Türkiye Tanzimat Fermanı’ndan beri arayışını devam ettiriyor. Geleneksel toplum yapısında başarılı olduğunuz sürece değişim ihtiyacı hissetmezsiniz. Tanzimat hareketi dünyada meydana gelen büyük değişikliklerin gerektirdiği bir zorunlu sonuç olarak karşımıza çıkar. Dünya değişirken ve sizin üstünlüğünüz ayaklarınızın altından kayıp giderken hiçbir şey yokmuş gibi davranamazsınız. Hatta sizin iradenize bile bırakmazlar, müdahale etmek isterler. Dünyadaki güçler mücadelesinde sendelemeye görün, ne kadar oyun varsa üzerinize sürerler. Siz de bu oyunların farkına vararak savabilirsiniz veya en az zararla atlatmaya çalışırsınız. Osmanlı döneminin sona yaklaşmasında bu manzaraları görürsünüz. Son olarak Birinci Dünya Savaşı ve Sevr Antlaşmasıyla vatan topraklarının paylaşılmasıyla Osmanlı devletinin tasfiye edilmesi yeni bir dönemi başlatır.
Yeni dönem 1919 19 Mayısında Mustafa Kemal Paşanın Samsun’a çıkmasıyla başlar. 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Anadolu’ya gelen Mustafa Kemal Paşa durumun vahametinin şuuruyla, verilecek mücadelede meşruiyet sağlamanın yolu olarak millete yönelir. Artık milletin duruma el koyması ve milli mücadeleye doğrudan destek olması lazımdır. Ortada ciddi anlamda bir milli mutabakat ihtiyacı vardır. Bunu yeni bir “toplumsal sözleşme” olarak yorumlamak mümkündür. Fransız düşünür J. J. Rousseau’nun doğal durumdan toplum durumuna geçişi açıklamak için kullandığı “sözleşme” kavramını buraya uyarlayarak bugünkü anayasa tartışmalarına da açıklık getirebiliriz. Çünkü sık sık ortaya çıkan anayasa tartışmalarını toplumun kültürel bütünlüğü ve gelişme evreleri içinde yapmak gerekir. Bunun için de en uygun dönüm noktası milli mücadelenin temel dayanağı olan kongrelerden itibaren bugüne kadar gelişen sürece bakmak gerekir.
Milli mücadele, milletin varlığını nasıl sürdüreceği konusunda bir iradedir. Bu irade yüksek bir milli şuurun üstüne inşa edilmiştir. Bu milli şuur milli mücadelenin şeklini ve gücünü belirlemiştir. Toplanan kongreler bu milli şuurun ve iradenin yansıtılmasında temel dayanak oluşturmuştur. Bütün millet fertleri ortak bir noktada buluşmuş ve adeta tek yürek olmuştur. Bunu sağlayan kültürel özelliklere ve şartlara iyi bakmak gerekir. Çünkü bu şartlar ve özellikler bugün için de bize yol gösterici olacaktır. Bugün de ortak değerler etrafında yaşayan bir toplum yine emperyalist güçler tarafından parçalanmaya doğru itilmektedir. Bu parçalanma tehdidini sadece PKK bölücülüğü ile sınırlı görmek yanlış olur. Asıl tehdit toplum içinde değerler ve fikirler farklılaşmasından meydana gelen sosyal bölünmelerdir.
Toplumlar çeşitli kriterlere göre tanımlanırlar. Hepsinin ortak noktası toplumun insan topluluklarından daha bütünleşik ve derin bir varlığa sahip olduğudur. Bazı sosyologlar bu bütünleşik yapıyı biyolojik organizmaya benzetirler. Toplum içindeki bütün kurumlar, gruplar ve kültürel özellikler organizmanın sağlıklı çalışması için önemli fonksiyonlara sahiptirler. Her birey bu organizmanın bir hücresi gibidir. Toplum içinde hem bireylerin, hem grupların vazgeçilmez yerleri vardır. Bunlar sağlıklı oldukları oranda topluma güç katarlar. Bireylerin ve grupların davranışlarını belirleyen kültürel özellikler de bu bütünlüğün sağlam ve sağlıklı olmasında hayati öneme sahiptir. Bu özelliklere sahip bir toplum yaşadığı coğrafya ve siyasi organizasyon ile birlikte modern dönemlerde “millet” olarak kabul edilir. Millet, toplum adı verilen tarihsel varlık biçiminin simgesel değerlerle isim konulmuş halidir. Milletleşmek o ismi hak edecek düzeye gelen bütünleşik toplumlar için kullanılır. İşte Türk İstiklal Savaşını, milli mücadele haline getiren ve kongrelerde iradesini yansıtan milletleşmiş bir toplumdur.
Bugün, yakın tarihimizdeki kader belirleyici olaylara rağmen yeniden millet ve etnisite tanımlaması yapmaya çalışmak büyük yanlışlara yol açar. Tarihi süreç içinde ortak kültür yaratarak bütünleşen toplulukların bir büyük toplum haline gelmesini bir gerçeklik olarak görmemek, içine düştüğümüz sosyal kırılmanın büyümesine sebep olur. İnsanlar bu toplumun içinde yetişmelerine rağmen kendilerini dışlanmış hissetmeye ve zamanla toplumun diğer kesimlerine yabancılaşmaya başlarlar. Problem burada ortaya çıkar. Burası, toplumun fertleri arasında var olan ortak değerler konusunda kırılmanın başladığı yerdir. İnsanlar aynı toplumun üyeleri olmalarına rağmen ayrışırlar ve birbirine uzaktan bakmaya başlarlar. Halbuki toplum içinde bir arada bulunmalarının çok derin anlamları olmalıdır. Ortak mutabakat ile verdikleri milli mücadelenin devamı olarak ortaya çıkan toplum sözleşmesinin gereğinin yerine getirilmesi beklenir. Böyle olmuyorsa ortada ciddi problem vardır.
Problemler konusunda karşımızda çok dalgalı bir sosyal değişme süreci vardır. Bu sosyal değişme sürecinin tahlili toplumdaki farklılaşmanın ve sosyal kırılmanın ipuçlarını verecektir. Bu süreç olumlu ve olumsuz değer yargılarından uzak bir şekilde incelebilmelidir. Bu süreçle ilgili yazılanlar önyargılardan uzak bir soğukkanlılıkla okunabilmelidir. Bu süreç muhtemelen toplumsal mutabakatı bozan gelişmeleri barındırmaktadır. Daha doğrusu toplumun geri kalmışlığını gidermeye çalışılırken uygulanan modernleşme politikalarının meydana getirdiği kültürel kırılmalar vardır. Bunun en bariz yansıması aydınlar arasında yaşanmıştır. Cumhuriyet, milli mücadele sonrası bir milli devlet modeli olarak milliyetçilik ideolojisi üzerine kurulmuş olmasına rağmen, milletine ve devletine yabancılaşmış bir elit grubun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bugün pek çok problemimizin temelinde bu yabancılaşma vardır.
Köy Enstitüleri, 1946 seçimleri ve çok partili hayat, 1950’de DP’nin seçimleri kazanması, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, 68 kuşağı sosyalist gençlik eylemleri, 1971 Askeri Muhtırası, 70’li yıllarda yaşanan sağ-sol kardeş kavgası, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, 84’den beri yaşanan PKK terörü, 28 Şubat 1998 Askeri Muhtırası, 2002 yılında AKP’nin seçim kazanması gibi sembolik olaylar Cumhuriyet tarihindeki sosyal kırılmaların göstergeleridir. Bu olaylar Türkiye’deki toplumsal mutabakatın bozulmasını gösteren önemli dönüm noktalarıdır. Anayasa problemini bunlardan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Zaten tartıştığımız Anayasa da 1980 Askeri Darbesinin ürünüdür. Bu darbe ise, toplumun büyük kesimlerinde devlete bağlılık ve güven bunalımına yol açan, PKK’ya bataklık olarak hizmet etmiş uygulamalar, işkenceler ve cezaevi ortamı ile Kürtçülük problemini ateşleyen bir dönem olarak tarihte yerini alacaktır.
Dolayısıyla toplumun tarihten gelen tecrübeler ışığında, millet egemenliğini güçlendirecek ve toplumdaki bütün katmanları kucaklayacak şekilde bütünleşmeye ihtiyacı ortadadır. Türkiye çok yoğun tarihi tecrübeler içinde bugünlere gelmiştir. Özellikle imparatorluktan milli devlete geçiş tecrübesi anayasa tartışmaları bakımından son derece önemlidir. Bu tecrübe sadece Türkiye’ye özgü son derece özel bir süreç olarak yaşanmıştır. Sosyal bilimlerin biricikliği konusunda çok özel bir örnek oluşturur. Bu örnek Türk toplumunun genel özelliklerini de belirlemektedir. Kısaca hatırlayacak olursak, Batı karşısında bir mücadele cephesi olan ve Türklükle özdeşleşen Osmanlının durumu, Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar kaybedilen vatan toprakları, bu vatan topraklarından tek sığınak olarak Anadolu’ya göçmek zorunda kalan mazlumlar, zayıf düşmemizi fırsat bilerek saldırıya geçen işbirlikçi Rumlar ve Ermeniler, bütün kışkırtmalara rağmen Türkçe konuşan ana kitleyle kaderlerini bir gören ve Milli Mücadeleye kongreler döneminden itibaren destek olan Kürtler…
Anayasa bir toplumda tarih içinde doğal olarak kurulan mutabakatın yansıması olmalıdır. Anayasa, bir toplumda yaşayan insanlara eşit haklar ve görevler içinde bir sözleşme sağlar. Bu sözleşme tarihi bir derinliğe ve sosyolojik bir gerçekliğe dayalı olmalıdır. Bir ülkenin vatandaşları bu sözleşmeye uymak zorundadır. Dolayısıyla o ülkede uygulanacak anayasa günübirlik şartlara göre değil, sosyolojik şartlara göre olmalıdır. Darbe dönemlerinde hazırlanan anayasalarda bu geçici şartların etkileri büyük olmuştur ve sıkıntılarından dolayı sürekli anayasa tartışmaları yapılmıştır. Son günlerde tekrar gündeme gelen anayasa tartışmasında benzeri bir güncelleme eğilimi görülmektedir. Küreselleşme adı verilen tarihi süreç sürekli gündemi değiştirebilmektedir. Bu sürecin anaforunda insanlar duruşlarını ve düşüncelerini muhafaza etmekte zorluk çekmektedirler. Zira bugünkü iktidarın lider kadrosu 15-20 yıl önce şiddetle karşı oldukları pek çok konuda şimdi farklı düşünmektedir. Yarın tekrar farklı düşünmeyeceklerinin garantisi ise yoktur. O halde hangi döneme göre doğru seçebiliriz? Seçtiğimiz doğruların geçerliliği ne kadar sürecektir? Kısa zaman sonra dünyanın nasıl bir çehre alacağının tahminini kim yapabilir? Soruları bu minval üzere artırabiliriz.
Her dönem dünyada farklı cereyanlar esebilir. Bunların geçerliliği her zaman tartışmalıdır. Kalıcı olan millet haline gelmiş toplumların yüzyılların içinde oluşturduğu kültürel yapılardır. Olması gereken toplumu kendi özellikleri ve diğer toplumlar arasındaki yerini iyi tahlil ederek hareket etmektir. Bu konuda tarih ve sosyoloji bilimi yardımımıza koşabilir. Kamuoyunda dikkat edilirse hukukçular ve özellikle anayasa hukukçuları ön planda konuşmaktadır. Halbuki anayasa bir toplumun ruhunu yansıtan ve topluma katılan bireylerin kendilerini rahat hissedecekleri bir ortak metin sunmalıdır. İngiltere örneğinde olduğu gibi detaylı bir anayasadan çok, herkes tarafından saygıyla karşılanan ortak ilkeler, değerler, teamüller, gelenekler daha güçlüdür. Bunlar sosyolojik unsurlardır. İngiltere anayasa olarak bu teamüller sistemini kullanabilmektedir. Bu ülkede temel kurumların işleyişi yüzlerce yıllık geleneklere, yasalara ve belgelere göre düzenlenir. Bu da onların sosyal gerçeklik olarak tekliğini gösterir. Bizim için böyle bir anayasa sistemi uygulanabilir olmamasına rağmen, tarihi ve kültürel dayanağı bakımından örnek oluşturabilir. Her toplum bu özelliği zaten taşımak zorundadır.
Yüce meclise getirilen son anayasa değiştirme girişimi ise baştan sıkıntılar doğurmuştur. Hükümetin neo-liberal fikir öncüleri toplumun diğer kesimlerini ürkütmektedir. Bu öncü yazar-akademisyen grubunun toplum nazarında sicilleri bozuk kabul edilmektedir. Gerçek anlamda ilkesel bir liberallikten çok konjonktürel çıkarcılık peşinde giden bu taifenin, bir tarih bilinci içinde Türkiye’nin sıkıntılarını giderici ve toplumu kuşatıcı bir sözleşmeden çok, küreselleşmeci çevrelerin çıkarına hizmet edeceği endişesi hakimdir. Askerle hesaplaşma, özgürlüklerin önünü açma, tabuları yıkma gibi gerekçelerle toplumu uzun vadede parçalayıcı bir sürece ittikleri gözlenmektedir. Dolayısıyla hükümetin bugünkü şartlarda anayasa değiştirme girişimi toplumsal mutabakat yerine yeni zıtlaşmalara yol açmıştır. 82 anayasasının değiştirilmesi gerektiği herkes tarafından kabul edilmesine rağmen, toplumsal sözleşmeyi yenileyecek bir mutabakat anayasasının nasıl yapılacağı konusu ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Anayasa yenilemek sayısal bir hükümet kararı değildir. Sonuçta yüzyılların birikimi ile oluşturulacak bir metin, Türk milletini yüzyıllarca problemsiz bir şekilde geleceğe taşıyacaktır. Barış, özgürlük, bağımsızlık, kişisel haklar ancak böyle bir uzlaşmayla korunabilir. Böyle bir uzlaşma Türk milletinin dünya milletleri arasında verdiği küresel mücadelenin yenilenmesine ve güçlenmesine yol açacaktır.