın hiçbir şehri bu kadar önemli ve güzel değil. Ama Paris gibi para kazanamıyorsa bu bizim suçumuz.

Şehri aynen korumak neden Avrupa’da mümkün de bizde değil. Bunun çok sebepleri var. Mimarlar, şehir planlamacıları, sosyologlar, psikolojiyle uğraşanların farklı yorumları tabii ki var. Ama çok faktörlü olduğu da kesin. Anadolu’nun deprem bölgesi olması, sık çıkan yangınlar, Türk’ün hep ileriye bakması ve yeniliklere açık olup geriye bakmaması, Türk’ün göç karakteri (hep ileriye, hep batıya…), kullandığı malzemenin taş değil ağaç olması, hafif malzemenin kullanım ve yapım kolaylığı, taş işçiliğinin kölelikle beraber –ağır işçilik- olması, bu işçilikte insanların sınıf farklılıkları ve hak yenmesi ve bu toplum yapı ve davranışının da bizim milletimizde olmayışı…. Ve artan nüfus. Ayrıca Anadolu ve Türk hep mazluma kucak açmış, hep göç almış. Her göç ile şehrin yapısı da dokusu da değişmek zorunda kalmış.

Ve Türk, tarihî ve kalıcı eserlerini hep fethettiği yerlere yapmış. Aldığı vergiden daha fazlasını oranın imarı için harcamış. Ve Anadolu’yu ihmal etmiş. Ve kalıcı eserlerin olduğu yerler şimdi de “yad el” olunca ve de gelişmiş (!) medeni(!) batı bu eserleri bildiği gibi koruyunca (!) geriye kalanlar şimdiki şehirler olmuş. “Ve” leri çoğaltmak mümkün.

Türk, askerlikle, savaş ile uğraşırken Anadolu’da kalıcı şehir bırakamamış. (ya da az!)

Bir de şehri şehir yapan temel tabiat değerlerini yeterince koruyamaması, işin tuzu biberi olmuş. Çocukluğumda şimdi Ankara Adliyesinin olduğu yerde şırıl şırıl akan çay vardı ve ben annemle Sıhhıye-Kızılay’a gittiğimde onu seyrederdim. Şimdi kim Ankara’nın ortasından çay aktığını hatırlıyor? Amasya’da Yeşilırmak, Kırıkkale’de Kızılırmak, Eskişehir’de Porsuk ve Tokat’ta, Ardahan’da… hepsi birer çöp-lağım deresi olmuştu (şimdi biraz daha düzelmeye başladı). Ama Paris’te Sen, Budapeşte’de Tuna, Prag’da Vltava, Frankfurt’ta Ren… Tarihten bugüne değin hâlâ tabloları, fotoğrafları, romanları ve filmleri süsleyen gezinti, yeşillik tabiat mekânları ve güzellik alanları…

Nehirleri, gölleri mahvetmenin, mimarideki gibi bazı geçerli sebepleri bile yok.

Paris’te mimari korunmuş. Ama saygı da duyulmuş. Zafer anıtı-geçidinin üst katından Paris’i seyrediyorsunuz. Tüm yollar caddeler, binalar cetvelle çizilmiş gibi düzgün sıralanmış. Ve ufukta Şanzelize’nin devamında modern Paris görülüyor. Ağaçlarla kaplı tarihî Şanzelize, modern Şanzelize ile (!) devam ediyor ve ufukta hiç biri bir diğerine benzemeyen dev ve şık gökdelenler ile modern Paris seyrediliyor. Ve bu yeni şehrin, tam Zafer anıtına denk gelen simetriğinde modern bir zafer anıtı şeklinde yapılmış olan gökdelen arzı-ı endam ediyor. Saygı duymamak ve takdir etmemek ne mümkün.

Bizim mimarimizdeki asıl sıkıntı, yeni yapılaşmadaki zevksizlik, kişiliksizlik ve hayata, tabiata, vatan toprağına yapılan ihanet… Artık hiçbir Anadolu şehrinin bir diğerinden farkı kalmadı. Geçmişteki, Türk’e ait şehir özellikleri, kibrit kutusu apartmanlarla silindi, gitti. Bahçeli, avlulu, cumbalı, çeşmeli evler, sokaklar, bahçedeki dede yadigârı dutlar, kirazlar, cevizler yok oldu. Hem de müteahhitten alınan, kirasına göz koyulan 2–3 daire uğruna. Bursa’da atalarımız ovaya ev yapılmasına izin vermemiş. Tüm evler dağın yamacında. Böylece hem verimli arazi korunmuş, hem de yamaçta rüzgâr alan, nemden korunan, kimsenin diğerinin manzarasına müdahale etmediği… mimari ve şehir çıkmış ortaya. Şimdi tüm Bursa ve Adana ve Mersin ve Antalya ve Aydın ve… …‘n verimli toprakları çirkin apartmanlarla dolu… Adana garajındaki portakal çiçeği kokusu artık yok. İzmir’de iyot kokulu deniz de… Ve Rize… Karadeniz mimarisinin tahtalı-taşlı iki katlı evlerinin yada taş konaklarının çaylıklar, portakal-mandalin ağaçları arasındaki yamaçlarda, deniz manzaralı yerleşimi artık yok. Tüm sahil 10–15 katlı, kişiliksiz apartmanlarla çevrili. Artık ne sahil yolundan geçenler Rize’nin o genç kız güzelliğindeki köpük köpük yeşilini, dağlarını, şelalelerini görebiliyor ne de Karadeniz’den gelen yağmurlu rüzgârlar çaylıklara ulaşıyor. Rizeli yetkililer, bu binalara ruhsat verirken, arkadaki asıl gelir kaynağı olan çaylıkların iklimini bozduklarını, yani asıl gelir kaynaklarına ihanet ettiklerini dikkate almıyorlar. Rize şimdi, dağlara, yeşile ve denize meydan okuyan, çirkin-yaşlı-çok makyajlı kokanaların (apartman) istilası altında. Rize’nin yeşili yakında ruhunu yüce yaradana teslim etmeye hazırlanıyor.

Rant kapısı olarak görülen dere yataklarına apartman diken, sonra sel baskınında “devlet nerede” feryatları edenler biz değil miyiz?

Atalarımız şehirde tepeye fıstık çamı (manzarası güzel) , yamaca selvi (erozyona karşı), sahil-iskele-çeşmebaşı-yol kenarına da çınar (altında insanlar toplansın, sosyalleşsin, dinlensin diye) dikerlermiş. Bunlar bir zekâ, izan, vatanseverlik, tabiata saygı örneği değil mi?

Bizim şehircilik adına yaptığımızın adı ne?

* * *

Fransa denince hele de Paris, insanın aklına moda ve güzel Fransız kadınları geliyor. Çünkü moda dergileri ve filmler böyle söylüyor. Fransız kadınları aslında güzel değil, ama zarif. Zarafetin temelinde de incelik-zayıflık geliyor. Buna biraz da uzun boy ilave olunca iş tamamlanıyor. Aslında zarafeti sağlayan yalnızca bu da değil, aynı zamanda da sadelik. Hiçbiri moda dergisinden fırlama değiller (bizim tersimiz). Ne kuaförlü saç, ne bol makyajlı yüz, ne son model kıyafetler var üstlerinde. Yalnızca sadeler ve zarifler. Parisli kadın kendine özel, kişilikli ve başkası olmaya özenmiyor. Kara saçını sarıya, kara gözünü maviye çevirmek için uğraşmıyor. Kendine has, sade, ince olan, kendine güvenen de güzel görünüyor.

Paris’te neler var: Dar sokakları daha fazla daraltmamak için küçük Fransız arabaları, küçük (butik!) taş oteller, birkaç yüzyılın izini-hatırasını koruyan, çivisine bile dokunulmamış sokak kahveleri (cafe!), akşam işten çıkınca yapılan kahve sohbetleri, sakin caddelerdeki meşhur markaların şık ama ateş pahası vitrinleri, korkunç fiyatlı kuaförler, karınca yuvası gibi Paris’i yeraltından dolaşan sayısız yeraltı treni hattı, uzun kuyruklar hâlinde Louvre’a Eyfel’e girmek için bekleyen turistler, artık her Avrupa şehrinde bolca görmekten bıktığımız katedraller, taş heykeller, anıtlar, kahramanlar(!), bolca heykel kılığına girmiş pandomim sanatçısı öğrenciler (harçlık kazanmak için), yine Avrupa’nın her şehrinde görülen ressamlar sokağı ve bol bol meşhur olmayı hayal eden, aslında güzel de çizen ressam adayları (Sakrekür tepesinde), Eyfel etrafında mekân tutmuş seyyar satıcılık-işportacılık yapan çok sayıda şaklaban Afrikalı göçmen gençlik…

Müzeyi özellikle Louvre ve Londra’daki British Müzesini gezmek önemli ve gerekli idi. İngiltere’ye gitmedim. Ama Louvre’u da göremedim. Bitmeyecek bir kuyruğa takılıp, sıra bana geldiğinde de müze kapanış saatini görmek anlamsız olacaktı. Ama bu benim için bir eksiklik idi. Övünülmeyecek bir tarihe sahip İngiliz ve Fransız gibi milletlerin, dünyanın en gelişmiş tarihî miraslarını nasıl toplayıp-çalıp- kandırıp orada sergilediklerini ve sonra da asıl sahiplerine, kendi eserlerini nasıl para ile sadece gösterdiklerini anlamak için… Ve geçmişte yaşamış olanların, aslında bizden geri olmadıklarını da fark etmek için…

Mulen Ruj, Kreyzi Hors gibi Paris’in çılgın eğlencelerinin (revü) yapıldığı mekânları anlatmak uygunsuz ve gereksiz. Ama oralardan bile alınacak dersler vardı: Kaç yıllık olduğunu bile bilmediğim bu eski mekânlar hiç restore edilmeden korunmuş, aynı eski tahta sandalye ve masalarda hizmet veriyordu. İçeriye girmek için en önemli şart formel (!) kıyafet yani düzgün elbise idi. Çekim, fotoğraf yasaktı. Ve en önemlisi, boğazımıza tıkıştırılan hızlı bir yemekten sonra masalarda tek bir çatal-bıçak-bardak kalmamak üzere her şeyin toplanıp mutlak sessizliğin şart koşulmasıydı. Revü kızları sanat (!) icraa ediyorlardı ve saygı duyulmalıydı. Ve de bu saygı “turist üzülür” denmeden zorla uygulattırılıyordu! Biz bir konferansta bile bunu sağlayamıyorsak bu bizim ayıbımızdı.

* * *

Bir çocuğa sordum: “Paris ne demek?” cevap verdi: “Aşk şehri diyorlar, neden ki?” Çocuğun kafasında bile yer eden bu Paris neden aşk şehri idi? Aşk, Allah’ın yarattığı, çoğu kez karşılıksız, tarifsiz, elde olmayan, bazen imkânsız, çokça hayal kırıklığı, ama insanın ayağının yere basmadığı, gözünün başka şey görmediği, kalbine söz geçiremediği bir yoğun duygu bombardımanı idi. Ve bu bombanın etkisi nasıl geçerdi, atom bombası gibi kanser mi yapardı(!) bilinmezdi.

İnsan Paris’e gidince mi aşık olurdu? Ya da aşık olunca mı Paris’e gider ve anca orada aşkını yaşardı? Yalnızca Parisliler mi en iyi-güzel-mutlu aşkı tadardı? Ya da Paris dışındaki aşklar gerçek aşk değil miydi? İstanbul’daki, Bağdat’taki, Afrika’nın çölünde, Arjantin’de, Amazonlardaki aşk, çoban Mehmed’in, Karacaoğlan’ın, Şirin ile Ferhat’ın, Aslı ile Kerim’in aşkı başka bir şey miydi? Paris çok güzel olduğu için mi burada insanlar aşık oluyordu. O zaman Mecnun’u çöllerde gezdiren Leyla aşkı ne idi? Karacaoğlan dağların tepesinde, kayaların kovuklarında, kuru ağaçların altında iken, çoban Mehmet Fadimesine-Zelihasına yanıp, kavalını bozkırda çalarken bozkır onun aşkını öldürüyor muydu?

“Paris’te aşk” bir safsataydı. Paris’te aşk, bir satış, bir sunuş, bir Paris pazarlaması idi. Hem de çok başarılı bir pazarlama…

Paris’te aşkın bir avantajı vardı: Etrafındaki yeşili korunmuş Sen nehrinin suları. Ve kenarına oturup sevgilinin dizine başını dayayıp hayale dalacak bir güzel su kenarı vardı. Bizde yok edilen güzellikleri hatırlayınca bu bir artı puan demekti.

Ama aşk asla Paris’te değildi. Materyalist bir zihniyetin aşkından ne olurdu ki? Aşk, Allah’ı bilen kalplerde daha güzel, daha ulvi, daha temiz ve gerçek idi. Daha derindi ve Türk Edebiyatı eşsiz aşklar ile doluydu.

Paris’in belki tek temiz aşk hikâyesi Notre Dame’daki Çingene kızı Esmeralda’ya olan kambur çancı Quasimodo’nun aşkı idi. Ama Notre Dame kilisesinin her yerinden fırlamış sayısız şeytan başı, azgın köpek, şekilsiz yaratık başlı heykelleri görünce, “böyle bir korku binasındaki aşkı, anca bir zavallı Quasimodo yaşayabilirdi” diye düşünmemek de mümkün değildi.

Ve entel Türk büyükleri (!) Paris sözü açılınca Sen nehrinin kenarında oturup şarap eşliğinde Fransız peyniri ve ekmeği yemeyi hayal edip, özlem duyuyorlardı.

* * *

Fransa’da en bilinmesi gereken gerçek, ya tarzanca anlaşmayı göze almak ya da Fransızca bilmekten geçiyor. Çünkü herkes bilinçli olarak her soruya Fransızca cevap verip, İngilizce konuşmuyor, satıcısı da, garsonu da. Çünkü burası Paris ve herkes, tüm dünya Fransızca bilmek zorunda (!).

Dillerine duydukları bu kadar saygı için onlara yalnızca şapka çıkarılır. Darısı bize inşallah…

* * *

Paris caddeleri sessiz ve sakin. Çünkü taksi yok. Taksi yalnızca bilinen bir yerden (otel, lokanta, kongre merkezi…) telefon ile çağrılınca gelip sizi alıyor. Boş dolaşan taksi hiç görülmüyor: (Belçika, Hollanda da böyle).

* * *

Paris’in yemekleri, Fransız mutfağı, Avrupa’nın ve hatta Kuzey Amerika’nın (olmayan) yemeklerini yani yalnızca az pişmiş kanlı biftek, deniz mahsulleri, kızarmış patatesi düşününce aslında iyi bir mutfak. Çünkü çeşit var. Ama lezzet işi tartışmaya açık: Sos ile çeşitlendirilmiş, lezzet verilmeye çalışılmış yemekler, tatlı ile tuzlunun aynı tabakta buluşması, az pişmiş etler, şarap ile terbiye edilmiş malzemeler… Fransız mutfağının ünü sunuş başarısından geliyor. Çünkü tabaktaki yiyecekler birer sanat eseri havasında süslenip de getiriliyor. Renk-şekil çeşitliliği, her yemeğe farklı bir içki bardağı, renk renk içkiler-likörler-şaraplar… İçki tadını hiç bilmesem de renklerle ve bardaklarla benim bile gözümü boyuyorlar. Ama şekerli etler, tuzlulu tatlılar, yanmış şekerli tatlılar, sebze sapları ile süslenmiş tabaklar… bizi kandıramıyor.

* * *

Fransa’da bir ilaç fabrikasını gezdim: Fabrikadaki her bölümü (araştırma, inceleme, imal, paketleme, kalite kontrol vs…) ayrı binalara yapmışlar. Binaların her biri köyde, kasabada olması gereken temel binalar modelinde yapılmış: Okul şeklinde imalathane, kilise şeklinde paketleme, ev şeklinde araştırma laboratuarı… Binaları orman içine yerleştirmişler. Binaların arasında tavşan, sincap, kuşlar ve geyikler dolaşıyor. Kimse dokunmuyor. Fabrika huzur da imal ediyor.

Parizyen ismi nerden geliyor? Paris gibi, Paris usulü, Paris imalatı, Paris gibi asil ve batılı demek mi?

İstanbul’un Allah vergisi güzelliği mi, Paris’in entel abartısı mı?

Paris mutlak görülmesi gereken bir şehir asla değil (farklı düşünenler olsa bile).

Paris alışveriş için para saçılacak bir şehir, Fransızlar da alışveriş yapıp zengin edilecek bir millet asla değil.

Paris bir satış harikası…

* * *

Paris’te Şanzelize’nin kenarlarındaki binaları (eskidi diye) yıkmayı, yerine rant kapısı yeni binalar dikmeyi, kimse akıl edememiş (!).
Sen nehrine kanalizasyon borusu bağlamayı da…

* * *

Paris’te Zafer anıtının altındaki kaç yüzyıl öncesinde ölmüş Fransız kahramanlarına (!) şık giyimli yaşlı bir aristokrat Fransız hanımı, arkasındaki askerî ekip desteğinde, tören havasında anma çelengi yerleştiriyor.

Paris’li akşamüstü, Şanzelize kenarında kahvesini yudumlar, ya da şarabını içerken, burada birileri Paris’e gitmeyi ve bavullar dolusu yeni kıyafet ile geri dönmenin hayalini kuruyor…

Ve Paris dönüşünde nasıl “Azizim (!) ben Paristeyken…” cümlesi kuracağının hayalini de…

Yeni bir modanın da öncülüğünü yapıyor: İstanbul’da sosyete çocuklarında “Paris” ismi giderek artıyor.

Prof. Dr. Filiz Yavuz AVŞAR / T.O. Hanımlar Kurulu Başkanı