TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

“Toprak Rengine” Yeşil Düşmüş

Bir yıl önce hemen aynı tarihlerde gitmiştik oraya, yaklaşık 40 kişilik heyetle. Fakirlik, sefalet, cehalet, açık lağımlar, toplanmayan çöpler, 5 metreye yükselen sabit toz bulutu, açıkta pişen yemekler… Hükümetin olduğu, devletin olmadığı, düzenin olmadığı bir ülke idi gördüğümüz. Döndüğümde ülkemde attığım her adıma, her uygulamaya, düzene, akla dua etmenin gelmeyeceği her şeye bakıp dua ettim, şükrettim. Milyonlarca nimet içinde yüzdüğümüzün, beğenmediğimiz (ideallerimizdeki devlet kavramına kavuşamadığımız için) devlet idaresinin aslında çok şeyi hallettiğini görmemiz gerektiğinin farkına vardım.

Biz orada olmalıydık. Orada yapılacak çok iş vardı. Yolu gözlerini, beyinlerini biz açmalıydık. Meydanı batıya bırakmamalıydık, sömürülmemesi için. Yeniden gencecik bedenlerin toprağa, şahadet pınarını içmek için, düşmemesi için. Doğunun, aydınlığın doğduğu toprakların, bizim de geldiğimiz toprakların, İslam’ın nurlu ışığının düştüğü toprakların, kapitalizmin vahşi çarklarının dönmesine hizmet etmemesi için.

Orayı savaş mahvetmişti. Önce komünizmin, Rusya’nın dehşetini, sonra batının yetiştirdiği Taliban’ın dehşetini, şimdide barış için geldiğini söyleyen, ama ne için geldiğini tüm dünyanın bildiği Batı’nın dehşetini yaşamış (hâlâ yaşayan) ve her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalmıştı. Başlayacağı da hâlâ garanti değildi.

Bülent, Afganistan’dan gelen bir gurup öğretmen ile Konya’ya giderken yolda konuştuklarını anlatmıştı. Afgan öğretmen demiş ki: “Uruş nedir bilir misin? 30 yıldır uruş var orada. Cehennem neresiyse, Afganistan’da onun bir üstü…” Evet, orası, hiç durmadan 30–35 yıl uruş yaşadı.

Ekip önce, yaklaşık 10 kişi, kuzeye gitti, Mezar-ı Şerif’e sünnet kampanyası için. 300 çocuğu sünnet yaptılar. Hindikuş dağlarından geçtiler. Kuzeyin, yani güney Türkistan’ın havasını kokladılar. Amu-derya’nın, buz gibi derelerin suyunda donmamak için 1 dakikada abdest aldılar. Serin rüzgârlar yüzlerini yalarken, yeşil bayırlarda namaz kıldılar. Sarp geçitlerden, engebeli arazilerden arabaları hoplayarak geçerken yollarda yalnız başı karlı Hindikuş dağlarını değil, yanık-kırık-bozuk-hurda tankları da -Ruslardan kalan- seyrettiler. Dağları seyretmek, Güney Türkistan’ın havasını içlerini çekmek için indiklerinde soğuk ve rüzgârdan nefes alamadıklarını hissettiler… Ama Güney Türkistan’ı, topraklarımızı gördüler. Ben… Sadece dinlemek ve hayal etmekle yetindim.
Heyet güzel şeyler anlattı:

Ana –baba savaşta ölmüş bir çocuk, 8–9 yaşlarında. Sünnet olmaya kendi ayakları ile gelmiş, masaya kendi yatmış. Pembe yanaklı, çekik gözlü Özbek çocuğu gıkını çıkarmadan olmuş sünneti, kalkmış. Tek isteği olmuş: sünnet sonrası, Türk heyetinin dağıttığı ay-yıldızlı şapkayı almak!

Heyetin dağıttığı sünnet kıyafeti, asa, şapka, terlik öyle mutluluk kaynağı olmuştu ki, ayağına terliğini almayan balalar çekip gitmemiş oradan.

Yollarda zaman zaman hız kesmek için atılmış toprak – kum yığınlarına rastlamış heyet. “Aslında” diyorlar, “bu kum – toprak yığınlarını yola ne rüzgâr doldurmuştu, nede resmî görevliler”. Yol kenarında, savaştan kalan hurda kamyonların kasasını dükkân hâline getirmiş olan, içine üç-beş içecek yerleştiren yerli ahali, bu engellerde yavaşlamış, durmuş araçların yardımına (!) koşup, yolu kürekle temizliyor, sonra da dükkâna çağırıp alışveriş, yaptırıyorlarmış. İyi bir metod. Kapitalizmin kuralları, her yere giriyor, metodlar farklı da olsa, sonuç aynı! Tüketimi destek. Buna belki de tüketmek dememeli. Afganistan için geçim yolu demeli.

Gece boyu, ekip sorumlularından bir devlet büyüğü (K.Ö) sayıklayıp durmuş rüyasında:
—Arkadaşlar, şöyle yapsak daha iyi olur. Şunu böyle yapalım. Programın şurasına…
Devlet olmak, hele de büyük Türk Devletinin temsilcisi, bunu gerektiriyor zaten. Rüyada bile devleti düşünmek…

* * *

Kuzeyin gerçeklerinden biz dönelim Kâbil’e:
Geçen seneki şehrin tamamına hâkim olan –eğri büğrü, tümsekli toprak yolların bir kısmını (-ana yollar) Japonlar asfaltlamış. Dolayısı ile toz bulutu 5 metreden 2 metreye düşmüş şehirde. Ama ara yollar, ara caddeler hâlâ toprak ve ana yollar dâhil hâlâ lağımlar, pis su kanaletleri, yolların iki yanında açıktan akıyor. Sebzeler de et ve ekmekler de bu suların kenarındaki tezgâhlarda sergileniyor. Ama trafik karmaşası biraz azalmış. Yolların ortasına beton bloklar koyarak yolu geliş gidiş olarak bölmüşler. Ancak hâlâ siren sesi – ambulans sesi gibi korna çalan deli-sürat giden arabalar ile trafik karmaşası da, bizim içimizin dışına çıkması da devam ediyor.

Gece yollar bomboş. Emniyet hâlâ tam değil. Sağlık Bakanının resepsiyonundan dönüyoruz. Şoförümüz “safari sürüşü” yapıyor, ama şehir içinde hoplayarak, zıplayarak 110 km hızla. Son seferde mm fark ile önüne çıkan arabaya çarpmaktan son anda kurtarıyor. Ama ne gam! Aynı sürat ile sürmeye devam ediyor. Arabadaki 3 öğretim üyesinden “Allahu ekberBismillah” nidaları yükseliyor. Şoför bu dili anlıyor ve biraz yavaşlıyor. Biz “adam oldu” dedik ama bizi yanılttı. Son noktayı o koydu: otele gelmeden soldan beton bloklar, sağdan başka bir arabayı hedefleyip, ikisinin arasından mm farkı ile bizi hızla geçirip, arabanın frenine bastı. Önce “Allahuekber” “ölüyoruz” derken 1 sn sonra “oh, şükür” sesi çıktı ağzımızdan. Şoförün umurunda mı? Yalnızca bizimki değil, hepsi böyle şoförlerin.

Geçen sene yalnızca “toprak renginde” görülen şehir, bu sene yeşermeye başlamış. Ufak park düzenlemeleri, ağaç dikimi başlamış. Yer yer de olsa yeşillikler artık toprak renginin arasından baş vermeye başlamış. Halkın fide satışlarına ilgi gösterdiğini, çünkü bazı yerlerde ağaç fidelerinin satışa sunulduğunu gördük.

Burkalı kadın sayısı geçen seneye göre daha az. Ancak Vardak vilayetinde tüm kadınlar burkalı, erkekler sakallı idi. Çünkü burası Taliban kontrolünde ve hâlâ onların kanunları işliyor.

Dilenci sayısı yine çok ama bu sefer biraz şekil değiştirmişler. “Badi gard olayım size” diye gelenler, ciklet satmaya çalışan çocuklar, tütsü kutusunda artık tütsü yapmadan bir teneke ile peşimizde dolaşan çocuklar var.

Bazı konularda insanların rahatladığını görmek de mümkün:

Parkta kız-erkek arkadaş gruplarının dolaştığını, kadınlar için Babür Şah’ın (müze-park) bahçesinde yüzme havuzu yapıldığını, modern düğün törenlerini ve düğündeki Türkiye’den farklı olmayan genç kız kıyafetlerini, danslarını, jöleli boynu zincirli İngilizce konuşan delikanlılarını, çevreye açık-güler yüzlü damat ve gelin ile ailelerini, düğün için süslenmiş ışıklandırılmış otel ve ağaçları görünce bunu hissetmek mümkün.

Kâbil’de bilimsel toplantımız ise geçen seneden daha kalabalık ve daha bilinçli dinleyici kitlesine sahipti. Geçen sene tüm konuşmalar boyunca hiç susmayan cep telefonları, bu sefer daha az çaldı toplantıda. Daha makul sorular vardı. Daha bilinçli istekler ve eğitim arzusu. Geçen sene toplantıda talibanın izleri daha çoktu. Görünüşleri, kıyafetleri ile şüphe uyandıran çok sayıda doktorun gösterdiği tepkilerde bu şüpheyi doğruluyordu. Kronik böbrek yetmezliğinin şu anki dünyadaki sayısı ile tedbir alınmazsa, 10 yıl sonra dünyadaki tahmini sayısı hakkında rakamlar veren klinik şefi ile diş sağlığına dikkat edilmezse gelecekte kalıcı kalp ve böbrek hastalıklarına sebep olabileceğini söyleyen konuşmacıya salondan aynı tepkiler gelmişti: “siz geleceği, gaybı nasıl bilebilirsiniz ki rakam veriyorsunuz. Siz kendinizi Allah mı sanıyorsunuz.” Tepkilerden sonra, konuşmalarımızda tahmini istatistiklerden bahsetmeyi bırakmıştık. Bu sene bu tepki de yoktu, böyle dinleyiciler de. Ama aramızda kadın hastalıkları doğum toplantısında –yaşı geçkince bir Amerikalı vardı. Ne anlattığımızı teftiş ediyordu muhtemelen. Ama bilmiyordu ki vatanımızın içinde ihanet çok olsa da, dışarıda Türk, iyi şey yapar. Bunu Afgan vatandaşı da biliyordu. Bu yüzden Türk askeri, arabası, konvoyu her yerde Türk bayrağını dalgalandırarak rahatça dolaşabiliyordu. Tüfeksiz dışarıda rahatça duran Türk askerine, eli ile işaret yapıp “derhal zırhlı araca gir, makinelini eline al, dışarıda tehlikedesin” diyen ABD’li askere, Afgan vatandaşı cevabını veriyordu: Askerlerimizi kucaklayıp, “müslüm birader” diye bağrına basıyor, sonra ABD li ile askere dönüp, eli ile, “zırhlı araca sen gir, sen silahla dolaş, asıl sen tehlikedesin “ diyerek onu arabaya itiyordu.Bunu bilen ABD liler korktukları yerde kollarına, arabalarına Türk bayrağı takıp dolaşmaya başlamışlar. Yetkililerimizce tesbit edilince, haklarında gerekli işlem yapılmış. Bunu iyiye mi yormak lazım: Türk’ün gücüne, duyulan güven diyerek. Ya da objektif olmak mı lazım: Türk bayrağı ile Afgan halkına zulmedip suçu Türk’e yükleyebileceklerini düşünerek.

Afganistan’da Birleşmiş Milletler, bir kalkınma plânı hazırlamış (PRT). Buna göre her ülke, bir eyaletin imar-kalkınma işini üstlenmiş. Türkiye’nin üstlendiği bölge Vardak eyaleti, Kabil’in hemen güneyinde. “Neden güney Afganistan da, Türklerin çok olduğu kuzey-yani güney Türkistan değil(?)” dedik. “Türkiye zaten kuzeyi hep destekliyor. Ayrım yapıldığı düşüncesi olmaması için güneyi seçtik” dedi yetkililer. Birgün sağlıkla ilgili bir proje yapmak için dört kişi, zırhlı araç ve özel güvenlik ekibi eşliğinde oraya gittik. Türkiye oraya tertemiz çiçekli-düzenli bir tesis kurmuş ve sistemi işletmeye başlatmıştı. Sistemin başarısı dolayısı ile ödüllendirildiğini de öğrendik. Afganistan’ın tek asfalt şehirlerarası yolu Vardak’tan da geçip Kandahar’a giden bu yol. Yol paralı. Ama bizim otoyollar gibi değil. Kasaba - köy yakınlarında, yollara, eski rus tanklarının paletlerini döşeyip araçları yavaşlatıyor ve kontrol noktası adı altında gelip geçen araçlardan para alıyorlarmış. Vermezsen tüfekler hazır. Polis kulübeleri de eski Rus kamyonlarının kasaları. Vardak çok geri kalmış bir vilayet. Ama geçen yıl 64 doktor çıkmış bu vilayetten ve bu onlar için gurur kaynağı olmuş. Bu başarının önemi, burası Taliban kontrolündeyken ve Taliban’ın tüm okul ve eğitim sistemlerine tartışmasız karşı olduğunu bildikten sonra idrak etmek zor değil. Taliban hâlâ korku unsuru. Mesai öğleden sonra 15.30 da bitiyor. Çünkü insanlar yolda, onlarla muhatap olmak, geceye kalmak istemiyorlar. Kadınların tamamı burkalı, erkekler sakallı. Başka türlüsü mümkün değil, cezalandırılırlar. Burada fotoğraf çekmekte büyük sıkıntı. Burkalı hanımlar gözleri dâhil hiçbir yerleri görünmezken bile, fotoğraflarını çekerken hep sırtlarını döndüler bize. Belki normal karşılamak lazım onları. “Time”de çıkan yüzyılın fotoğrafı diye anılan “yeşil gözlü Afgan kız” fotoğrafında çok incinmişler. Bize bile “ bu fotoğrafları basına vermeyin” diye söz verdirdiler. Ama o yeşil göz rengi Afganlarda çok yaygın ve bu renk –ton - dünyada kimsede yok galiba. Çok ta güzel…

Taliban işi sıkı tutuyor. Bir şehrin girişine astığı tabelayı anlattılar: “Buraya girilir, ama çıkılmaz” Yorumu size ait. Kadınlar hâlâ arabaların bagajında, steyşınların arkasında seyahat ediyor Ama Talibanın dindeki samimiyetlerini de (!) anlattılar, Türk güvenlik timleri. “Biz gelmeden camilerde Cuma namazı bile kılınmıyordu. Şimdi bizden utandıklarından mıdır nedir(? ) kılıyorlar. Ama ayakkabı ile camiye giriyorlardı. Yeni yeni öğretmeye başladık ayakkabısız girmeleri gerektiğini” Garip olan ise camiye ayakkabı ile giren vatandaşın, resmî dairelere girerken ayakkabılarını kapıda çıkarmaları idi.

Yollarda bizi düşündüren, üzen çok sayıda şehitlik gördük. Mücahitler, Ruslarla savaşırken şehit oldukları yerde defnedilmişler. Üstlerinde de birer uzun sırık ve ona bağlı çok sayıda, rüzgârda sallanan kumaş parçaları… Bakımsız gelişigüzel toprak-taş yığınından oluşmuş şehitlikler… Hayata garip gelmiş, garip gitmiş, kabirleri de garip, yalnız mücahitler…

Burada birşey öğrendik: Vardak’ta ki hastanede tıbbi malzeme-ilaç-aşı desteğini İsveç yapıyor ve İsveç bayrağını her malzeme üstüne yapıştırıyor. Afgan halkı da bu iyiliğe minnettar. Ancak, iyilik bizim Türk işi iyilik değil. Dünya Sağlık Örgütünden, buraya yapılacak tıbbi yardımı, ihale ile almış. Yani parasını alıp yardım yapıyor. Hem kâr, hem propaganda. Değişik ülkelerin, fakir ülkelere yaptığı yardımların nasıl yardım (!) olduğu gayet net artık zihnimde.

Afganistan için yazılacak çok şey var; anlatılacak da. Ama hepsini ayrı ayrı anlatmak da-yorum yapmak da kolay değil. İstatistiklerin “takribi” olarak anlatıldığı, plastik bidondan yapılmış çanta ile dolaşan çocukların, dağlarındaki parsellenmiş fahiş fiyatlı arazilerin, okuma yazması bile olmayan bazı memurların çalıştığı sağlık sisteminin, otobüslerin içine binek hayvanı ile binilen, otobüsün tepesinde otomobiller taşınan Türkiye için bile fahiş sayılan fiyatlarda kiralık-satılık milyon dolarlık villaları olan, elçiliklerin, zengin(!) semtlerin sokağına barikatları geçmek için sılalom yaparak girilen, resmî binaların 3 kat koruma duvarı ve tel örgü ile korunduğu, ağ çay-gara çay içilen, parklarında kaval çalınan, bülbül öten, bir ülke.

Evet, bu ülke 1000 yılların savaş alanı. Üstünden sayısız cengâver, sayısız kalleş geçmiş, kan dökülmüş. Üstünden uçak geçmiş, havan topu gürlemiş, mermiler uçmuş, tanklar çiğnemiş, yanmış, yıkılmış, toz toprak olmuş. Ama yinede ayakta kalmış. Kalıntıları kaba-saba da olsa direnmeye devam ediyor. Evleri-binaları sıvasız, meydanları ağaçsız, yolları astsalsız, insanları ayaksız, bacaksız, kolsuz da kalsa, çocuklar damsız, öksüz yetim olsa da, ruhlarına artık aldırmazlık –umursamazlık-cehalet işlese de ayakta kalmayı başarmış.

Bu ülkeye yeşil düşmüş. 1 yıl önce buradan ayrılırken gökte ay-yıldız karşı karşıya gelmişti. Heyecanla kameraya almıştık onları. Bu sene uçaktan indik, yağmur yağmaya başladı, hem de üç gün. Geçen sene kupkuru olan, içinde kadınların çamaşır yıkadığı kabil nehri gürül gürül akmaya başlamıştı. Ağaçlar gövermeye, bülbüller ötmeye başlamıştı. Belliydi bir şeylerin değişeceği… Değişim yavaş da olsa başlamıştı…

1 yıl önce biz (Türkler) giderken gökte ay-yıldız doğdu. Bu sene ayak bastık, yağmur yağmaya başladı. Yağmur, rahmet demek. Afganistan’a rahmet düştü. Türk’ün gelişiyle…

Afganistan’a “toprak rengi” ne yeşil düşmüş: Yollar gövermişti, asfalt vardı; evler-duvarlar gövermişti, sıvanmıştı; şifahaneler (hastane) gövermişti, temizlenmişti; hava gövermişti, toz bulutu azalmıştı.

Kısaca, Afganistan’a yeşil düşmüş…
Tohumlar, yeşiller, ağaç olacak. Ama… Köylünün aylarca tohumun yeşermesini, ekin olmasını beklemesi gibi sabır ile beklenirse…
Elbet tohum ağaç olacak. Ama…
Eğer tefrika, yeniden Afganistan’a girmezse…

…………………………………………..

Dip not: Alpaslan, Anadolu’ya girerken ordunun sağ kanadında peştunlar varmış. Kaldığımız otelin olduğu semtin-bölgenin adı: Avşar tepesi. Afganistan da kendilerine “Kızılbaş denilen ve bu ismi kabullenmiş genişce bir etnik grubun olduğu, bunların Türkçe’yi Avşar Türkmenleri de olduğu biliniyor”. Vardak’a giderken (güney) yolda kara çadırlar, koyun-keçi-deve sürüleri vardı. Bu Türkmen kültürünün izleri. Arkadaşım Haşim “güneyde Peştun bölgesinde davul-zurna-halay vardır” dedi. Bir konuşmada Peştunların aslında Karahanlı Türkü olduğu konuşuldu. Ben tarihçi değilim. Peştunlar aslında Türk olabilir mi? Aslında burada tartışılması gereken konu Peştunların mı Türk olduğu, yoksa Peştunlaşmış Türklerin mi bulunduğu konusudur ve incelenmesi gereklidir.

Uruş: Savaş (vuruşma)

Ayşe YAVUZ, Toprak Rengi, Türk Yurdu Ekim 2006 Cilt:26 Sayı:230