Tarihte güçlü medeniyetler kuran devletlerin egemen olduğu dönemler batı dillerinde ‘pax’ ön ekiyle bir barış ve istikrar dönemi olarak adlandırılır. Bu anlamda ‘Pax Ottomanica’ Osmanlı Barışı olarak bilinir. Tarihteki ilk örneği Roma dönemi için ‘Pax Romana’ şeklinde kullanılmıştır. Daha sonraki istikrarlı egemenlik dönemleri için benzeri nitelendirmeler yapılmıştır. Pax Mongolica, Pax Hispanica, Pax Ottomana, Pax Britannica, Pax Americana öne çıkan örnekler arasındadır. Bu barış ve istikrar dönemleri ancak egemenlik zaafı başladığında bozulmaya başlar. Ya egemen olduğunuz topraklarda ayaklanmalar olur, ya da size dışarıdan saldırılar olur. Sonuçta egemenliğinizi kaybetmeye başladığınızda istikrar ve barış bozulmuş olur. Toprak kaybedersiniz, işgal edilirsiniz, sömürülürsünüz veya başka zararlar görürsünüz.
Osmanlı barışının nasıl bozulduğunu hepimiz biliyoruz. 1912 yılında Balkan bozgunu ve 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmak bizim için önemli bir dönemdir. Asırlardır egemen olduğumuz topraklar ve topluluklar kaybedilmiştir. Vatanın son bölümü olarak Anadolu toprakları da işgal edilmiştir. Bu işgalin vahametini hatırlamak için Yunan işgal güçlerinin Ankara’ya 100 km uzaklığa kadar yaklaşmalarını düşünmek yeterlidir. Bu durum verilen Milli Mücadele’nin önemini ve kıymetini de ortaya koyar. Yedi düvele karşı verilen mücadele sonunda Yunanlılar İzmir’den denize dökülmüş, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler, Ruslar işgal ettikleri yerlerin bir kısmından geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Demek ki bu devletler yakın bir zaman önce bizim topraklarımızı işgal etmişlerdi. Bu süreci de çok iyi hatırlamak ve şuurumuzda tutmak zorundayız. Bugün doğu bölgemizdeki kalkışmanın, Irak ve Suriye krizlerinin temelinde bu gelişmeler vardır. Hatta önümüze sürekli sürülen Ermeni iddiaları da buraya dayalıdır. Yeni nesillerin bu gerçekleri çok iyi öğrenmesi veya büyüklerin çok iyi öğretmesi gerekir.
Irak ve Suriye Osmanlı egemenliği altında yıllarca barış ve istikrar içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bağdat ve Şam İslam medeniyetinin önemli merkezleri arasında tarihte hak ettikleri yeri almışladır. Belki en istikrarlı dönemlerini Osmanlı zamanında yaşamışladır. Çünkü bu bölge kadim medeniyetlerin de yaşadıkları gibi çatışmalı bir bölgedir. Mezopotamya insanlığın dünya egemenliği mücadelesinde göz diktiği en önemli bölgedir. Bununla ilgili Hazreti İbrahim’den beri birçok hikâye anlatılabilir. Genç okuyucularımızın bu gerçeği de çok iyi anlamalarında fayda vardır. Çünkü o gün bugündür ‘arz-ı mevut’ (vaat edilmiş topraklar) hayalini muhafaza eden İsrailoğulları’nın hala gözü bu topraklardadır. Gözlerinin burada olması sadece duygusal bir tutku değil, egemenlik projesi şeklindedir. Bölgede çatışmaların hiç eksik olmamasında bu faktörü göz ardı etmek büyük ihmaldir. Siz ihmal ederseniz tarih gözünüzün içine soka soka size hatırlatır.
Tarih bugünkü olayları anlamamızda sadece bir kılavuzdur. Olaylara sebep olan pek çok faktör içinden bir kısmını barındırır. Size düşen bugünkü şartları doğru değerlendirmek ve geçmiş sebepleri doğru anlamaktır. Bunları birbirine indirgemek ise yine sizi yanlışa sevk eder. Bugün sınırımızda bir Suriye problemi varken eğer İkinci Dünya Savaşı zamanına kadar Fransız egemenliğini görmüyorsanız sıkıntıyı anlayamazsınız. Yüzeysel tartışmalarla zaman tüketirsiniz. Bölgede bir Kürt devleti kurulması için küresel güçler tarafından dayatmalar yapılıyorsa ve sebebini başka yerlerde arıyorsanız, İsrail faktörünün dünya için ne anlama geldiğini anlayamıyorsunuz demektir. Veya projenin bir parçası olarak bu amaca hizmet ediyorsunuz demektir. İşte tehlike buradadır.
Tehlike dış faktörden çok içerden derinleşmektedir. Olayları ya anlayamayacak kadar cehalet ve ahmaklık içinde olan bir medya ve siyaset kesimi var, ya da büyük güçlerin projelerine hizmet için satın aldığı bir kesim var. Her iki seçenek de işin vahametini gösteriyor. Bunların dışında kalan kesimlerde ise başka sıkıntılar tahlil edilmeyi bekliyor. Çünkü problemlerin çözümü için yeterli odaklanma ve üretimler maalesef çok az. Kendisini milli olarak gören veya resmi görevi gereği milli olmak zorunda olan yetkililerin çözüm üretme yetenekleri sorgulanmayı gerektirir boyutta. Bölgede tarihten bugüne var olma ve egemen olma mücadelesinde hep var olmuş Türkler ne durumdadır? Bugün vermekte zorlandığımız sınav budur.
Yeni Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 yılında ‘misak-ı milli’ sınırlarında egemenliğini tekrar kuran Türkler, 1990’lı yıllardan itibaren artık dünya için potansiyel küresel güç görünmeye başladı. Aslında içeride de bu duygunun kabardığını büyük söylemlerde görmek mümkün. Özellikle milliyetçi kesimlerde hepimizi heyecanlandıran “21. Yüzyıl Türk Asrı Olacaktır” iddiası adeta günümüzün kızıl elması gibidir. Fakat bu kızıl elma etrafında bütünleşememiş bir milletin evlatları maalesef kızıl bir terörün girdabına takılmış durumdadır. Soydaşlarımızın ve hatta dindaşlarımızın özgürlük ve haysiyet mücadelelerinde öncü olma beklentisindeki Türkiye, kendi sınırlarında egemenlik mücadelesi ile sınanmaktadır. Bu sınavda hepimiz zorlanıyoruz. Milliyetçisinden, siyasetçisine, askerine ve diğer bürokratik kurumlarına kadar bütün kesimler oyunun çirkinliği ve vahşiliği karşısında şaşkınlık yaşamaktadır. Bingöl’de iki gün arayla yolda tuzak kurularak polis ve askerlerimizin şehit edilmesi, Tunceli Ovacık ilçesinde bir savcımızın lojman kapısında suikasta uğraması, Van’da Devlet Hastanesi acil kapısında bir polis memurunun sırtından vurularak şehit edilmesi mücadelenin zorluğunu ortaya koymaktadır. Bu zorluk şimdiye kadar bilinmeyen bir sır mıdır? Değildir elbet. Peki, çözüm için yeterli önlemler ve üstesinden gelmek için etkili manevralar konusundaki başarımız nedir? İşte can alıcı soru burada düğümlenmektedir. Tamam, düşman çok adi, ahlaksız, vahşi, akıllı(!) ve dünyada birçok merkezden destek alıyor. Size bu durumda sadece kahretmek, kınamak, hakaret etmek mi düşer?
Ülkemizde ve yakın çevremizde meydana gelen olaylarla ilgili artık Türkiye’nin aktif olması gerekmektedir. Öncelikle meseleleri doğru tahlil ederek, kendi milli siyasetini üretmelidir. Bu milli siyasetin uygulanması için bir toplumsal seferberlik içinde hareket edilmeli, gereğinin yerine getirilmesi için azami gayretle çalışılmalıdır. Şu anda zaten bu şekilde çalışanların emekleri de böylece zayi edilmemiş olur. Aksi takdirde kahramanca verilmekte olan mücadeleler boşa çıkacak ve anlamsızlaşacaktır. Zaman içinde milli duygularıyla görevini hakkıyla yapmaya çalışanlar da yalnızlaşacaklar ve motivasyonlarını kaybedeceklerdir. Şu sıralar kısmen bu duygu yaşanmaktadır. Bir an önce bu durum önlenmelidir. Ne mutlu ki milletin sağduyusu ve basireti hala hepimize güven ve ümit vermektedir. Anadolu’nun fakir ve ücra köşesinde şehidini bağrına basan anneler, babalar, eşler ve kardeşler bizim ne kadar büyük bir millet olduğumuzu göstermektedir. Milliyetçilik işte bu gerçeğe dayalıdır. Milletin var olma iradesi ve varlık kaynağıdır.
Son söz egemenlik üzerine olacaktır. Her ne sebeple olursa ve her nereden güç alırsa alsın bize saldıranlar egemenliğimizi hedef almış durumdadır. Terör ile bunu dağlarda, yollarda, şehirlerde yapmaya çalışanlar ile bunların entel işbirlikçileri egemenliğimizi hedeflemektedirler. Egemenliğin olmadığı yerde huzur, istikrar ve barış olmaz. Bunu bozanlar ağır bedellerine katlanmak zorunda kalırlar. Şu sıralar yüzsüzce ve arsızca Türk egemenliğini bu topraklardan, bu devletten yok etmeye çalışanlar milleti hafife almaktadır. Millet buna geçit vermez. Bundan kimsenin endişesi olmasın. Millete güvenmekten başka hiçbir dayanağı olmayan milliyetçilere düşen görev ise bu gerçeği tekrar tekrar, sabırla ve ısrarla herkese hatırlatmaktır.