Demokrasi batı sistemi içinde gelişmiştir. Modernleşmenin ürünlerinden birisidir. Modernleşme ise batı felsefesinin skolastik zihin yapısı ve batının feodal sosyal yapısı ile mücadelenin bir sonucudur. Bu mücadelede kılavuz insan aklıdır. Akıl bu mücadelede çok özel bir yere sahiptir. Bu dönemde akılcılık bir akım haline gelmiş ve “aydınlanma felsefesi” adı verilen bir felsefe sistemini ortaya çıkarmıştır. Buradaki akıl bireyin sahip olduğu “düşünen bireyin aklı”dır. Descartes’ın “düşünüyor olma halini” bu sistemin temeli olarak görebiliriz. Bu önerme hem Descartes’in felsefe sisteminin, hem de modernleşmenin temel varsayımıdır. Çünkü bireyin varlığı, değeri ve önemi buraya dayalı olarak gelişmeye başlamıştır.
Konuya felsefeyle girmemizin sebebi, konuyu doğru anlamaya çalışmak içindir. Konu son derece ilkel ve çarpık olarak tartışılıyor. Demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan konular demokrasinin gereği gibi sunuluyor. Bunun tarihte çok çarpıcı örneklerini yaşadık. Hala yaşamak traji-komik manzaralar ortaya çıkarıyor. 70’li yıllarda Türk gençlerinin bir kısmına devrimcilik adına ezberletilen “bilimsel sosyalizm” mavalına benzer şekilde dağdaki eli kanlı eşkıya demokrasi havarisi gibi sunulmaya başladı. Ne o sosyalist dogmalar bilimle alakalıydı, ne de bu kanlı teröristler demokrasiyle alakalı olabilir. Şu anda yaşanan absürt manzara hiçbir demokratik devlette görülmez. Bizde görüldüğüne göre, kendimize bakmak zorundayız.
Biz batı dünyasından farklı bir tarihi serüven yaşadık. Aynı zamanda batının gelişmesinde çok önemli bir amil olduk. Sonra batı karşısındaki mücadelemizde zayıf düşmeye ve mevzi kaybetmeye başladık. Bunun sonucu biz de modernleşme çabasına girişti. Bizim modernleşme çabamız batılılaşmayla karıştırılarak tartışıldı. Bunun batıdan kaynaklanan sebepleri de vardı. Çünkü batı insan aklını etkili kullanmaya başladıkça diğer toplumlar üzerinde üstünlük sağladığını fark etti ve bu üstünlüğü sömürgeciliğe dönüştürdü. Bunun tahlili ayrı bahis olduğu için, biz sadece demokrasi ve bizim ilişkimizde konuyu irdelemeye devam edeceğiz. Problemlerimizin kanayan birer yara halinde bugüne gelmesinde kendi toplumsal yapımızın ve bu serüvenin etkisi büyüktür.
Osmanlı aydınlarının 20. Yüzyılın başında “hürriyet” nidaları boşuna değildir. Birinci meşrutiyet, ikinci meşruiyet ve sonunda bir kurtuluş savaşı mücadelesiyle cumhuriyet bu nidaların yansıması olmuştur. Asıl hedef Türk toplumunun medeniyet mücadelesinde kendini yenilemesidir. Geri kalmışlığını ve makus talihini yenmesidir. Milletler mücadelesinde layık olduğu yere tekrar gelmesidir. Bunu sağlayacak yolları arayıp bulmak bu milletin öncüsü aydınları ve siyasetçileri sayesinde olacaktır. Fakat aydınları ve siyasetçileri eğer zihinsel bir travma yaşarlarsa, sağlıklı düşünce üretemezlerse problem, çözülmek bir tarafa kangren olmaya başlar. Cumhuriyet döneminde yaşadığımız sıkıntıların bir kısmı bu minvalden kangrenleşmedir. Batıda modernleşme, ortaçağ karanlığının skolastik anlayışına karşı aklı hakim kıldı, ama toplumun kültürel değerleri ve hatta bunlar arasında o skolastik düşüncenin beslendiği kilise aşağılanmadı, horlanıp yok edilmedi. Bizde ise, milli kültüre ait değerleri, hatta milletin kendisini toptan inkar noktasında bir batılılaşma, kendi gerçeklerinden uzak sosyalist cereyanlara kapılma, milleti hakir görerek siyasete müdahale, sağ-sol görüntülü çatışma ve komünist bir örgüt öncülüğünde azınlık milliyetçiliği görüntüsünde estirilen terörizm en önemlileri arasında sayılabilir. Herhalde en kanlı ve bela kangren PKK olmuştur. Fakat kendi başına değerlendirilmesi yanlıştır. Son derece komplike bir konu olarak değerlendirilmelidir.
Ülkede kangren bir problem ortaya çıkması doğal olarak köklü ve acil çözüm ihtiyacını doğurmaktadır. Fakat bu ihtiyaç yanlışlara sebep olmamalıdır. Son dönemlerde batının dayattığı ve hükümetin öncülük yapmaya çalıştığı sözde demokrasi önlemleri maalesef yanlışları artırmaktadır. Bir problemin çözümü öncelikle doğru teşhisten geçer. Yazımızın başında felsefi bazı değerlendirmeleri bunun için yaptık. Önce problemin temeline inmek gerekir. Temele inme yönünde hiçbir hazırlık çalışması yapılmadan atılan adımlar iyi niyetli bile olsa sahte cerrahın ameliyatına benzer. Uzuv kaybeder, yeni sancılara ve yaralara sebep olursunuz. Bunun için yönetim mevkiinde iseniz dikkatli olmak zorundasınız. Hele bu konularda birikimli olmamak yanında kendi nakisalarınız varsa problemi daha da büyütebilirsiniz. Bu konuda hükümetin beyin takımı kendilerini tekrar sigaya çekmesi gerekir.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi demokrasi bir batı kültürüdür. Batının modernleşme çağının bireyselleşme ve akılcılılık değerlerinin doğurduğu bir yönetim biçimi olarak anlaşılmalıdır. Bu kültürün gerektirdiği birtakım öncelikler vardır. Bunlar yerine gelmeden bir ülkede demokrasi inşa etmek mümkün değildir. Türkiye’de siyaset yapan insanların bir kısmı ideolojik olarak Batıcılığa karşı oldukları için bunlara değer vermemişlerdir. Şu an iktidarda olan partinin dayandığı düşünce geleneği içinde ciddi bir demokrasi ve modernleşme eleştirisi birikimi oluşmuştur. Fakat bu geleneğin 28 Şubat darbesi ile siyasetten tasfiye edilme teşebbüsü, demokrasinin gereği ve önemini bir anlamda bu ekibe öğretmiştir. Kendileriyle çelişkiye düşme pahasına şu anda ülkeyi, Batılılaşmanın yeni boyutu olan AB’ye taşımaya ve demokraside öncü olmaya çalışmaktadırlar. Bu da son derece manidar bir durumdur.
Hükümetin iyi niyetle ülkeyi Batılılaştırmaya çalıştığını ve demokrasiyle her şeyi çözebileceğine inandığını varsaysak bile uyarmak zorunda olduğumuz noktalar var. Ülke bu sürece yeni girmiyor. Batılılaşmaya başladığımız günden beri yaşadığımız problemler var. Bir taraftan modernleşmeye devam eden bir ülke, bir taraftan bu sürece direnen bir sosyal yapı. Ülkenin her tarafında aynı derecede değişime yol açamayan bir modernleşme. Bunu Türkiye’nin batısından doğusuna doğru baktığımızda bariz bir şekilde görebiliriz. Osmanlının son döneminden beri devlet eliyle alınan kararlar, toplumun kültürel yapısında birtakım değişimler meydana getirmiştir. Bunların etkisi zaman zaman tepkisel milliyetçilik hareketlerine sebep olmuştur. Çünkü bu zorunlu değişim süreci milletin kültürel karakterini tehdit etmeye başlamıştır. Türk milliyetçiliğinin bir boyutu burada şekillenmiştir. Batının hegemon kültürü karşısında milliyetçilik son derece doğal bir refleks halindedir. Bu noktada ülkedeki İslamcılar milliyetçilerden daha keskin bir tepki içindedirler. İslamcılar hala öyleler mi bilinmez ama şu sıralar İslamcılık gömleğini çıkarttıkları iddiasında olan iktidar önderleri bu hassasiyeti bırakmış görünüyorlar. Bu manidarlığın da altını çizmekte fayda var.
Gelelim son dönemdeki “açılım” tartışmasına. Bu noktada ülkede resmen bir demokrasi paradoksu yaşanmaktadır. Hükümetin her şeyi demokrasiyle çözebileceği zannı bir serap gibi gözlerini boyamış görünüyor. Bunun sebebi demokrasinin kendi kültürü içinde doğru algılanmış olmaması olsa gerek. Çünkü açılım tartışmasına sebep olan konu PKK terörü ve Kürt meselesi. Bu konuyu özellikle ikiye ayırarak itiraz etmemiz gerekir. Birincisi yıllardır sivil asker binlerce insanı hunharca öldüren bir terör örgütüyle demokrasi kavramının yan yana getirilmesi, Karl Popper’ın tanımıyla tam bir paradokstur. Tamamen totaliter ve katı hiyerarşi içindeki bir örgüte, zaten sizin egemenliğinizi ve demokrasinizi tanımazken nasıl olur da demokrasiden kapı açabilirsiniz. Bunu açıklamak ve tartışmak bile abestir. Son kongrelerinde bütün arsızlık ve saldırganlıkları yanında lütfedip Bayrağımızı asmışlar. Fakat tavır ve davranışlarıyla zerre kadar meşru demokrasi içinde kalmaları mümkün görünmemektedir. Hukuk eğer adalet ve bir toplumsal düzen sağlayacaksa mutlaka herkese eşit olarak işletilmelidir. Bir generale de, bir milletvekiline de, bir sıradan vatandaşa da suç işlediğinde dokunabilen bir hukuk ülkede adalet sağlar.
İkinci konu olarak Kürt meselesi veya Doğu meselesi de demokrasi bakımından ciddi bir paradoks doğurmaktadır. Modernleşmenin etkisiyle ülkenin batısında meydana gelen sosyal değişmenin çok az görüldüğü bu bölgede, günümüzde yaşanan problemlerin çoğu mevcut sosyal yapıdan kaynaklanmaktadır. Bu sosyal yapının demokrasi ile yan yana gelmesi büyük çelişkilere yol açar. Bireysel irade ve özgürlükler üzerinde önceleri aşiret ve şeyhlik egemenliği, 1984’ten itibaren de PKK egemenliği demokrasiyi oralara yanaştırmaz. Demokrasi insan hür aklına ve iradesine dayanır. Ama bölgede yıllardan beri binlerce oyu garanti olan aşiret önde gelenleri veya sandıklara hakim olan PKK/DTP seçim kazanır. Onların bu hali sorgulanamayacağı gibi, itiraz da götürmez. Buna devlet de dokunmaz, vatandaş da. Seçim ancak aşiretler arası kavga veya mücadele şeklinde yapılır. Bu ortamda demokrasi olmaz. Tıpkı Irak’ın kuzeyinde konuşlanan iki aşiretin kendilerini devlet sanması gibi ucube yapılar ortaya çıkar. Buna bir de terör örgütünün kanlı eli karıştığı zaman demokrasi tam bir traji-komik manzaraya döner. Dolayısıyla bölgede yapılması gereken, demokrasinin yaşayabileceği, yani insanların hür iradeleri üzerinde ipoteklerin kalktığı bir ortam meydana getirmektir. Bunun için de öncelikle terörün kökünü kazımak gerekir.
Demokrasi olması için modernleşme şarttır. Modernleşmeyi de lütfen Batı kültürünün hayat tarzına bağlı algılamayın. Batının medeniyette öne geçmesini sağlayan akılcı zihniyet yapısı ve bireyi şahsiyeti içinde güçlendiren sosyal yapısı modernleşmenin olumlu yansımalarıdır. Bunu büyük oranda ülkemizin batı ve orta kesiminde sağlamaya başladık. Sıra şiddetli direnç gösteren diğer kesimlerinde. Demokratik açılımla eğer insan şahsiyetini ve iradesini ortadan kaldıran, aşiret, cemaat, örgüt gibi kolektif yapılar çözülecekse kimsenin itirazı olamaz. Yok demokrasi maskesiyle örgüt lideri eli kanlı katiller zavallı insanlarının sırtına basarak meclis yolunu tutacaklarsa, bunun vebali çok ağır olur. Hiçbir parti ve hiçbir hükümet bunu ödeyemez. Ne bugün, ne yarın, ne de tarih önünde…