Sarayova
09 Nisan 2007, Pazartesi.
Mevlana’nın Doğumu’nun 800. Yıldönümü Unesco’nun da desteğiyle dünyada Mevlana Yılı olara kutlanıyor. Türkiye 18 ülkede anma etkinlikleri düzenleyecek. Bunlardan ilki Saraybosna’da. Bu münasebetle Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın davetlisi olarak Saraybosna’ya gidiyoruz. Kalabalık bir grup. Gazete ve televizyonlardan medya mensupları, bürokratlar, sema ekibi, üniversiteden dört beş kişi.
Başıma ilk kez böyle bir şey geliyor. Arayıp haber verdiklerinde bizden bir görev beklenecek sandım. Öyle değilmiş. Heyetteki herkes gibi ben de gezme, görme ve dinleme hakkımı kullandım. Bu herhalde Müsteşar Mustafa İsen'in himmeti olmalı. Değilse bizi kim nereden bilecek?
9 Nisan 2007, Pazartesi. Öğle vakti Sarayova havaalanına indik. Günlük güneşlik bir hava. Kalacağımız Holiday Inn oteline yerleştik. Kısa bir süre sonra şehri gezmeye çıktık.
Yeni yapılmış camilerde modern çizgiler, Arap ve Kuzey Afrika tarzı dikkati çekiyor. Ama Osmanlı camileri, kubbeleri ve minareleriyle ta uzaktan, ufuktan gülümseyerek selamlıyor bizi. Ah bu “âh” eden camilerimiz!... Minareler ‘elif’, kubbeler ‘h’.
Bosna ile Türklerin çok eskilere uzanan bir gönül bağı var. Bu toprakların fethi bugünkü bazı şehirlerimizden daha eski. Söz gelimi, Trabzon’dan bir yıl, İstanbul’dan ise on yıl sonra 1463’te fethedildiğini düşünürsek, durum daha iyi anlaşılır.
Şehrin ortasından bir çay akıyor. Bu şehir yapısı, Balkanlar’da çok yaygın. Buralarda her köyün, kasabanın ve şehrin içinden bir akarsu geçiyor. Üsküp, Prizren, Edirne, Amasya ve Kastamonu gibi. Su kenarlarında, cadde boylarında tanıdık ulu Osmanlı çınarları.
İnat Kuçe
Şehrin ortasındaki çayı sağımıza alıp, caddeden yukarı doğru ilerlerken, solda azametli bir bina görüyoruz. Kütüphane binası olduğunu söylediler. Avusturya-Macaristan hakimiyeti döneminde, kendi mimari özelliklerine göre yapılmış. İlginç olan Kuzey Afrika mimarisinden de izler taşıması. Osmanlı üslûbuna alternatif olsun diye, onu gölgelemek için yapılmış. Binanın karşısında biraz yukarıda beyaz badanalı küçük bir ev gösterdiler. Üzerinde İnat Kuçe yazılı. İnat evi demekmiş. Rivayete göre, bu binanın arsası üzerindeki evin sahibi oradan çıkmayı kabul etmemiş, inadını sürdürmüş. Bunun üzerine evi olduğu gibi bire bir yolun karşısına taşımaya ikna etmişler. Bu olayın hatırası olarak İnat Kuçe’yi muhafaza etmişler.
Bir yere misafirliğe giderken eli boş gidilmez. Biz de yanımıza birkaç lokum kutusu almıştık. İnat Kuçe’yi seyrettikten sonra köprünün başından sola dönüp Başçarşı’ya doğru yöneldik. Yeşil ışık yandı. Elimdeki lokum kutularından birini, karşıya geçerken bize doğru gelen yaşlı ve yoksul olduğu her halinden belli bir hanımın eline tutuşturdum. Ne olduğunu anlamadı. Şaşkın şaşkın baktı. Kırmızı ışık yanmıştı.
Başçarşı
Buradan sola dönünce meşhur Başçarşı başlıyor. Boşnaklar ‘Başçarşıya’ diyorlar Boşnakça’da 2000 kadar Türkçe kelime olduğu söyleniyor. Dillerindeki Türkçe kelimeleri hemen tanıyoruz: Yatak, çizma, amanet, konak, müşteriya, tenekka, ocak, furunciya, kevapciya, burek, çiftlik, eyalet, sancak ocaklik, aga, kapudan, paşa, bey, medresa, kadi, müfti, vakufi, çeşma, şadrvan, truçiye (türkü)sevdah, zumbul (sümbül), bahçe, imam… Boşnaklar camide mevlud yapıyorlar. "Sabah hayrula, bayram şerif
mubarek olsun, Alah rahmeteyle" diyorlar.
Tek katlı, mütevazi ahşap dükkânların aralıksız sıralandığı sokaklar. Adları: Kuyumculuk, çizmeciluk, ciltciluk, aşçiluk, kazanciluk, halacı, sibilci, tabaci. Çeşit çeşit esnaf. Kahvehaneler, pastaneler, kahveciler, köfteciler, kebapçılar, halı ve kilim dükkânları, ayakkabıcılar, bakırcılar, ağaç işçiliği yapanlar, hediyelik eşya satanlar. Sanki Bursa’da veya herhangi bir Anadolu kasabasında gibiyiz. İşte, kapalı çarşının üstünde Brusa Bezistan yazıyor, yani Bursa Bedesteni. Az ileride, Başçarşı Sebil Meydanında özenle yapılmış bir çeşme. Konup kalkan güvercinler. Etrafta yükselen minareler, camiler, medreseler, bedestenler…
Caddeye paralel olarak inen sokağın devamında meşhur Gazi Hüsrev Bey’le karşılaşıyoruz. Kanuni döneminde uzun süre Bosna Sancakbeyliği yapan Gazi Hüsrev Bey (1480-1541). Onun adı buraları fetheden Fatih Sultan Mehmet ile birlikte anılıyor. Yaptırdığı cami, medrese, kütüphane, han, hamam, kervansaray, çarşı, kütüphane, tekke, medrese gibi eserlerle şehre damgasını vurmuş. Şehir, sonraki yüzyıllarda yapılan saat kulesi, dârülhadis, dârülkurra, imaret, sebil, çeşme, köprü gibi eserlerle gelişimini sürdürmüş. Burası dün olduğu gibi, bugün de Gazi Hüsrev Bey’den soruluyor. Bugün de camisinin avlusunda yattığı türbesinden burayı idare ediyor. Caminin avlusunda bekleşen, şadırvanında su içip abdest alan kadınlı erkekli insanlar, sanki sancak beyine arz-ı hâle gelmişler gibi.
Gazi Hüsrev Bey külliyesi ne kadar sade. Sehl-i mümteni gibi. İran mimarisinin yanında ne kadar yalın. Oysa mimarı, Yavuz’un Tebriz’i fethinde getirdiği sanatçılardan. Tebrizli Acem Ali.
Bosna-Hersek, Osmanlı döneminde çok sayıda devlet adamı ve şair yetiştirmiş. Sokollu Mehmet Paşa, Rüstem Paşa, Hadım Sinan Paşa, Damat İbrahim Paşa, Kara Davut Paşa, Topal Recep Paşa, Sofu Mehmet Paşa, Koca Mustafa Paşa, Tiryaki Hasan Paşa, Cezzar Ahmet Paşa tanınmış sadrazamlar. II. Bayezit ve Yavuz Selim dönemi vezirlerinden Hersekzâde Ahmet Paşa’nın da buralara önemli hizmetleri olmuş.
Bosnalı şairlerin içinde II. Bayezit’in veziri Yakup Paşa Mostar Şehrengizi’nin şairi. Mostarlı Ziyâi, Şîrî, Edâyî, Şânî, Nergisî, Zârî ve şüphesiz en tanınmışı Sabit sayılabilir.
Bosnalı Sâbit
“Diyâr-ı Bosna serhaddinde” Sarayova sokaklarında dolaşırken Bosnalı şair Alaaddin Sâbit’i aradı gözlerimiz. Kim bilir belki de kadı olarak bulunduğu mahkemenin loş odalarından birindeydi, göremedik. İçeride çalışırken zamanı tayin edebilecek bir saati bile yoktu:
Kaldık derûn-ı mahkeme-i teng ü tîrede
Leyl ü nehârı seçmeğe bir âlet isteriz
Veziriazam Kalaylı Ahmet Paşa’ya yazdığı kasidede, İstanbul’a dönmek için yanıp tutuştuğu anlaşılıyor. Mansıp diye verilen Bosna kadılığından memnun değildir. Borç içindedir. Görevinde üç yılını doldurmuştur. Hangi kapıyı çalsa, alay ederek “komayın, sersem geldi” derler. Öylesine beklenti içine girmiştir ki, kapı çalınsa kendisi için tayin emri geldi sanır:
Verdiler Bosna’da mansıb diyü bir cây-ı azâb
Göricek hâtıra vâdî-i cehennem geldi
Deyn-i vâfirle gidip hâ’ib ü hâsir geldim
Ne hedâya vü ne dînâr ü ne dirhem geldi
…
Hâliyâ üç senedir teng-dil ü ma’zûlüm
Dörde bâliğ oluyor işte Muharrem geldi
…
Ol kadar mustaribem kangı kapuya varsam
Hande-i hezl ile derler koma sersem geldi
Ol kadar muntazıram kapu çalınsa sanıram
Mûsil-i emr-i hümâyûn-ı mu’azzam geldi
Râmi Mehmet Paşa’ya yazdığı Terci-bent’te de şikâyetlerini sürdürür:
İlm-i şerîfiniz ki adîmü’l-misâldir
Ma’lûmdur harâbe-i Bosna ne hâldir
Sedd-i ramak eder mi husûsa zemânede
Nâsın teberru’âtı ki vech-i helâldir
Bu haste-hâl-i azle yine merhamet buyur
Sâhib-firâş-ı tefrîka bir bî-mecâldir
Sâbit gibi sarılmaz isem şûh-ı Âmid’e
Ben mübtelâ bu illeti savmak muhâldir
Düşdüm hayâl-i mansıb ile gam şikencine
Uğrattı bu ümîd beni umama rencine
Savaşın İzleri
Sarayova’nın dört yanı dağlarla çevrili. Sırplar bu dağlara yerleştirdikleri topları ile şehri kuşatıp kurşun yağmuruna tutmuşlar. Keskin nişancılar çarşıda, pazarda, sokakta gördükleri insanları kurşunlamışlar. Rivayete göre, 1992-1995 yılları arasında süren savaşta şehre iki buçuk milyon mermi düşmüş. Düştüğü yerde yüzlerce şarapnel parçasına dönüşen bombalar, kaçacak yeri olmayan halkın büyük kayıplar vermesine sebep olmuş. Yol boyunca Sarayova’da, Travnik’te, Mostar’da bombalanmış, yıkılmış binalar gördük. Evlerin duvarlarında çok sayıda mermi izleri. Sarayova’da şimdi gayet modern gösterişli binasında hizmet veren Avaz (Özgürlük) gazetesinin karşısında yetimhane veya güçsüzler yurdu olduğu söylenen bir bina var. Bombalama sonucu enkaz haline gelmiş. Olduğu gibi bırakmışlar.
Hayatın gücü burada da kendini gösteriyor. Sanki üç yıl boyunca televizyonda seyrettiğimiz o savaş manzaraları burada yaşanmamış gibi. Yıkık binalar ve kurşun izleri olmasa, insan inanamayacak. İnsanlar yeniden hayata tutunmuşlar, yeni bebekler doğmuş, insanlar yarına umutla bakıyorlar.
Aliya İzzetbegoviç
Şehrin birçok yerinde toplu mezarlıklar yapılmış. Bunlardan biri kapalı spor salonunun çevresinde. Burada Hırvatlar ve Boşnaklar yan yana yatıyor. Aynı tip beyaz mezar taşları mahşer yerinde kefenleriyle kıyam etmiş insanları hatırlatıyor. Başçarşı’nın yukarısındaki mezarlığı ziyaret ettik. Aliya İzzetbegoviç’in sade mezarı da burada. Askerler sıra ile başında nöbet tutuyor. Götürdüğüm lokum kutularından birini buradaki nöbetten sorumlu askere verdim, ziyaretçilere ikram etsin diye.
Aliya İzzetbegoviç Bosna’nın bilge devlet başkanı. Dedesinin adını almış. Dedesi, Üsküdar’da askerliğini yaparken tanıştığı Sıdıka Hanım ile evlenmiş. Aliya İzzetbegoviç çocuk yaşta Kuran okumayı öğrenmiş, mahalle camisine devam etmiş. On altı yaşında Genç Müslümanlar Örgütü’ne katılmış. Doğu ile Batı Arasında İslâm adlı eseri, onun aynı zamanda çağının önemli bir entelektüeli olduğunun kanıtı. Kişinin, savaş cehenneminin içindeyken şu sözleri söyleyebilmesi için Yunus Emre, Mevlana, Gandi gibi bilgelerle aynı soydan olması gerekir: “Bizler özgürlük için mücadele eden, kimseden nefret etmeyen bir halkız. Kısmen cesaretimiz, kısmen de bilgeliğimiz ve iyiliğe yönelmemizle hedefimize ulaşmak isteyen insanlarız. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra dahi insanlardan nefret etmiyorum. Her şeyin güzel sonuçlanacağını ve bu cehennemden bir çıkış olduğunu ümit etmemi sağlayan şey budur işte.”
Bu alçakgönüllü kahraman, ölümüne yakın kendisine bir anıt mezar yapmak isteyenlere şu cevabı verir: “Yaşarken arkadaşlarımla birlikte oldum, onlarla omuz omuza savaştım, öldükten sonra da onlarla birlikte olmak isterim.”
Şimdi, Başçarşı’nın yukarısındaki mezarlıkta, tam da istediği gibi, silah arkadaşı ve savaş kurbanı vatandaşlarının arasında mütevazi mezarında yatıyor. Askerleri, sürekli başında nöbet tutuyor.
Emekli maaşıyla geçinen bu erdemli insan, yakınlarına servet olarak hürriyeti bırakmıştır. Ölümünden önce görüştüğü son devlet adamı olan Başbakan Tayip Erdoğan’a Bosna’yı Türkiye’ye emanet ettiğini söylemesi, onun Türkiye sevgisini göstermektedir.
Kalar Şida Nine’nin Evinden Özgürlüğe Açılan Tünel
Sarayova Havalanının hemen ardındaki yüksek dağ, savaş haberlerinde adını sık sık duyduğumuz İgman dağı. En şiddetli saldırılar oradan olmuş. Bunun üzerine çaresiz kalan Boşnaklar, 20 günde ancak bir kişinin sığabileceği, 1 m genişliğinde, 1.60 yüksekliğinde 800 m.lik bir tünel kazarak havaalanının altından karşıya ulaşmışlar. Bunun için maden işçilerinden yararlanmışlar. Burası BM’in denetiminde olduğu için güvenli bölge imiş. Buradan asker, cephane ve gıda yardımı almışlar. Savaşın dengesi Boşnaklar lehine değişmeye başlayınca NATO müdahalesi gerçekleşmiş.
Sarayova’nın semtlerinden birinin adı Ilıca. Burada bir kaplıca olduğu için bu adı almış. Tüneli kazmaya başladıkları yer, Ilıca semtinde, bugün 74 yaşında olan Kalar Şida Nine’nin iki katlı küçük evidir. Kazı sürerken de, dikkat çekmemek için evini terk etmemiş. Şimdi müze haline getirilen evin bahçesindeki tünel girişinde raylar, kalaslar ve savaş malzemeleri sergileniyor. Video görüntüleri eşliğinde tünelin savaşta nasıl kullanıldığı anlatılıyor. Bir kez daha anlıyoruz ki, kadınları haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir diyen şair, evrensel bir gerçeği haykırmaktadır.
Bosna’nın Yemekleri
Bosna’da yemeklerin yanında yeşil salata geliyor, ağırlıklı olarak ince kıyılmış lahanadan ve kıvırcıktan oluşuyor.
Başçarşı'nın içinde bir lokantada Boşnak yemekleri yedik. Önce Bosna’nın meşhur Bey Çorbası. İçinde bazen et, bazen tavuk ve bamya dahil her çeşit sebze bulunan bir çorba. Doyurucu ve lezzetli. Bir de kıymalı ve peynirli Boşnak böreği.
Yiyeceklerin çoğu tanıdık. Tahan halva, pide, baklava, döner, kebap, lokum, kahve vs.
Başçarşı'da bir kahvede Mustafa Tahralı, Abdullah Uçman, Alim Kahraman, Ömer Erdem'le birlikte alçak iskemlelerde oturarak Türk kahvesi içtik.
Kahveyi bakır tepside küçük cezve ve yanında bakır zarf içinde kulpsuz fincan ile servis yapıyorlar. Fincanın tabağı yok (Travnik’te vardı). Acaba fala bakmıyorlar mı? Fincanın içinde iki kesme şeker, yanında bir lokum. Lokumları bizimkilere göre çok yumuşak. Kahveyi cezveden fincana kendiniz döküp karıştırıyorsunuz, yanında lokum ile içiyorsunuz. Türk kahvesi diyorlar.
Başçarşı’da bir kahveciden hediyelik kahve aldık. Brezilya kahvesi, çekip veriyor. Komşusu, Sarayova’nın en iyi kahvecisi olduğunu söyledi. Baktık bir köşede tabaklara konmuş büyük ve kalın dilimli baklavalar. “Komşuluk” tabir ediyorlar. Müşterilere ikram ediyorlarmış. Her zaman yapılan bir ikram mı, o gün mü öyle denk geldi bilemiyorum.
Mevlanamız Saraybosna’da
Mevlana’nın Doğumu’nun 800. Yıldönümü Unesco’nun da desteğiyle dünyada Mevlana Yılı olarak kutlanıyor. Türkiye 18 ülkede anma etkinlikleri düzenleyecek. Bunlardan ilkini Saraybosna’da gerçekleştirdi. Bu tercih önemli. Saraybosna, 1957 yılına kadar mevlevihanelerin bulunduğu bir şehir. Mesnevi okutma geleneği ve mevlevihane kültürü yakın zamanlara kadar kesintisiz yaşamış. Feyzullah Hacı Bayrıç'ın klasik mesnevi okutma geleneğini 1990'lı yıllara kadar sürdürdüğü biliniyor.
Akşamki sema gösterisinden önce bir heyet olarak Saraybosna Kültür Merkezini ziyaret ettik. Heyette edebiyatçılardan Prof. Dr. Mustafa İsen, Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Abdullah Uçman ve Dr. Alim Kahraman da var. Sıcak bir ortamda sıcak konuşmalar oldu. Fonda Boşnak müziği. Sevdalinka diyorlar. Adı ne kadar güzel. Aşk konulu şehir türküleri. İki sevgili arasındaki aşkı hikâye eden türküler.
Akşam, sema gösterisinin yapılacağı kültür merkezi salonu doldu taştı. Açılışta Kültür ve Turizm Bakanlığı müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen ve Sarajevo Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kazım Hadzımejlic birer konuşma yaptılar. Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu'nca icra edilen Mevlevi Sema gösterisi ise izleyenleri büyüledi.
Visoko
10 Nisan 2007, Salı. Visoko'dayız. Sarayova’ya 30 km uzaklıkta küçük bir kasaba. Fatih, buraları fethettiğinde, buradaki krallığın başşehri imiş. Burada halen Nakşibendiliğin yaygın olduğunu söylediler.
Visoko’nun hemen ardındaki dağın içinde piramit olduğuna inanılıyormuş. Bu yeni bilgi bizim basınımıza da yansımış. Piramiti bulmak ümidiyle kazıya başlamışlar.
Visoko’da 1983’te yapılmış bir cami var. Şerafeddin Camii, Hira Camii veya Beyaz Cami olarak anılıyor. İslam dünyasının prestijli ödüllerinden Ağa Han mimari ödülünü almış. Yeryüzünde bu ödülü almış yüz kadar özellikli eserden birisi. Mimari unsurlar simgesel özellikler taşıyor. Minare açılmış kitap gibi. Kubbesiyle birlikte Allah lafzını hatırlatıyor. Beş vakit namazı veya İslâm’ın şartlarını simgeleyen beş penceresi var. Öndeki minber duvarı öne doğru eğik, secde eden bir insan gibi. Camiye basamaklarla kademe kademe iniliyor, toprağa doğru gidişi anlatmak için. Tavanda sağ üstte camdan konik bir pencere konmuş, çizgi çizgi. Hicret yolculuğundaki mağaradaki örümcek ağını hatırlatıyor. Modern bir yapı. Tek özelliği özgün oluşu. Bizim camilerimizdeki ruh ve sıcaklık yok. Sadece orijinal.
Caminin imamıyla görüştük, adı Mustafa Ömerdiç. Yirmi beş yıllık imammış.
Vezirler Şehri: Travnik
Travnik, Sarayova’ya otobüsle iki saatlik mesafede. Osmanlılar zamanında uzun süre beylerbeyi merkezi olarak kullanılmış. Osmanlı eyalet valileri önceleri Saraybosna ve Banyaluka’da otururlarken, sonradan burayı merkez seçmişler. Bundan dolayı vezirler şehri olarak da anılıyor. Boşnaklar, Travnik'i Avrupa'nın İstanbul'u olarak niteliyor. Burası Osmanlı'nın Bosna-Hersek'te Saraybosna ve Banyaluka'dan sonraki üçüncü merkezi.
Girişte Laşva nehri. Hemen kenarında yer alan Elçi İbrahim Paşa Medresesi, 1706 tarihli. Son yüzyılın özelliğini taşıyor. İki katlı büyük bir bina. Yangın sonrası yenilenmiş. Halen okul olarak görev görüyor.
Kale, Osmanlı öncesinden. Fakat Osmanlılar da imar etmişler. Kaleden aşağıya inen sokaklar: Hendek Sokağı, Varoş Sokağı. Etrafta Osmanlı camileri. Toplam on yedi minare saydım. Kalenin hemen solunda Yeni Cami yer alıyor. 1549’da Hasan Ağa tarafından yaptırılmış. Nakşi ve Kadiri Tekkesi olarak da kullanılmış. Hemen yanında Abdullah Ağa medresesi. Caminin önünde Osmanlı mezar taşları, bazılarının başlarında Nakşi sarıkları dikkati çekiyor.
Cami’nin birazcık sağ aşağısında, halen kullanılmakta olan bir evin altından gür bir pınar kaynıyor. Adı Dokuz Su, Dokuz Pınarlar imiş. Boşnaklar Dokuzi diyor.
Kendisi de buralı olan İvo Andriç'in Travnik Günlüğü'nde söz ettiği Lütfiya'nın Kahvesi, akan suyun kenarında. Kalenin altından çıkıp aşağıya coşkun şekilde akan bu suya Plava Voda diyorlar. Türkçesi Göksu, Mavi Su olmalı. Bu dere aşağıdaki Laşva nehrine karışıyor. Eskiler Sumeç Deresi derlermiş. Travnik beylerinin yazları çay, kahve içtiği bu yerde biz de köfte yedik. İnegöl köftesine benziyor. Sanki sırf etten yapılmış. Ortasından yatay kesilmiş ve tereyağına batırılmış pamuk gibi yumuşacık pidenin arasında gelen bu köfte o kadar lezzetli ki, etinden midir, içine konan yağından mıdır bilinmez. Üstüne kahve içtik.
Kaleden inince ana caddenin solunda Alaca Cami. Bosna veziri Sopasalan Kâmil Ahmet Paşa'nın 1757'de yaptırdığı bu cami, bir yangın sonrasında 1815'te Süleyman Paşa tarafından yenilenmiş. Onun için Süleyman Paşa Camii olarak da anılıyor. Çeşmesi 1770 tarihli. Cami'nin içi dışı servi, meyve resimleri ve çeşitli motiflerle donatılmış. Bir benzerini Kalkandelen'de ve Tiran'da gördüğümüz Alaca Cami modeli Balkanlarda yaygın. Ağaç kapısı dantel gibi özenle işlenmiş.
Süleymaniye Camii imamı Cemal Efendi Nakşibendilik hakkında doktora tezi hazırlıyormuş. Kaleye çıkarken Muhsinzâde Mehmet Paşa Camii (1787 tarihli)’nde küçük bir odada sohbetler yaptığını duyduk.
Travnik'i çıkar çıkmaz Türbe Köyü'nde Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği Gazi İsmail Baba’nın türbesi var. Yoldaki tabelada İsmail Dedeno Turbe, yani İsmail Dede Türbesi yazıyor.
Mostar’a Doğru
11 Nisan 2007, Çarşamba.
İngman dağı, Alplerden daha yüksek olduğu için, dünyanın sayılı kayak ve kış sporları merkezi imiş. 1984 Kış Olimpiyatları burada yapılmış. Savaş sırasında milisler gelişigüzel mayın döşediği için, günümüzde spor için kullanılamıyor. Çünkü düzenli ordu olmadığından mayınların döşendiği yerler bilinemiyor.
11 Nisan 2007, Çarşamba günü Sarayova’dan Mostar’a gitmek için yola çıktık. Bosna çok sulu ve yeşil bir ülke. Çorak bozkırlardan gelen atalarımızın buraları çok sevdiği kesin. Sevilmeyecek gibi değil. Her şehir, kasaba veya köyün içinden bir ırmak veya nehir geçiyor. Mostar’a giderken vadilerin arasından bir görünüp bir kaybolarak bizi takip eden Neretva nehri, bazen göl, bazen deniz gibi, alışılmadık şekilde mavi, bizi kendine hayran etti. Dağlar ve nehirler, bütün zamanların kadim tanıkları. Dilleri olsa da söyleseler, kim bilir neler gördüler, neler…
Poçitel
Mostar’a uğramadan direk 20 dk ilerideki Poçitel’e gittik. Burası güneye yakın bir yer. Adriyetik’e 50 km falan. Fatih’in vezirlerinden Koca Mustafa Paşa tarafından fethedilmiş. Dar bir vadiden çıkar çıkmaz, bu küçük köy ile karşılaşıyoruz. Belki köy bile denmez, bir kale, bir cami, bir konak, beş on kadar ev. Dik bir yamaca sırtını vermiş bir yerleşim yeri. Burası Osmanlı’nın derbent merkezi olmalı. Yolun hem güvenliğini, hem işlerliğini sağlamakla görevli. Her bakımdan kilit öneme sahip. Gavranzâde veya Kapudanzâde Konağı restore edilmiş, görkemli bir ev. İvo Andriç’in, misafirlerin 20-25 gün kaldığını söylediği ev.
17.Yüz Yıl’da Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın kethüdalarından Şişman İbrahim Ağa’nın yaptırdığı camii, konağın hemen sol yanında. Binaların çatılarında kiremit yok. Buraya özgü kesme taşlar kademe kademe örtülmüş. Duvarlar da, çatılar da aynı taştan. İvo Andriç buradan Taşlı Köy diye söz ediyormuş. Bu kadar yamaç bir yerde, taş döşeli, kademeli yollar, tıpkı Akseki Taşlıca’daki yollar gibi. Duvarla çevrili avlu kapıları da aynı.
Ellerinde kurutulmuş meyvelerden satmaya çalışan kadınlar sadece bunların Türkçelerini biliyor. Gerçek adları da aynı mı bilmiyorum. Kaysı, incir, fıstık, üryani eriği… Evliya Çelebi’nin öve öve bitiremediği Mostar meyveleri…
Blagay Tekkesi
Poçitel dönüşüMostar’a girmeden, oraya yarım saat uzaklıktaki Blagay’a gidiyoruz. Bu yöre eskiden Hersek krallığının bölgesi imiş. Göğsü adeta yekpare kaya olan çok yüksek bir dağın dibinden muazzam bir su kaynıyor: Bujna nehrinin kaynağı. Daha önce bu kadar coşkun, bol ve kuvvetli akan bir su görmemiştim. Çıktığı yer de masmavi.
Suyun çıktığı yerin solunda bir kuş yuvası gibi beyaz badanalı, zarif bir tekke, Blagay tekkesi var. Bu Halveti tekkesine Açıkbaş Tekkesi de diyorlar. İki katlı. Kilimlerle kaplı odalar ve sedirler, ahşap gömme dolaplar, tavandaki ahşap göbek süsleri, suyun üstüne doğru uzanan zarif balkonu ile tipik bir Osmanlı evi görünümünde. Alt katta kitap, levha, kaset, cd ve hediyelik eşya satan dükkânlar ile bir de çay ocağı var. Türkiye’den geldiğimizi tahmin ettiklerinden mi, rastlantı mı bilmiyorum, kasette tanıdık sanatçıların ilâhileri çalmakta.
Dünyanın her yanında mistikler ıssız dağ başlarını mesken edinmişler. Sırtını böyle azametli bir kayaya yaslamış, zikir ve ilâhileri coşkun suyun sesine karışan dervişlerin şeyhi mutlaka şair olmalı. Aklıma hemen bir türkü geliyor: Ben bir yavru şahin idim sarpa tünedim/Kurtulup uçmağa yoktur kanedim.
Girişteki odada iki sanduka var. Burası rivayete göre fetihten çok önce gelen alperenler tarafından kurulmuş. Sarı Saltuk’un makamlarından biri olduğu da söyleniyor. Türbede yatan Açıkbaş da Sarı Saltuk’un dervişlerindenmiş. Uzun süre Bektaşi, sonraları Kadiri, Nakşibendi ve Halveti tekkesi olarak hizmet vermiş. Tekkenin ön duvarının sol üst köşesine bir kılıç ve bir gürz asılmış. Bunlar, alperenlerin ve Bektaşilerin simgesi olmalı.
Tekke bugün inananlara bir ilticâgâh olmayı sürdürüyor. Nakşibendi, Rufâi ve Halveti erkânı bugün de sürmekte imiş. Savaş sırasında 20 000 civarında kişi buraya sığınmış. Söylendiğine göre tek bir mermi düşmemiş.
Tekkeye varmadan hemen sağda, coşkun akan suyun kenarında bir lokantada alabalık yedik.
Ve Final: Mostar
Son durağımız Mostar. Hâlâ dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Burayı ilk gördüğünde, yanındaki Şemsi Paşa’ya, “Lala Lala, cennet bu olsa gerek!” diyen Fatih’in heyecanını biz de yaşıyoruz. Resimlerini, görüntülerini hafızamıza kazıdığımız Mostar köprüsünü görmek için sabırsızlanıyoruz. Otobüs bizi caddede indirdi. Ara sokaktan birkaç adım atınca kendimizi meşhur köprünün başında bulduk. Köprünün girişine konan büyükçe bir taşın göğsüne şöyle yazmışlar: Don’t forget 1993. İnsanlar tek tek üstüne oturup fotoğraf çektiriyorlar.
Neretva nehri üzerindeki köprüye Boşnaklar Stari Most (Eski Köprü) diyorlar. Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle 1557’de yapımına başlanan köprü, Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin tarafından dokuz yılda tamamlanmış. İki ayaküstünde tek kemerli olarak kesme taşlardan yapılmış. Yüksekliği 20 m., ayak açıklığı ise 28.6 m. 20. Yüz Yıl’a kadar Avrupa’da benzerleri arasında ayak açıklığı en uzun köprü imiş. Bu iki ayak, bu kadar açık ve yüksek bir kemeri taşır mı dediklerinde, Mimar Hayreddin’in, hiç şüpheniz olmasın; aksi takdirde kellem gider dediği rivayet edilir. Onun yapılış tarihi H. 974’ü işaret eden “kudret kemeri” sözü kadar, bu mimari mucizeyi hiçbir şey anlatamaz.
Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, eskiden Mostar’ın gençleri, düğün öncesinde nişanlılarına yiğitliklerini kanıtlamak için kendilerini köprünün üstünden Neretva nehrinin soğuk sularına bırakırlarmış. Şimdi ise, köprünün hemen başındaki spor kulübünde para karşılığında bu gösteriyi yapan gençler var.
Köprü bombalandıktan sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Aliya İzzetbegoviç birlikte Mostar'ı ziyaret etmişler. Onları gören çocuklar hemen köprüden atlayarak avuçlarındaki kumları cumhurbaşkanına göstermişler. Demirel onların her birine 100'er dolar vermiş.
Tarihi köprü, 1993’te Hırvatlar tarafından bombalandı. Yıkılan köprü, on ülkenin işbirliğiyle aynı şekilde yeniden yapıldı. 2005’te Dünya Kültür Mirasına dahil edilen köprü, hilali andıran şekliyle Osmanlı’nın bir simgesi. Nehrin bir yanında Hırvatlar, karşısında Müslümanlar yaşıyor. Hırvatlar arkalarındaki yüksek dağın üstüne çok yüksek bir haç dikmişler. Haç ile hilalin mücadelesi devam ediyor.
Mostar’da kırktan fazla Osmanlı Camisi varmış. Bunlardan Karagöz Mehmet Bey, Hacı Kurtbey, Nasuh Ağa, Hacıbey, Derviş Paşa, Beşir Baba, Hacı Ali Bey, Çerçici Hacı Memiş, Hacı Ahmet Ağa, İbrahim Ağa, Hacı Yahya Bey, Keyvan Kethüda, Koski Mehmet Paşa camileri ve niceleri Sırplar ve Hırvatlar tarafından tahrip edilmiş.
Mostar’ın nüfusu savaş öncesi 50.000 imiş ve o kadar çok turist ağırlıyormuş ki, nüfus 100.000’e çıkıyormuş. Biz nisan başında gitmemize rağmen, dikkat çekici bir turist hareketliliği vardı.
Bosna, suyun hayat verdiği, mavi ve yeşilin mahzun mahzun gülümsediği bir ülke. Avrupa'nın ortasında yaşanan bir vahşetin ardından yaralarını sarmaya çalışıyor. Serhadde yaralı bir akıncı beyi gibi, mağrur ve erdemli.
http://www.turkyurdu.com.tr/modules.php?name=Dergi&file=article&sid=1925