Dünya tarihinin yorumlanması konusunda iki temel yaklaşım düşünce dünyasını etkilemiştir. Bunlardan ilki ve Batı düşüncesinde modernleşmeyle birlikte egemen olan ilerlemeci-evrenselci tarih yorumudur. Bu yorum doğrultusunda çok sayıda teori üretilmiş ve tartışma bu çerçevede sürdürülmüştür. Kant, Comte, Hegel ve Marks gibi birçok düşünür ilerlemeci ve düz çizgisel tarih yorumlarında bulundular. Bu düşünce mensupları dünyayı bir bütün olarak düşünüp, insanların aynı tarihi yasalar içinde olumlu bir noktaya doğru gittiğini ileri sürdüler. Farklı medeniyetlerin ve milletlerin kendine özgülüğünü ihmal ettiler. Fakat tarih bu ihmalin yanlışlığını acı tecrübelerle hatırlattı. Sonuçta ikinci düşünce yaklaşımı ortaya çıktı. Daha doğrusu İbn Haldun ve Viko tarafından daha önce işlenmiş bir görüş tekrar ilgi gördü. Toynbee ve Sorokin gibi düşünürler bu görüşü farklı medeniyetler ve iniş-çıkışlı tarihi dönemler şeklinde kullandılar.
Devri veya çevrimsel tarih görüşü olarak adlandırabileceğimiz bu yaklaşım milletlerin ve medeniyetlerin farklılığını ve tekliğini göstermesi bakımından dikkate değer. Milletlerin ve kültürlerin sosyolojik olarak açıklanmasında bir düşünce çerçevesi vermesi bakımından son derece önemlidir. Bize sunulan egemen paradigmalar dışında bir imkân olarak değerlendirilebilir. Çünkü sık olarak karşımıza çıkan ilerlemeci yaklaşımlar tek bilimsel doğruymuş gibi anlaşılabilmektedir. Bunun tipik örneği küreselleşme tartışmalarında görülmüştür. Fukuyama küreselleşmeyi açıklamak için kullandığı tarihin sonu teorisini bu yaklaşım üzerine kurmuş ve yanıldığı kısa zamanda anlaşılmıştır. Çünkü dünyada farklı medeniyetler ve köklü milletler vardır ve bunların tamamen ortadan kalkarak homojen bir kültürel bütünleşme mümkün değildir. Dolayısıyla dünyanın tek devlet gibi siyasi ve ekonomik bütünleşmesi anlamında bir küreselleşme mümkün değildir. Bunu zorlamak ise ancak büyük acılara sebep olur. Tarihte benzeri örneklere sıklıkla rastlanabilir.
Küreselleşme süreci son yıllarda tarihi ve sosyolojik bir gerçeklik olarak dünyayı etkisi altına almış durumdadır. Bu süreci kendi çıkarları ve hedefleri için yönetmeye çalışan ülke ABD olarak görülmektedir. 18 ve 19. yüzyıllarda İngiltere’nin büyük sömürge imparatorluğu kurarak dünyayı yönetmeye çalışması gibi, ABD de dünyayı egemenlik altına almaya çalışmaktadır. Fakat dünyada egemenlik altına almaya çalıştığı çoğu bölgelerde Türk sosyolojik varlığı ile karşılaşmaktadır. Bizim Türklükle ilgili tanımlamayı bu perspektiften yapmamız gerekmektedir. Bu bir tarihi ve sosyolojik gerçekliktir. Dünya üzerinde geniş bir coğrafyada halen yaşayan Türkler ve tarih içinde ortaya çıkan Türk kültür mirası bunun en önemli delilidir. Küreselleşmenin sunduğu yeni iletişim ve ulaşım imkânları bu gerçekliği daha net olarak gözler önüne sermiştir. Artık kimse Türkiye sınırları dışında Türk varlığını inkâr etmek veya habersiz kalmak durumunda kalmayacaktır.
Küreselleşme dönemine gelinceye kadarki tarihi sürece baktığımızda zaten Türk milleti önemli bir aktördür. Orta Asya’dan başlayarak dünyanın önemli tarihi merkezlerinde egemenlik sağlaması, devletler kurması, medeniyet eserleri vermesi, kültür yaratması bunu gösterir. Son olarak kurduğu dünya devleti Osmanlı imparatorluğu üç kıtayı etkisi altında tutarak bir küresel güç rolü oynamıştır. İmparatorluklar çağının kapanması ve gücünü kaybetmesi sonucu Batılı modern devlet anlamında Türkiye Cumhuriyeti milli devlet olarak kurulmuştur. Bugünkü milli devlet tartışmalarının kaynağını bu süreçte bulmak mümkündür. Tarih içinde imparatorluktan milli devlete geçiş Türkler için bir hedef değil bir zarurettir. Adeta tarihin şartlarından dolayı geri çekilmedir. Türk Kurtuluş Savaşını ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
İtalya’daki şehir devletlerinin birleştirilerek bir ulus devlet haline getirilmesiyle, Osmanlı’nın dağılması sonucu ortaya çıkan yeni Türk devletini aynı şartlarda değerlendirmek büyük yanlışlıktır. Her milletin ve devletin yaşadığı kader diğerinden farklı ve kendine özgüdür. Standart hale getirilmiş kalıp kavramlar gerçekliği açıklamakta bizi yanıltır. Yukarıda işaret ettiğimiz ilerlemeci – evrenselci tarih görüşü bu yanlışı yaygınlaştırmıştır. Bu yaklaşımdan dolayı insanlar aynı özelliklerin ve şartların bütün toplumlar için geçerli olduğu zannına kapılmaktadır. Bunun en önemli örneği, ikisi de Batılı olmasına rağmen İtalyan ulus devleti ile İngiliz devleti arasındaki farkta görülebilir. Türkler ise bu anlamda her iki devlete ve millete zaten benzemezler. Türklerin yaşadığı tarihi süreç ve yarattığı kültürel doku zaten tamamen farklıdır. Dolayısıyla ulus devlet tartışmaları dâhil olmak üzere, Türklerle ilgili millet tartışmaları bu farklılık içinde yapılmalıdır. Dünyada küreselleşmeden dolayı ulus devletlerin yok olacağı gibi bir varsayım hiçbir şekilde genel geçer olamaz. Mesela İngiliz devleti için bu iddia tartışılmazken, Türkiye gibi ülkeler için gündeme getirilmesi farklı senaryoları zihinlerde canlandırmaktadır.
Türk milli devleti, Batının bir kısmında yaşanan modernleşme sürecinde ortaya çıkan model ile örtüşmemektedir. İlerlemeci – evrenselci yaklaşımların yanılgısıyla hala konunun bu çerçevede tartışılması en büyük hatadır. Çünkü dünyada bütün toplumları kapsayan ve yöneten tek tip evrensel tarihi yasalar yoktur. Bütün toplumlarda görülmek zorunda olan bir tek “ulus devlet” modelinden bahsetmek ancak bu yanlışta ısrar etmektir. Türkiye’de bazı aydınlar bunu yapmaya devam etmektedirler. Kavram kargaşası da buradan çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti zaten Batıda örnekleri görülen modellerden farklı ortaya çıkmıştır ve bundan sonraki süreçte de dünyadaki Türk milli varlığına göre gelişmesini sürdürecektir. Türk milli devleti belli sınırları olan bir vatan üzerinde varlığını sürdürmekle beraber, Türk kültür ve coğrafyasını kapsayan geniş bir doğal hinterlanda sahiptir. Bu hinterlandın duyarlılığı üzerine dünyada roller üstlenmek zorundadır. Bir Yunanistan veya Suriye devleti gibi olması mümkün değildir. Dolayısıyla küreselleşme sürecinde Türk milli devletini geniş ufuklu düşünmek zorundayız.
Dünyada meydana gelen olaylar zaten Türklerin tarihi izlerini, Türk kültür ve coğrafyasının etkisini sıklıkla hatırlatmaktadır. Geçtiğimiz Temmuz ayında Doğu Türkistan’dan yükselen feryat bunu çarpıcı bir şekilde göstermiştir. Başka örnekleri de çok fazladır. 1071 Malazgirt Savaşı öncesi dönemden akrabalığımızın devam ettiğini gördüğümüz Uygur Türkleri ile aramızdaki yakınlığı hem biz, hem de dünya tekrar hatırlamış oldu. Olaylar vesilesiyle Dünya medyası Uygurların Türk olduğunu ve Türkiye Türkleri ile akraba olduğunu açıkça yazdı. Türkiye de artık başını kuma gömmekten vazgeçti ve kamuoyu bu davaya sahip çıktı. Aslında bu küreselleşmenin karşımıza çıkardığı sosyolojik gerçekliğin kendisiydi. Bu gelişmeler, dünyada tarihi derinliği ve coğrafi genişliği olan sosyolojik Türk varlığının bizim için esas olması gerektiğini göstermektedir.
Türk varlığı insan ve kültür bakımından ele alınmalıdır. Türk soyundan gelenler bu varlığın ana unsuru olarak kabul edilebilir. Nitekim tarihte nüfus çoğunluğuna sahip olmadıkları halde kurdukları veya egemen oldukları kimi devletler Türk devleti olarak geçer. Benzer şekilde güçlü bir kültür etkisiyle kendi bünyesinde yaşattığı Türk soylu olmayan ama toplumun bir parçası haline gelen unsurlar bu varlığın içinde yer alırlar. Ermenilerin 1915 olaylarına kadarki durumu benzer niteliktedir. Devlet bürokrasisinde yer almaları, mahalli bölgelerde zanaatkâr olarak toplumun ihtiyaçlarını karşılamaları, Türk musikisi ve mimarisi gibi kültür alanında katkı sağlamaları bunu gösterir. Sadece dinleri bakımından farklılıklarını korumaları dışında Türk kültür hinterlandında yer almışlardır. Hala da üzerlerinde Türk kültürünün etkisi sürmektedir. Bunu Rumlar için de söylemek mümkündür. Aramızda çıkan Karagöz, kebap ve baklava gibi tartışmalar bunu gösterir. Başka örnekler de verilebilir. Dinleri ayrı olmayan alt gruplar ile kültürel kaynaşma daha fazladır. Dinin ve coğrafyanın kültür üzerindeki etkisi göz önüne alındığında benzerlik derecesi daha net ortaya çıkar. Türk toplumu ve kültürü içinde bu insanların yer alması daha kolay ve kalıcıdır. Artık Türk gelişmiş bir medeniyet ve kültürün adıdır. İçinde farklı kabileleri, aşiretleri, boyları ve etnisiteleri barındırır. Bu durum Osmanlı döneminde de böyledir, Cumhuriyet döneminde de böyledir. Özellikle küreselleşme döneminde daha da güçlenmesi beklenir.
Küreselleşmenin iki yönünden bahsetmek mümkündür. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi bir süper gücün dünya egemenliği kurmaya yönelik projesi haline getirilirse dünyada yeni acılara sebep olur. Bu durumda kendisine baş ağrıtacak güç alternatifleri istemez. Bu alternatiflerin parçalanmasını veya parçalanma tehlikesiyle sürekli boğuşmasını ister. Onun için sık sık artık “ulus devletlerin ömrünü tamamladığı hikâyesini” etrafa yayar. Onun için tarihte ortaya çıkmamış yeni devletçikler kurmaya çalışır. Onun için etnik kimlikleri destekleyerek çatışmalar çıkarmaya çalışır. PKK gibi taşeron terör firmaları ve sözde liberal yazarlar gibi işbirlikçileri bu yangını körüklemeye devam ederler. Önünde büyük bir dünya vizyonu olan Türkiye ise bu yaratılan bataklık ile gücünü tüketmeye devam eder. Hâlbuki Türkiye’nin önüne küreselleşmenin getirdiği iletişim ve özgürlük ortamı, dünya güçleri arasında lâyık olduğu yeri alma fırsatı sunmaktadır. Bu manzara bir paradoks olarak karşımıza çıkmasına rağmen Türk aydınlarının zihin çıkmazının anahtarıdır. Eğer bize sunulan “ulus devlet” ve “Kürtçülük” ikilemi bütün ufkumuzu köreltirse, tarihin önümüze çıkarttığı vizyonu kaybederiz. 21. asrın Türk asrı olması ülküsü uzak bir ülkü değildi. PKK ve Kürt meselesi ancak bu ülküyü fark edip engellemek isteyenlerin bir manevrası olabilir. Bu anlamda başka manevralar da beklenmelidir. Önemli olan oyunu bozmak ve yolunuza devam etmektir. Tarih, Türklere kızıl elma olarak önlerine koydukları hedeflere ulaşma fırsatı vermiştir, hak edersek yine verecektir.