Batı düşüncesi kendi hesaplaşmasını ciddi boyutlarda yaparak mesafe almıştır. Batının çöküş teorisyenleri de, sosyalist aksiyonerleri de kendi ülkelerini temele alarak çözüm üretmeye çalışırlar. Bir Fransız komünisti önce Fransa için kaygı duyar. İngiliz bir düşünür evrensel bakış açısı kurarken temele İngiliz varlığını alır. Bir Alman aydını için evrensel insanlık problemlerine çözüm üretirken merkez Alman milli varlığıdır. Kendi toplumunun sorumluluğunu hisseden bütün gelişmiş toplumlar bunu yapar.
Gelişmemiş toplumlarda ise yabancılaşma ve kendine güvensizlik vardır. Toplumları bugünün şartlarında gelişmiş ve gelişmemiş diye ayırmanın objektif kıstasları olmamakla beraber ortada bir fiili durum vardır. Batı toplumları karşısında geri kaldığımız, Osmanlı’daki yenilik hareketleri ile birlikte bir fiili durum olarak kabul edilmiştir. Bu dönemden beri ilerlemek için yenilik adı verilen adımlar atılmış ve düşünürlerimiz bu konuya zihin yormuşlardır. Meşrutiyet dönemi fikir akımları olarak bilinen yaklaşımlarda bunu açık olarak görmek mümkündür.
Türkiye’deki fikri gelişmeyi bu seyirden takip etmek gerekir. Aydın olarak kabul edilen seçkinler arasında kendi toplumuna ve kültürüne karşı kompleks duygusu o dönemde başlamıştır. Yine o dönemde ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesi ve milliyetçi aydınlar toplumun bu kompleksi yenmesini sağlamışlardır. Büyük ve köhnemiş bir imparatorluktan yeni bir milli devlet çıkarmayı başaran bu milliyetçilik ruhudur. Dikkat edilirse Mustafa Kemal Atatürk, milli mücadelede ve cumhuriyetin kuruluş aşamasında Türk Milleti’ne güvenmenin ve dayanmanın mesajlarını vermiştir. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” düsturu yeni Türk devletinin ana omurgasını oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti bu çizgide “Türk Milli Devleti” olarak tarihteki yerini almıştır.
Cumhuriyet tarihi boyunca yine Batının etkisi, İslam dünyasının şartları ve iç-dinamikler sonucu farklı etkileşimler ortaya çıkmıştır. Bir toplumda beklenen başarılar elde edilemeyince dış etkiler artmaktadır. Bu etkiler ise ülkemizde fikri planda milli çizgiden uzaklaşmaya yol açmış ve aydın yabancılaşmasına sebep olmuştur. Kendi toplumuna yeterli bağlılık hissetmeyen, bu toplumun bir parçası olma şuuruna sahip olamayan ve hatta bu toplumun üyesi olmaktan kompleks duyan, “aydınlığı” kendinden menkul aydınlar türemiştir.
Aydınlığı kendinden menkul seçkinlerin sık sık milli konularda zaaf göstermeleri ve milliyetçiliğe düşmanca tavır takınmaları rastlantı değildir. Hatta fikir ve inanç kabulleri bakımından taban tabana zıt olanlarının bir araya gelerek milliyetçilik düşmanlığında birleşmeleri son derece manidardır. Türkiye’nin ve Türk milletinin çıkarları ve hassasiyetleri konusunda ortak tavır gösterme gayreti içinde olmadıkları halde, milleti ve milli kültürü görüşlerinde temele alan siyaset ve fikir hareketlerine karşı tavır almada birleşmektedirler. Bu tavrın salt milliyetçiliğe ve milliyetçilere karşı olduğunu zannetmek ise büyük yanılgı olur. Problemin bu aydınların kendileriyle ve içinde yaşadıkları toplumun, milletin değerleriyle ilgili olduğu açıktır.
Yıllarca Marksist, liberal ve siyasal İslamcı fikriyatı benimsemiş olan aydınlar millet gerçekliğini bir türlü kabullenemedikleri için sürekli sıkıntı içinde olmuşlardır. Kendilerince içinde bulundukları ve benimsedikleri fikirler evrenselciliği gerektirdiği için milliyetçiliğe karşı tavır almışlardır. Tarihi ve sosyal gerçekliği doğru okuyamamanın ve anlayamamanın bedelini adeta millete karşı olmakla çıkartmışlardır. Dolayısıyla eskimiş ideolojilerine rağmen özeleştiri yapıp doğru zemine yönelecekleri yerde, bir iki istisna dışında, kendilerini aldatmaya devam edecek sanal gerekçelere dayanarak aynı olumsuzluğa devam etmektedirler. Bu tip aydınlar toplumlarına yabancılaşmanın yanı sıra sosyal gerçekliklerden de uzak durmaktadırlar.
Küreselleşme sürecinde bir taraftan evrenselci ve farklı kültürel varlıkları yok edici bir cereyan dünyada hüküm sürerken, diğer tarafta farklı ve güçlü milli varlıkların mücadelesi yaşanmaktadır. Tarih milletlerin zorlu güç mücadelelerine sahne olmakta ve bu mücadelede egemenlik sağlama amacıyla evrenselci ve kozmopolit araçlar kullanılmaktadır. Her ülkenin aydını bu oyunu görerek kendi ülkesinin ve kültürünün çıkış yollarını ararken, bizdeki yabancılaşmış aydınlar bu oyunda karşının değirmenine su taşımaktadırlar. Bunu bazıları bilinçli bir tercih olarak yaparken, bazılarının alet olduklarının farkına varamadıkları görülmektedir.
Neo-liberal aydın zaten oyunu asıl patrondan yana oynamak gerektiğini düşündüğü için tercihen ve bilerek tavır geliştirmektedir. Onlar için insanlık ve dünya vatandaşlığı önemlidir. Dünya patronluğunu ABD veya AB yapmış fark etmez. Bunun karşısında Türkiye’yi, Türklüğü, Türk kültür ve medeniyetini savunmak ve bunlardan bahsetmek, onlara göre doğal olarak oyunbozanlık yapmaktır. Böyle bir durumda milliyetçiler, kapitalist veya komünist emperyalizmin en büyük oyunbozanlarıdır. Dolayısıyla liberal veya komünist kozmopolit aydın için milliyetçilerin ve milliyetçiliğin sevilecek bir tarafı yoktur.
İslamcı aydına gelince, sanırım asıl paradoks orada yaşanıyor. İslam bir din olarak hazreti peygamber tarafından insanlara vazedilmiştir. Peygamber bir elçidir ve din Allah’ın dini olarak vahiy yoluyla insanlara ulaştırılmıştır. İslam ile şereflenen her birey ve her millet bir dinamikliğe kavuşmuştur. Hayata ve dünyaya bakışı değişmiş ve kendisinde büyük bir güç hissetmiştir. Bu güç sayesinde sahabeden komutanların İstanbul önlerine kadar geldiğini, İspanya’nın fethedildiğini ve Viyana kapılarına kadar ulaşıldığını görüyoruz. Müslümanlara büyük bir dinamizm ve motivasyon kazandıran İslam dini aynı zamanda hayata anlam da katmıştır. Fakat hiçbir zaman ucu kapalı şablonlar ve hazır reçeteler vermediği için ideoloji haline dönüşmemiştir. Her birey ve millet kendi imanı ve idraki içinde, milli kültürün zihni kodlarına uygun biçimde, İslam’ın vazettiği dini hayatına aktarmıştır. Hayatının rengini ve biçimini bu etkiyle belirlemiştir. Onun için biz bir ‘Türk Müslümanlığı’ndan bahsedebiliyoruz. Millet olarak yaşadığımız tarihi tecrübe ve birikim ile Müslümanlığımızı hayatımız içinde mezcetmişiz. Böyle bir durumda Müslümanlığımız kültürümüzün ana belirleyicisi ve kimliğimizin önemli kaynaklarından olmuştur.
İslam’ı, bir din gibi değil de beşeri bir ideoloji gibi yorumlayan İslamcı aydın-seçkin ise tarihi hafızadan mahrum hareket etmektedir. Sanki tarih hiç yaşanmamış, İslam bir din olarak insanların hayatına hiç girmemiş ve biz bugüne tecrübesiz ve hafızasız bir şekilde gelmişiz gibi soyutlamaya girmektedir. Bu soyutlama doğal olarak içinde yaşadığı toplumla arasındaki bağı koparmaktadır. Milliyet bağını inkâr etmesine ve doğal milli kimliğini yok saymasına yol açmaktadır. Beslendiği harici kaynaklar İslamcı aydını, kendi toplumuna yabancılaşmaya götürmektedir. Tıpkı batı kaynaklı evrenselci hümanist akımlarda olduğu gibi, milli varlığı yok sayıcı ve düşmanca bir tavır ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla neo-liberal, neo-Marksist ve neo-İslamcı okuryazarlar aynı safta yer alabilmekte ve Türk kimliği ile ilgili sıkıntılarını ortak payda haline getirebilmektedirler.
Bu sıkıntıların bazı görünen sebepleri olduğu kadar görünmeyen sebepleri de muhtemelen vardır. Biz bilimsel bir yaklaşımla sadece görünenler üzerinden değerlendirme yapmak durumundayız. Dolayısıyla bu ittifak Türkiye’de aydın olamayan ama aydın görüntüsü veren seçkinlerin yabancılaşmasıyla ilgilidir. Bu konunun daha detaylı şekilde tahlil edilmesi yaşadığımız problemleri aşabilmemiz bakımından son derece önemlidir.
Herkes kendisine aynada bakıp iç muhasebesini yapmalıdır. Kendi toplumuna karşı tarihi görevlerini hatırlamalıdır. Bu toplumda yetişip, bu milletin kaynaklarıyla beslenip, milletin dertlerine çare üretmekten uzak duranlardan bir gün tarih hesap soracaktır. Bu milletin baş tacı ettiği aydınlar artık özeleştirilerini yaparak milletinin hizmetinde ışık olma ve çare üretme görevlerini lâyıkıyla yapmalıdırlar. Çoğu zaman hakir gördükleri milletin irfan sahibi fertlerine karşı biraz daha duyarlı olmak durumundadırlar. Türkiye ve Türk insanı artık yanında, vatanıyla, kültürüyle, bayrağıyla ve devletiyle problemi olmayan ve bütün problemlerine rağmen bunların gururunu duyabilen aydınlar görmek istemektedir. Türk milleti gururla omuzlarında taşıyabileceği aydınlara maalesef muhtaç kalmıştır.