Saat 02.30 civarı… İsmet İnönü Bulvarı üzerinde kurşun yağmuru altında, Genelkurmay Karargâhı’ndan Akay Kavşağı’na doğru elli metre kadar uzaklaşabilmiştim. Kırk yaşlarında bir kadın, kocası olduğu anlaşılan elli yaşlarındaki bir adamı, kurşun yağmuru altında oturur pozisyonda kaldırıma yaslamış; devrilmesin diye elini boynunun arkasından karşı omzuna atmış; “Ne olur bizi bırakma!” diye yalvarıyordu. Adam oturur vaziyette, ayakları uzanmış, gözlükleri düşmüş, solgun hâldeydi. Başlarında on yaşlarında bir kız çocuğu ağlayarak “Baba! Baba! Ne olur bizi bırakma!” diye yalvarıyordu. Yanımızdan koşarak kaçmaya çalışanlara “Biriniz çocuğu götürsün!” diye seslendim. Bir kişi, çocuğun elinden tutup Atatürk Bulvarı yönünde koşarak uzaklaştı. Kadının yanına çökerek devrilmesin diye kocasının boynuna uzanan kolunu aldım ve adamı öne doğru yasladım. Sırtı tamamen parçalanmış, akciğerleri sırtından dışarı çıkmıştı. Kadın, “Ölmüş… Ölmüş!” diye feryat etti ve kocasını bırakarak çocuğunun arkasından koşmaya başladı. Adamı yere yatırdım. Artık onun için yapacak hiçbir şey kalmamıştı.
15 Temmuz akşamı, eşim ve çocuklarımla birlikte evde sakin bir şekilde geçiyordu ki, alçak uçuş yapan uçakların kulakları zorlayan geçişleri başladı. Birkaç dakika bekledim ve televizyonu açtım. Henüz hiçbir haber yoktu. Biraz sonra İstanbul Boğazı’ndaki köprülerin, askerler tarafından tek yönlü trafiğe kapatıldığı bilgisi canlı yayında paylaşılmaya başlandı. Yine de önce kötüye yormadım. IŞİD’in bombalı bir araç ile köprüleri hedef alan bir saldırı yapabileceğini ve buna yönelik acil tedbir olarak tek yönlü trafiğin durdurularak bombalı aracın köprüye girişinin engellenmeye çalışıldığını düşündüm. Bu saatte ihtilal olmazdı. Bildiğimiz, bütün ihtilaller sabaha karşı başlardı. Fakat bir müddet sonra korktuğumun gerçek olduğunu anladım. Şaka gibiydi… Bu ülkede birileri, akşam saat 21.30’da ihtilal yapıyordu. “Kim bu birileri?” konusunu son birkaç aydır kendi aramızda seslendiriyorduk. Bu arada Ocağımızın Akademik Çalışma Grubunun “Whats Upp” yazışma listesinde mesele hızla “Ne oluyor?” başlığı ile tartışılmaya başlanmıştı. Oraya sadece iki kelime yazdım: FETÖ Darbesi.
Genel Başkanımız Mehmet Öz Bey’i aradım. Durumu hızla istişare ettik. “Acil toplanalım!” kararı pek uygulanacak gibi değildi, ortalık iyice karışmıştı. Bunun üzerine genel başkan yardımcıları Mehmet Şahingöz, Ayşe Filiz Yavuz ve Hars Heyeti Başkanı Yusuf Sarınay’ın dâhil olduğu hızlı bir telefon görüşmesi yapıldı. Eğer başarılı olur ise böyle bir darbenin ne anlama geldiği konusunda herkes hemfikirdi. Artık Türkiye Cumhuriyeti uydu hâline gelecek, geriye yaşanacak bir ülke kalmayacak, iç savaş çıkacak ve “son kale” düşecekti. Her şey açıktı. Türk Ocakları, bu gün yok ise ne zaman olacaktı. Öyle ise safımızı ve tavrımızı ortaya koymalıyız, dedik. İşe, bir bildiri yayımlayarak başlamalıydık. Uzun bir metne ihtiyaç yoktu. Tek bir cümle yeterliydi:
“Türk Ocakları, her türlü darbe girişimine karşı demokrasinin ve Türk milletinin yanındadır.”
Genel Merkez’in iletişim birimi sorumlusunu arayıp bu metni bir bayrak logosunun üzerine yazıp hazırlayarak benden haber beklemesini söyledim. Genel Başkan’ımızı tekrar aradım. Bu son teyit içindi. “Yayımlayalım.” dedi. İhtilal karşıtı ilk açıklamayı yapan sivil toplum kuruluşu olmuştuk. Darbe karşıtı bir cümlelik bildiri; bütün ajanslara, televizyonlara ve sanal ortama gönderilmişti; henüz Cumhurbaşkanı televizyona bağlanmamış ve halkı darbe girişimine karşı sokağa çağırmamıştı.
Evden, çocuklara bakmadan çıktım. Hanım, kapının ağzında, arkamdan “Nereye gidiyorsun?” diye seslendi; cevabım kısa oldu: Gitmem lazım!
Genel Merkez Danışma Kurulu Üyesi Erol Dok ağabeye gittim. Vefa Aloğlu ve Genel Merkez Hars Heyeti Üyesi Birol Dok da oradaydı. Abdestlerimizi aldık ve çıktık. Yolda, Akademik Çalışma Grubundan üç arkadaş daha dâhil oldu: Oğuz Şahin, Çağrı Peker ve Mustafa İlker Kılıç. Arabayı Sıhhiye Köprüsü’nün altına bıraktık ve hızla Kızılay yönüne yürümeye başladık. İnsanlar, gruplar hâlinde ellerinde Türk bayrakları, Kızılay’a yukarı yürüyorlardı. Tanklar, Çankaya yönüne Kızılay’dan geçmiş ve arabaları paramparça etmişti. Uçaklar, üstümüzden alçak uçuş yaparak geçmeye devam ediyordu. Kalabalık, Kızılay Meydanı’nda sloganlar atıyor; marşlar söylüyordu. Kalabalığın yaklaşık yarısı, sağ ellerini yukarı kaldırmış bozkurt işareti yapıyordu.
Genelkurmay yönüne devam ettik. Yolda sivil polis veya istihbaratçı oldukları anlaşılan birkaç kişi, insanları Genelkurmay tarafına yönlendiriyordu. Genelkurmayın önüne geldiğimizde yaklaşık beş yüz kişi vardı. Kalabalık giderek artıyor ve Genelkurmay Nizamiye Kapısı’nı zorluyordu. Bu arada, ortada sadece bir polis arabası ve üç polis vardı. Polislerden birine, niçin kimse yok, diye sordum. Her yerde çatışma var, çok azız, onun için haber geldiğinde halk ile birlikte gireceğiz, dedi. Ve beklenen haber telsizden geldi. “Hadi giriyoruz!” sesi ile birlikte Nizamiye Kapısı iyice zorlanmaya başlandı ve birkaç dakika sonra içeri doğru yıkıldı. Erol ağabeye dönerek “Hadi giriyoruz!” dedim. Kolumu tuttu ve “Biraz bekle!” dedi. Yaklaşık yarım dakika sonra tekrar “Hadi!” dediğimde artık o da bizi tutamayacağını anladı ve hep beraber içeriye daldık. Nizamiye Kapısı’nı geçip merdivenlerden yukarı doğru çıkıyorduk. Gözüm Mustafa İlker’e takıldı. İki eli havada bozkurt işareti yaparak meydan okurcasına Genelkurmay merdivenlerini sakince çıkıyordu. İşte tam bu sırada, yan taraftan yaklaşık bir manga asker, otomatik tüfeklerle grubu taramaya başladı. Bizim hemen önümüzdeki grubun büyük kısmı vurulmuştu. Kurşun seslerine çığlıklar karışmış, etrafımızda onlarca kişi vurulmuş ve merdivenlere düşmüştü. Yanımdaki biri bana dönüp “Vuruldum!” dedi. Bir şey yok, diyecektim ki tişörtünü yukarı sıyırdı. Göğsünden vurulmuştu. Merdiven boşluklarına yatıp hedef olmamaya çalışırken helikopterin İsmet İnönü Bulvarı’nı tarayarak geçtiğini gördüm. Silah sesleri kısmen azalınca dışarıya doğru yöneldik. İki yaralıyı, Erol ağabey ile birlikte yolun karşısına taşıdık ve ateş yeniden şiddetlendi. Yaralılar, feryat figan içinde yerlerde sürünüyordu. Erol ağabeyi göremiyordum. Sokaktaki polis arabasını siper alarak yere çöktüğümde, yanımda Birol vardı. Helikopter geri dönmüş ve caddeyi tekrar taramıştı. Bacaklarından vurulan birkaç kişinin kanamalarını durdurabilmek için ellerindeki bayrakları kullanarak bacaklarına turnike yaptım. Bir delikanlı, şok içinde “Vuruldum!” diye bağırıyordu. Elleri ve yüzü kan içindeydi. Kurşun, kulağını parçalamış geçmişti. Elindeki bayrağı, kulağını saracak şekilde başına turnike yaptım ve eliyle kulağına bastırarak kaçmasını söyledim. Kulağına bastırarak Atatürk Bulvarı’na doğru koştu. Cadde’den geriye, Bulvar’a doğru uzaklaşıyordum. Bulvar’a çıktığımda, helikopterin vurduğu insanları, tam anlamıyla vahşeti ve katliamı gördüm. Yol boyunca parçalanmış insanlar, vücudu tanınamaz hâlde olanlar, kafası kopanlar… Bir genç, şaşkınlıktan şoka girmiş, kopmuş bacağına bakıyordu. Helikopter mermisi, bir bacağını diz hizasından koparmış ama henüz kan kaybı çok fazla olmadığından şuuru yerinde, kopmuş bacağına bakıyordu. Elindeki bayrakla bacağına turnike yaptım ve sakin olmasını, kurtulacağını söyledim. Kurtulabilecek durumda olduğunu düşündüğüm iki kişiyi, Atatürk Bulvarı’na doğru taşıdık. Bir yaralıyı taşımak için altı kişi gerekiyordu. İki kişi ayaklarından, iki kişi kemerinden ve iki kişi de kollarından tutuyordu. Bütün bu işler olurken silah sesleri hiç susmuyordu. Ve yazının başında tasvir ettiğim durum, işte yüz metrelik bu yol üzerinde gördüğüm onca parçalanmış cesede rağmen beni en çok etkileyen tabloydu. O gece, Genelkurmay’da 71 kişi şehit olmuştu.
Silah sesleri arasında Atatürk Bulvarı’ndan Kızılay’a doğru inerken aşağıdan çocuklarının ellerinden tutmuş, yukarı doğru bayrak sallayarak ilerleyen insanları gördüm. Ellerim, üstüm başım kan içindeydi. Özellikle gençlerin, darbe ile gezi eylemlerini karıştırdıkları anlaşılıyordu. Beni görenler, hemen Kızılay yönüne geri dönüyordu. Telefonumun şarjı bitmişti. Arkadaşlarımın durumunun ne olduğunu bilmiyordum. Yolda birinden telefonunu isteyip 112’yi aradım ama cevap vermedi. Sıhhiye’ye yaklaşırken tekrar emanet bir telefon ile aradım. Bu kez açtılar. Durumu anlatıp ambulans gönderebilirlerse 10-15 kişinin kurtulabilecek durumda olduğunu söyledim. Artık Sıhhiye Köprüsü’nün altına gelmiştim. Yola çıktıklarımız ile sağ salim buluştuk. Erol ağabey kolumu tutmasa vurulan ilk grubun içinde olacaktık. Vademiz dolmamıştı. Arabaya binip Erol ağabeyin evine geldiğimizde saat 03.30 civarıydı. Yatsı namazını kılmamıştık, namaza durduk. Hem yazılı hem de fiili safımızı belirlemiştik. Gelecek için endişeli olsak da içimiz huzurluydu.
Ertesi gün ve sonraki günler bir daha meydanlara çıkmadık, Külliye’ye gitmedik, Külliye nöbeti tutmadık. Biz, inandığımız bu millet ve bayrağını şerefimiz bildiğimiz bu devlet için o gece bedelsiz gitmiştik.
Bu yazıyı yazmak ve yaşadıklarımızı anlatmak, elbette hiç düşünmediğim, ar ettiğim bir durumdu. 15 Temmuz’da kendine yakışanı yapan ve bu ihanete ilk tavır koyan sivil toplum kuruluşu olarak Türk Ocakları, daha sonraki günlerde de bu milletin şuuru, aklı ve vicdanı olarak yol göstermeye, uyarmaya devam etti. Ne aferin bekledi ne de kınayanların kınamasından korktu. Fakat o gece evlerinin bodrumlarına saklanan güya milliyetçi bazı çakallar, âdeta hedef gösterircesine Türk Ocaklarına gazete köşelerinden ve sosyal medya üzerinden saldırdılar. Ya kendilerini kurtarmak için yalakalık olsun diye ya da yıllardır içlerinde sakladıkları kini bu vesile ile kusmak için. Küçük adamlar büyük laflar ediyorlar ve kelle istiyorlardı.
90’lı yıllarda, en yukarıdan aşağıya kadar devleti yöneten bütün kadroların ve Bülent Ecevit’ten Alparslan Türkeş’e kadar hemen hemen bütün siyasi parti liderlerinin hüsnüzan ile bakarak destek verdiği, adına “Cemaat/Hizmet” denilen bu yapıya, o günün şartlarında özellikle Türk Cumhuriyetlerinde açtığı okullardan dolayı, Türk Ocaklarını yöneten kadrolar da sıcak bakıyordu. Elbette o günün şartlarında Ocağımızı yöneten Sadi Somuncuoğlu ve Nuri Gürgür’ün tamamen hasbi düşüncelerle ortaya koydukları yaklaşımı, bugün geriye dönerek eleştirmek çok kolay ve ucuz adamların işidir. Bununla birlikte bu yapının, görünürde Türk dünyasında açtığı okullar, Türkçe Olimpiyatları gibi faaliyetlerine rağmen gizli bir yol haritası olabileceğinden de hep şüphe edildi. İşte bu şüpheler, 17-25 Aralık’tan çok daha önce Genel Merkez Yönetim Kurulunda masaya yatırıldı. Bu yapının gerçek niyetini bilmediğimizi, bunlara destek anlamına gelecek her türlü ilişkiden uzak durulması gerektiği, bu yapıya yakın olduğunu düşündüğümüz hiçbir televizyon kanalına beyanat verilmemesi, programlara çıkılmaması, gazetelerinden gelen yazı, röportaj gibi bütün tekliflerin reddedilmesi karara bağlandı. Hadiseler tahmin ettiğimiz gibi de oldu. Kapımız çok çalındı ama alınan karara uyuldu ve Genel Başkanımıza gelen teklifler geri çevrildi. Eğer bu gün Türk Ocaklarını eleştiren zavallılar, içinde bulundukları lağımdan çıkabilecek zerre kadar ferasetleri olsaydı bunu zaten görürlerdi.
Türk Ocakları, kurulduğu 1912’den beri bu millete hizmet etmeyi kendisine ülkü edinmiş, feraset sahibi Türk milliyetçisi münevverlerin karargâhıdır. 15 Temmuz gecesi de kendine yakışanı yapmıştır. Bu yolda, dünden bugüne hizmet edenlerin hepsi muteber ve emin adamlardır. Ne dilenecek özrümüz ne de verilecek kellemiz vardır. Unutulmamalıdır ki Türk Ocakları, kurt postuna bürünmüş, şahsi hesaplarından başka hiçbir şey düşünmeyen müptezelleri barındırmaz.