TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Terörle Mücadelede Aydın Sorunu ve Sorumluluğu

Ülke gündemimizi, bir süredir kitle katliamlarını da yöntem olarak kullanmaya başlayan terör eylemleri ve terörle mücadele tartışmaları belirlemektedir. Bir grup yazar ve akademisyenin terör örgütleri ve eylemlerini olumlamaya kadar varabilen yaklaşımları, zaman zaman bu tartışmaları kuşatan öncelikli bir gündem maddesi olabilmektedir. Bilhassa ayrılıkçı terör örgütü ve eylemlerine yönelik yakın ve sıcak entelektüel ilgi, ciddi bir “aydın sorunu”nun varlığını ortaya koymaktadır. Bu durumun, millî güvenlik ve dayanışma politikalarının yanı sıra, “aydın ahlakı” bakımından da sorgulanması önem arz etmektedir.

 

“Aydın sorunu”na üstün körü bakış bile aydın duruşunun mütemmim cüzü olan düşünce ve ifade özgürlüğüyle izah edilemeyecek bir gerçekliği karşımıza çıkarmaktadır. Gerçekten de bu entelektüel yaklaşımda, terör eylemlerinin boyutları, terör örgütlerinin anti demokratik yapı ve kararları, karanlıktaki uluslararası bağlantıları üzerine kafa yorulmadığı gibi; yol açtığı insani trajediler bile “ama”lı bir ifadenin girizgâhı olmaktan öteye geçememektedir. Yine aynı akademisyen ve yazar grubunun ilgili çalışmalarında yahut kolektif tavırlarını yansıtan bildirilerde, konu dönüp dolaşıp “Kürt sorununun çözümü”ne hapsedilmekte ve bu bağlamda ulus-devlet ve Cumhuriyet karşıtı klasik argümanlar, kuvvetli deliller olarak ileri sürülmektedir.

 

1990’lı yılların başından itibaren üzerine yoğun bir mesai harcanan “Kürt sorunu”na dair entelektüel jargon, çoğu zaman açıkça ifade edilmese de gerek sorunun boyutlarına dair tahlilleriyle gerek çözüm sürecini sunumuyla belirli siyasi önyargılar ve tarihsel imalar içerir. Özellikle 20. yüzyılın başındaki “Sevr süreci” ile söylem hatta strateji akrabalığı dikkat çekicidir. Meselenin, bugün de uluslararası hâkim güçlerin jeo-politik stratejileriyle doğrudan ilgili olduğuna ve bu manada “tarihsel rövanşizm”in bir güdüleme aracı olarak el altında bulundurulduğuna dair pek çok delil vardır. Gerek soykırım ithamının gerek ayrılıkçı hareketlerin Batı’daki resmî/sivil hamilerinin söylem ve stratejileri, yine ülkemizdeki ortak ve taşeronlarının tutumları açık birer delil mahiyetindedir.

 

Buradaki tartışmamız bakımından asıl önemli olan ise, Kürt sorunu terminolojisinin, entelektüel muhakeme çabasının çok ötesinde bölücü terörizmin amaçlarına, hatta terör eylemlerinin meşrulaştırılmasına hizmet edebilen bir dile dönüştürülmüş olmasıdır. Gerçekten de sözü edilen yazar/akademisyen grubunca, Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşuna yönelik ideolojik ön yargıların şekillendirdiği “Kürt sorunu” söyleminden beslenen, terörizmle mücadele yerine terörizmin arkasındaki projeye teslim olmayı öneren bir entelektüel terminoloji tercih edilmektedir. Projeye teslimiyetin, bazen demokrasi ve insan hakları kavramlarıyla bazen de terör eylemlerinin tamamen ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı teziyle örtük biçimde öğütleniyor olması, sonucu şüphesiz değiştirmemektedir.

 

Terör örgütlerinin hiçbir hukuki ve vicdani prensip ile sınırlandırılamadığı bir örgütsel iklim gerçeği karşısında, resmî bakış ve dilin peşinen suçlu gösterilmesi bile başlı başına sorunlu bir akademik bakış açısını ifade eder. Ancak sorun, bunun ötesine geçerek şehirlere barikatlar kurup patlayıcı yerleştirilmesi de dâhil, somut terörist eylemler ile sivil can kayıpları karşısında tutarlı bir duruş sergilenememesi gibi, çok ciddi ve farklı bir boyut kazanabilmektedir. Buna karşılık terörizmle mücadelenin “asayişçilik” olarak sürekli küçümsenmesi ve eleştirilmesi ise, art niyetli yaklaşımın ilk işaretleri olarak okunmalıdır.

 

Böyle bir duruşun en karakteristik örneği, 11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuna açıklanan meşhur ve meşum  “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı yazarlar/akademisyenler bildirisidir. Meydan okuyucu muhtevasıyla dikkat çeken bildiriyi, 27 Eylül 2014 tarihli “IŞİD’e karşı Kobani’ye sahip çıkan”, daha sonra 7 Haziran 2015 seçimleri sürecinde HDP’ye açık destek veren bildiriler zincirinin devamı ve zirve noktası şeklinde değerlendirmek mümkündür.

 

Mezkûr bildiriyi önemli kılan, sadece terörist eylemleri yok farz edici ve devlet karşıtı keskin muhtevası değildir. “Kürt sorunu terminolojisi”ni yeni bir aşamaya taşıyan bildiri, “akademisyen titizliği” yerine  “marjinal bir örgüt dili”ni çağrıştıran buyurgan bir üsluba sahiptir. Yine devlete/güvenlik politikalarına peşinen “savaş suçu” isnat edilmesi, uluslararası çevrelerin göreve davet edilmesi, bildiriyi ifade özgürlüğü ve eleştirel aydın duyarlılığı dışında konumlandırmak için yeterlidir. Devletin “savaş suçlusu” olarak gösterilmek istenmesinin, uluslararası çevreleri ve kuruluşları Türkiye’ye müdahil olmaya çağıran “suç duyurusu” mahiyeti taşıdığına şüphe bulunmamaktadır.

 

Zaten uzunca bir süredir bu aydın çevreleri ile AB yönetimi arasında uyumun ötesinde, organik bir dayanışma dikkat çekmektedir. Batıdaki solcu yazar ve akademisyen çevreler de millî birlik ve devlet karşıtı koalisyonun gönüllü müdavimleri durumundadır. Bu enternasyonal koalisyonu oluşturan unsurların Türkiye’deki terörizme ilişkin çifte standartlı yaklaşımlarını, etnik ve dinî azınlıklara gösterdikleri stratejik ilginin tezahürlerinden biri olarak okumak mümkündür.

 

Türkiye'deki “ Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi”nearka çıkan bir kampanya yürütülmesi de bu sürecin bir parçasıdır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde görev yapan 350 akademisyenin bir çırpıda imzalayıp yayımladığı destek bildirisini, AB yönetiminden gelen çeşitli seviyelerdeki destek açıklamaları takip etmiş; yine 1988 yılından bu yana her yıl verilen Aachen Barış Ödülü, 2016 yılında  “Türkiyeli akademisyenler”e verilmiştir. Batıdan gelen destek girişimlerinin, ayrılıkçı terörizmin siyasi uzantısı konumundaki parti tarafından ödüllendirilmek istenircesine karşılıksız bırakılmadığı görülmektedir. HDP yönetimi, hemen hemen aynı tarihlerde “Ermeni soykırımı” iddiasının 101’inci yıldönümü nedeniyle anma mesajı yayımlayarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “soykırım”ı kabul etmesini bir kez daha talep etmekte gecikmemiştir.

 

Devletin, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki bazı şehir merkezlerinde kamu düzenini yeniden tesis etmeye yönelik politikaları yürürlüğe sokmasıyla birlikte hızla harekete geçen bildirici yazar ve akademisyenlerin, Kızılay vahşeti ve benzerleri karşısındaki “derin sessizliği” ise bir başka çıplak gerçek olarak ortada durmaktadır. Gerçekten de 13 Mart 2016 tarihinde vuku bulan ve boyutları ürkütücü olan Ankara-Kızılay katliamı karşısında bile bilinçli ideolojik tavrın gözlemlenmiş olması düşündürücüdür.

 

Oysa eylemin boyutları, bırakalım sonuçta eylemi onaylama manasına gelen “anlama gayretkeşliği”ni, kınamayı sulandırıcı “entelektüel ‘ama’lar”a ve suskunluğa dahi izin vermeyecek derecede acımasız ve çirkindi. Bu tür yaklaşımların, duyarlı ve dürüst bir aydın tavrı olmaması bir yana; terör örgütleri ve eylemlerini meşrulaştırmaya kadar uzanabilecek bir tutumun yansımaları şeklinde değerlendirilmesi kaçınılmazdır.

 

Ayrıca her somut terörist eylemin, bilhassa kitlesel cinayetlerin, başka bir konu veya sorun ile ilişkilendirilmeden “açıkça” kınanarak reddedilmesinin, mücadelenin öncelikle zihinlerde kazanılması bakımından önemi büyüktür. Genelde sivil toplumun, özellikle de aydın ve akademisyenlerin terör eylemleri karşısındaki duruşu, devlet politikaları ve uygulamaları kadar etkili ve önceliklidir. Terör eylemlerinin önlenmesinde, şüphesiz istihbarattan güvenlik güçlerinin donanımına kadar her türlü önleyici tedbirin geliştirilmesi, ihmal edilemeyecek kadar hayatidir. Aydınların rolü ise, sivil toplum bünyesinde kamuoyu oluşturma güçlerine ve medyanın gösterdiği hüsnü kabule bağlı olarak sürekli mercek altında olmalarıyla ilişkilidir.

 

Böyle bir stratejik konum ve rol, terörizme toplumsal ve tarihsel mazeretler arama, insan haklarını maniple etme yerine, masum insanların hayatlarını kaybetmesinin önlenmesinde kullanılabilir. Terörizmle ilgili olarak sergilenecek kararlı tavır, muhtemel terörist eylemlerin engellenmesi bakımından caydırıcı bir işlev görebilir. Bu işlev, terörist örgütlerin en azından eylemselliklerini sınırlandırıcı bir etki yaratmaktan, toplumun terör karşısındaki moral değerlerlerinin zinde olmasına kadar uzanan çok yönlü bir katkı sağlayacaktır. Bunun yanı sıra, terörizme dair tutarlı ve dürüst bir entelektüel tavrın, aydın saygınlığının artışına paralel olarak, devlet politikalarına getirilecek eleştiri ve önerilerin karşılık bulmasını sağlayacağı açıktır.

 

Unutulmamalı ki ülkelerin kaderi hakkında kalem oynatıp kelam etmek, en azından kendi içinde tutarlı ve sorumlu bir aydın duruşuna sahip olmayı zorunlu kılar. Zira farklı tarih okumalarının yoğurduğu gayrimillî bilinçaltının tezahürleri gibi, mevcut siyasi iktidar karşısında geliştirilen radikal muhalefet retoriği de böyle bir aydın sorumluluğundan kaçışı kolaylaştırabilir ama meşrulaştırmaz.