Türkiye maalesef akıl tutulmasından bir türlü çıkamıyor. İki yüz yıldan beri devam eden çöküş psikolojisi ve bundan çıkmak için sarıldığımız çözüm yolları sürekli zarar veriyor. Enerjimizi tüketiyor, moralimizi bozuyor, ümitlerimizi kırıyor, bizi çıkmaza sokuyor. Yanlış üzerine yanlış yapmamıza sebep oluyor. Hatta doğruyu fark edip savunmaya çalışanları töhmet altında bırakarak suçlu ilan edebiliyor. Yıllardır milletinin istikbali dışında hiçbir hesabı olmayan milliyetçilere yaklaşım bunun göstergesi.
Bu ülkede Türk milliyetçileri tarihi ve sosyolojik hakikatlere dikkat çektiler. Millet için çıkış yolunun bu hakikatlere göre bulunması gerektiğini ısrarla halka ve aydınlara anlatmaya çalıştılar. Bunda zaman zaman başarılı da oldular ama çoğunlukla ihmal edildiler. Yakın tarihte en önemli başarı işgal edilen vatan topraklarının verilen milli mücadeleyle kurtarılması oldu. Ardından reel-politiğin gereği olarak Türkiye Cumhuriyeti milli devlet olarak kuruldu. Anadolu’da yaşayan Müslüman ahali ile Anadolu’ya sığınmak zorunda kalan akraba topluluklar bu devletin çekirdeğini oluşturdu ve bir millet olarak kabul edildi. Bu kabul ediş hayali değil, sosyal gerçeklere uygun bir tavır idi. Tarihin getirdiği noktada buluşan bu insanlar zaten kültürel olarak kaynaşmış, aynı değerleri, aynı kaderi, aynı gelecek duygusunu paylaşan bir bütünlük taşımaktaydı. Dolayısıyla kimse bu milletin bir parçası olmaktan rahatsızlık duymadı. Milli mücadelenin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk onun için “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesiyle bu duygu bütünlüğünü vurgulamaya çalıştı.
Cumhuriyet kurulduktan sonraki dönemde milletin yükselmesi için farklı bakış açıları devreye girdi. Batılı karşısındaki geri kalmışlıktan kurtulma çabası, zaman zaman kendini ihmal ve inkar noktasına götürdü. Atatürk’ten sonra milliyetçi bakış açısı terk edildiği gibi, sanık sandalyesine bile oturtuldu. 1944 milliyetçilik olayları ve 3 Mayıs Türkçülük bayramı bu dönemin hatırası olarak tarihte yerini aldı. Mücadele böylece sürdü ve bugünlere geldi. Milliyetçiler dikkate alınmayarak devlet ve millet zarar görmeye devam etti. Buna dikkat çekici iki örnek daha verecek olursak: birincisi enternasyonalist komünist akımların ülkeye zarar vermesi ve ikincisi esaret altında yaşamakta olan Türk topluluklarının farkına varılmasıdır. Her iki konuda da Türk milliyetçileri üzülerek haklı olduklarını görmüşlerdir.
Komünist hareketlerin ülkeye vermiş olduğu zarar burada anlatılmakla bitmez. Ama bir tanesi var ki ülkeyi bölünme eşiğine getirmiştir. Bu da Marksist-Leninist PKK terörüdür. PKK başta haklarını savunduğunu iddia ettiği Kürt kardeşlerimiz olmak üzere bütün millete zarar vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Kültürel olarak yüzyıllardır Türk milleti içinde kaynaşarak yer almış Kürtleri, Türk milletini arkadan vurmaya çalışan bir silah gibi düşmanlarının çıkarları için kullanılır duruma düşürmüştür. Bu Türk milleti için de, Kürt etnisitesi için de züldür. Maalesef bu konuda da Türk milliyetçilerine kulaklar tıkanmış durumdadır.
Türk milleti tarih boyunca dünyada bir misyonu dava halinde sürdürmüştür. Bu misyon insanlara adaleti götürmek, insanca davranmak, güvenlik ve huzur sağlamak şeklinde özetlenebilir. Türk milletinin Anadolu’ya yerleşmesi, Rumeli’yi fethetmesi ve buralarda gönüllerde taht kurması bu misyonun sonucudur. Ortaçağın karanlığında zulüm içinde inleyen insanların Türk egemenliğini istemeleri bundandır. Türk milleti insanlığa gerçek anlamda bir medeniyet sunmuştur. Bu medeniyet insanlığa ışık vermiş, huzur ve adalet getirmiştir. Sanatta, bilimde, mimaride, dini hayatta insanlığa öncü olmuştur. Birlikte olduğu farklı etnisitelerle kardeşlik kültürü geliştirmiş ve adeta ortak bir “içtimai ırk” geliştirmiştir. Bu içtimai ırktır ki, soydan Arnavut olan bir şaire mısralarında “ırkıma yok izmihlal” dedirtmiştir. Bunun için fethettiği topraklarda kendi gönül rızalarıyla Müslüman olan Boşnaklar ile Oğuzlar arasında fark görmemiştir. Zaten Türklerle ilişkilerinde Müslüman olan kavimlere “Türk oldu” denmiştir.
Türk milletinin Selçuklu ve Osmanlı devleti ile zulüm karşısında insanlığa adalet ve huzur medeniyeti getirmesi ve Haçlılar karşısında İslam’ın bayraktarı olması tarihte önemli bir aktör olmasını sağlamıştır. Batının çeşitli atılımlarla güçlenmesi dünya dengelerini Türklerin aleyhine değiştirmiştir. O gün bu gündür Türk milleti küresel rekabet alanında savunma konumundadır. Türkleri yok etmeye veya sıkıştırmaya yönelik hamleler devam etmektedir. Hamlenin nereden ve nasıl geleceğini kestirmek oldukça zordur. Özellikle de kendi milletine ve tarihine yabancılaşmış batı hayranı seçkinleri ile bunu yapmak mümkün değildir. Bu seçkinler toplumun üst katmanında bütün dünya nimetlerinden faydalanmayı kendilerine hak görürken, milletinin ihtiyacı olan bilgi ve irfanı maalesef millete verememektedirler. Bu çabayı gösteren bir avuç milliyetçi aydın ise dikkate alınmamaktadır.
Ermeni meselesinin önümüze çıkartılması, ülkede iç kargaşa yaratılmaya çalışılması, PKK terörünün başımıza musallat edilmesi tesadüf değildir. Dünyadaki milletler ve medeniyetler arasındaki küresel mücadelenin sonucu olarak benzeri problemlerin eksik olmayacağı açıktır. Önemli olan ülkenin yöneticilerinin ve aydınlarının bunun farkında olarak meseleleri doğru anlaması, doğru ortaya koyması ve buna göre çözümler üretebilmesidir. Problem bu noktadadır. Maalesef yönetim ve aydın problemi Türkiye’nin zaafı haline gelmiştir. Ortada tarihten beri devam eden mücadeleyi doğru okuyamayan seçkinler Türkiye’yi ve Türk milletini sıkıntıdan sıkıntıya sokmaktadır.
Ermeni diasporasının verdiği mücadele ve küresel güçlerin destekleri sonucu, Türkiye’de bir avuç tatlı su aydını ülkesini ve milletini satabilmiştir. Mücadelede karşı safta yer alıp ülkenin zarar görmesine yol açabilmişlerdir. Aydın, doğruluğun peşinde namuslu ve dürüst olur. Maalesef bu insanlar, Batı karşısındaki hayranlıkları veya ezilmişlikleri sonucu, kendi milletleri ve tarihleriyle ilgili zerre kadar namus duygusu taşımamışlardır. Bu üzücü olmakla birlikte karşımızda duran bir gerçektir. Dolayısıyla milli duruş sahibi aydınların ve yöneticilerin, daha çok mesuliyet duyarak buna uygun davranması gerekir. Milletler arası küresel güç mücadelesinde ilk darbeyi alacağınız yeri çok iyi analiz etmeniz gerekir.
Kendisini Türk milletinin mensubu sayan herkes oyunun farkına varmak zorundadır. Oyun bugünün ürünü değildir. Günübirlik algılar ve kararlarla doğru sonuç alınmaz. Yanlış bakış açılarıyla doğru mücadele sürdürülmez. Karşınıza sürekli sizi engelleyecek problemler çıkartılır ve siz onlarla sürekli güç kaybedersiniz. Milletler mücadelesinde sizden beklenen hamleleri yapamazsınız ve gerilere düşersiniz. Süreç tarihten ve milletlerin sosyolojik özelliklerinden kaynaklanan güçler ve şartlara göre devam ettiği için, zaman zaman siz farkına varmasanız da tarih önünüze uygun şartlar getirir. Eğer bunları göremez ve zamanında gerekli adımları atamazsanız fırsatları hovardaca harcamış olursunuz. Veya kendiniz ellerinizi ayaklarınızı bağlamış olursunuz ve hareket edemezsiniz.
Yılın iki sürpriz gelişmesi bu mücadeleyi tekrar hatırlamamız ve hatırlatmamız gerektiğini ortaya koymuştur. Bunlardan birisi TRT kurumuna hükümetin talimatıyla Kürtçe kanal açtırılması, diğeri İsrail’in Gazze’ye saldırması ve işgal etmeye girişmesi. Şimdi ilk bakışta iki olay arasında nasıl bir ilişki olduğu merak edilebilir ama bizim anlatmak istediğimiz de tam burasıdır. Türk milleti Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dünyada küresel oyunun en aktif oyuncusudur. Hem medeniyet üreten, hem dünyaya nizam veren, hem de İslam’ın bayraktarlığını ve hizmetkârlığını yapan bir durumdadır. Bu pozisyonda Türk milleti yalnız değildir. Kendisine ülkü olarak seçtiği büyük hedeflere yöneldiğinde yanındaki ve arkasındaki topluluklardan emindir. Emin olamadıklarına da, soy olarak Türk olsalar dahi haddini bildirmiştir. Tarihte bunun çok örneği vardır. Eğer haddini bildiremezse küresel mücadeleyi kazanamayacağını o dönemin seçkinleri çok iyi kavramışlardır.
Bugün dünyada Türk, Müslüman veya gayri Müslüm mazlum halklar himayeye muhtaçtır. Bosna Hersek’te, Çeçenistan’da, Irak’ta ve son olarak Filistin de bu manzara çok dramatik biçimde karşımıza çıkmıştır. Dünya ve dünyadaki özellikle mazlum insanlar vahşi ve zalim odaklarının saldırılarından korunacak bir sığınağa muhtaçtır. İlk yöneldikleri kapı da ne hikmetse Türkiye olmaktadır. Bunun hikmetini Türk aydınları ve yöneticileri düşünmek zorundadır ve bunun gereğini yerine getirmek zorundadır. İsrail’i veya Sırbistan’ı uzaktan kınamak yeterli değildir. Yeterli olacak tek şey ülkeyi teknolojik, ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan güçlü hale getirmektir. Bu çerçevede herkesin düşüncelerini, davranışlarını ve icraatlarını tekrar tekrar gözden geçirmesi gerekir.
Senenin sürpriz kararıyla yayına başlatılan TRT’nin şeş televizyonunun, dünyadaki küresel milletler mücadelesi içindeki Türk milletinin durumunu nasıl etkileyeceği tekrar düşünülmelidir. Şuursuz ve hesapsız atılan adımlar büyük yaralar açarak milletin geleceğini sekteye uğratır. Bu adım da milletin bütünlüğü ve gücü bakımından büyük tehlike doğurmaktadır. Dünyada gücü olmayan, yaptırımı olmayan, başı dik olmayan bir Türkiye, ne Türklere, ne Kürtlere, ne de Filistin gibi mazlum milletlere faydası olmaz. Türkiye’nin büyümesine ve güçlenmesine engel olan her şey, aynı zamanda dünyanın ihtiyacı olan huzura ve adalete de engeldir. Osmanlı gücünü engelleyecek her türlü zaafı canı pahasına gidermiştir. Bugün Türkiye hala şehit vermeye devam ediyorsa dünden farklı yapmamalıdır. Zaafın ve tavizin sınırı ve getirisi yoktur.