TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Türkiye’de Milletine Yabancılaşan İslamcılık

Meşrutiyet döneminin üç tarzı siyasetinden birisi “İslamcılık” düşüncesidir. İmparatorluğu kurtarabilmek için çaba sarf eden Osmanlı aydınları kurtuluş yolu için arayış içindeydi. Öyle bir tutkal olmalıydı ki, Osmanlı’nın dağılmasını önlemeli veya yeni güç birliktelikleri yaratmalıydı. Milliyetçiliğin bir güç olarak büyük imparatorlukları parçaladığı bir dönemde farklı milliyetleri bir arada tutmak oldukça zordu.  Bu zorluğun nasıl aşılacağı konusunda ilk öne sürülen ‘Osmanlıcılık’ düşüncesinin çözüm olmadığı kısa zamanda ortaya çıktı. Bu konuda zihin yoran bir kısım aydın ‘İslamcılık’ yoluyla bunu aşabileceğimizi düşündü. Buna göre Osmanlı merkez olmak üzere bütün İslam toplumları birlik olursa ancak selamete ulaşılabilecekti. Fakat bu siyasetle maalesef Osmanlı egemenliğindeki Müslümanları bile tutmak mümkün olmadı. (Teferruatı derin olmakla birlikte bölgemizdeki kargaşanın temeli burada düğümlenir.) Dolayısıyla İslamcılık konjonktürel olarak bir siyasi ve fikri hareket olarak ortaya çıkmış oldu.

Son dönemde tekrar tartışmaya açılan İslamcılık düşüncesi ile ilgili eksik bilgi ve önyargılardan kaynaklanan çok büyük yanlış anlamalar olduğu ortaya çıktı. Birincisi İslamcılık İslam dininin kendisinden ve Müslüman olmaktan farklı bir kavramdır. Müslüman olmayan birisi de İslamcılık siyaseti güdebilir. Zaten İslamcılık yeni ortaya çıkan bir kavram olarak İslam’ın dininden farklı olmak durumundadır. Bu anlamda her İslamcının Müslüman, her Müslüman’ın da İslamcı olması beklenemez. İslam dininin siyaset dışında çok farklı boyutları vardır. Siyaset sadece bir cüzdür. Tarihi tecrübe ve günlük şartlar bu siyaseti belirler. Genel İslam kaideleri içinde duruma göre farklı siyasetler takip edilebilir. Dün hanedanlıkla yönetilme meşru iken, bugün cumhuriyet insanlığın ve Müslümanların tercihi durumundadır. Bu durum son derece insani ve dünyevidir. Bunu dine bağlamak yanlıştır. Bu yanlışı Ortaçağ Avrupa’sı yaşamış ve teokrasiye dayalı büyük bir zulüm yönetimi görülmüştür. Laiklik ve sekülerleşmenin temeli burada saklıdır. Bu kavramların ortaya çıkması tesadüf değil, mecburiyettir. Eğer siyasetinizin temelini dine dayandırmaya kalkarsanız, yönetimdeki güce Tanrısallık atfetmiş olursunuz. İslam dini zaten buna müsaade etmez. Kimse Tanrısallık atfedilerek birilerinden üstün görülemez. Allah karşısında bütün insanlar eşit sorumluluğa sahiptir. Bunun yeter şartı sadece akıl sahibi ve hür olmasıdır. Siyaset de ancak akılla ve hürriyetle yapılabilir.

İslamcılığın tarihsel bir durumdan kaynaklandığını görmek son derece önemlidir. Birincisi din gibi algılanması önlenir, ikincisi bizim tarihimiz ve coğrafyamızla ilgili olduğu hatırlanır. Diğer İslam ülkeleri veya toplumları için mevcut dünya şartlarında İslamcılık siyaseti güdebilmek zaten fiili olarak mümkün değildir. Mesela Mısır önemli bir İslam ülkesi olmasına rağmen İslamcılık siyaseti için uygun bir ülke olamaz. Çünkü uzun süre Osmanlı toprağı olarak Türk egemenliğinde kalmış, Osmanlı’nın dağılma sürecinde İngilizlerin sömürgesi durumuna düşmüştür. Modern zamanlarda Mısır’da güdülecek siyaset olsa olsa emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak için verilecek bir milli mücadeledir. Bunun temeli ise milliyetçiliktir. Sömürgecilik karşısında verilen bu tür milliyetçilikler ise taktirle karşılanır. İslamcılığın iddiası ise bütün Müslümanları fiili olarak siyasi bir çatı altında yönetmek ve dayanışma oluşturarak güç toplamaktır. Dünyada buna fırsat verirlerse ve gücünüz yeterse yapabilirsiniz. Tarih boyunca bu duruma hemen hemen hiç gelinememiştir. Belki Asrı Saadet dönemi örnek olarak verilebilirse de bu gerçekçi bir numune olmaz. İslamcıların sadece bu dönemi örnek vermelerinin sebebi ütopik bir kutsallaştırmadır. 1400 yıllık İslam tarihinde siyaset dönemin ve dünyanın şartlarına göre yapılmıştır. Güçlü olan devlet öncü olmuş ve İslam’ın bayraktarlığını üstlenmiştir. Bin yıldır İslam’ın bayraktarlığını yapma şerefi bizim milletimize aittir. Türk milliyetçilerinin kullandığı bu argüman tarihi gerçeklere dayalıdır.

Abbasi hanedanının gücünü yitirdiği yerde bayrağı ileriye taşıyan Selçuklu Türkleri olmuştur. Osmanlı ise bayrağı İslam tarihinde zirveye taşıyan başarılı bir örnektir. Müslüman olan her milletin temel dayanağı tabii ki İslam dinidir. Ama İslam’ı kabul eden ve bayraktarlığını yapan hiçbir devletin temel dayanağı İslamcılık siyaseti değildir. Yukarıda beyan ettiğimiz gibi içinde bulundukları dünya şartlarıdır. Bu şartlar içinde üretilen akıl, ahlak ve bilgi ile dünya siyasetinde başarılar elde edilmiştir. Osmanlı için sembolik başarılardan birisi İstanbul’un fethidir. Bizans’ın Anadolu’da ve Trakya’da kolunu kanadını kıran Osmanlı Türkleri, imanlı, akıllı, bilgili bir siyasetle İstanbul’u fethetmişlerdir. Fetih olayı gücünü dinin manevi atmosferinden alsa da dünyevi bir başarıdır. İyi askerleriniz, kaliteli silahlarınız ve akıllı taktikleriniz yoksa başarınız da yoktur. Önemli olan bunların hepsini sinerji yaratacak şekilde bir araya getirebilmektir. Bunu da Fatih unvanını hakkıyla kazanan Sultan Mehmet sağlamıştır. Sultan Mehmet atası Osman Gazi gibi bir Oğuz eridir ve başarısıyla gönüllerde kutsanmıştır. Yoksa kutsallığı kendinden menkul Bizans kralları gibi değildir. Batı dünyasında bu kralların kutsal olmadığının anlaşılmasını da Fatih Sultan Mehmet sağlamıştır. Ortaçağın kapanması ve yeniçağın başlaması bundandır. Avrupalılar Türkler sayesinde Tanrı ile kandırıldıklarını öğrenmişlerdir.

Osmanlının başarılı olduğu dönemde ne İslamcılık, ne de Türkçülük tartışması vardır. Osmanlının siyaseti uzun süre hem Müslümanlara, hem Türklere, hem de egemen oldukları diğer gayri Müslim milletlere refah sağlamıştır. Egemenliğinde sadece Türkleri veya Müslümanları tutma gibi bir siyaset gütmemiştir. Dünya gerçeklerine dayalı bir siyaset takip edilmiştir. Bu durum kimseyi rahatsız etmediği gibi, tartışmaya da konu olmamıştır. Tartışmaya konu olduğu dönem, dünya şartlarının değiştiği ve Osmanlı’nın aleyhine döndüğü bir zaman dilimidir. İslamcılığı bu çerçevede anlamaya çalışmayıp, kendince anlamlar yükleyenler yanılacaklardır. İslamcılık Osmanlı’nın son döneminde Türkler arasında gelişen ve diğer Müslümanlardan da taraftar bulan bir düşüncedir. Temel kaygısı vatanın elden gitmesini ve devletin yıkılmasını engellemek, İslam kardeşliği üzerinden yeniden güç toplamaktır. Güç toplaması beklenen devlet Osmanlı’dır. Osmanlı’da egemen millet Türklerdir. Bu dönemin İslamcılığı aynı zamanda Türk milletinin bekasını kendisine dert edinmiştir. Yani son derece millidir. Bunun için İslamcılık ve Türkçülük arasında kavga değil geçişler vardır. Sonuçta dünya üzerindeki Türklerin ekseri çoğunluğu Müslüman olduğu için onları düşünmek de İslamcının görevidir. Türkçüler de nihayetinde Müslüman oldukları için diğer Müslümanlara karşı bigane kalamazlar. Buradaki fark öncelikler ve tarihi gerçekler noktasındadır.

İslamcılığın bugünkü şartlarda tekrar tartışma konusu olmasının farklı sebepleri var. Bu sebeplerin başında İslamcılık fikriyatının takipçisi durumundaki ‘milli görüş’ hareketi içinden çıkan bir ekolün siyasi iktidar olması gelir. AKP yöneticileri her ne kadar milli görüş gömleğimizi çıkarttık deseler de üzerlerindeki şüpheyi kaldıramadılar. Hatta bazı siyasi kararlarıyla bu şüpheyi artırdılar. Toplumun diğer kesimlerinde ve İslamcı olarak adlandırılan kesimlerde bu şüphe üzerinde dikkatler toplandı. İki kesim farklı kaygılardan konuyu ele aldılar. İslamcılığı bir düşünce sistemi olarak önemseyenler AKP yönetiminin yabancılaştığı yönünde eleştiri getiriyorlar. Muhalif olanlar ise özellikle AKP hükümetinin dış politikada İslamcılık siyaseti yaparak Türkiye’nin başını derde soktuğunu düşünüyorlar. Fakat konu AKP ile sınırlı değil. Dinin belirleyici olduğu başka gelişmeler de bu çatı altında yorumlanıyor ve tartışılıyor. Buna örnek olarak kısaca ‘cemaat’ adı verilen Fethullah Gülen hareketi verilebilir. Dolayısıyla Türkiye’de din ve dindarlıkla ilgili her şey İslamcılık içinde tartışmaya açılıyor. Hâlbuki farklı yapıları ve öncelikleri olan hareketler dinle bağlantılı olsalar bile İslamcılık kategorisinde değerlendirilemezler. Cemaat hareketi ile siyasal İslamcılık son iktidar dayanışmasına kadar zıt kutuplar gibidir. Hepsini aynı kategoride değerlendirmek yanıltıcıdır.

Türkiye son döneminde fazlasıyla din bağlantılı sorunla karşılaştı. İslamcılığın da ortaya çıktığı yenileşme döneminde yöneticiler ülkenin ilerlemesi için acil tedbirler alma yoluna gittiler. Modernleşme olarak da adlandırılan bu hareketler Cumhuriyet ile birlikte hız kazandı. Bir taraftan dünya değişmeye devam etti, diğer taraftan Türkiye’nin modernleşmesi sürdü. Bu süreç toplumda bir takım sıkıntılara yol açtı. Bu sıkıntılar modernleşme döneminde toplumun din ve devlet ilişkilerinde önünü tıkadı. Bu yüzden kendisini dindar gören grupların ve siyasal İslamcıların sağlıklı olmayan sapmaları görüldü. Buradaki sapma ifadesi dini olmayıp, sosyolojik anlamdadır. Mesela modernliğin genel problemlerinden birisi olarak yalnızlaşma ve bireyselleşmenin önüne cemaatleşmeyle geçmeye çalışan örgütlenmeler doğdu. Bu gelişme toplumun geleneksel ve doğal dengeleme sisteminden bir sapmaydı. Annesini – babasını önemsemeyerek cemaatin talimatlarını kutsal emir gibi telakki eden ‘şakirtler’ ortaya çıktı. Bu şakirtlerin önceliği ne devlet, ne toplum, ne de vatan oldu. İlk İslamcılarla mukayese edildiğinde işin vahameti daha iyi anlaşılır.

İşin enteresan tarafı İslamcılık akımını devam ettirdiğini iddia eden gruplarda ithal İslam anlayışları revaç bulmaya başladı. Kendi milletinin tarihi tecrübesini kazanamayan ve önemsemeyen bazı siyasal İslamcılar, kendinden menkul İslamcı yazarların peşlerine takıldılar. Bunlar için bu vatanın, milletin ve devletin hiçbir ehemmiyeti ve önceliği yoktu. Sömürgeciliğin yarattığı travmadan beslenen yazarların sapmalarını İslam adına kendilerine rehber yapmaya kalktılar. Bir zamanlar Pakistanlı Mevdudi’nin, Mısırlı Seyit Kutup’un, İran’lı Ali Şeriati’nin kitapları bu zümrelerin elinden düşmez oldu. Halbuki örnek verdiğimiz her üç yazarın ıstırapları İslam adı altında olsa da kendi milliyetleri açısından son derece milliydi. Kendi ülkelerinin ve milletlerinin sıkıntılarından yola çıkarak çözümler üretmeye çalışıyorlardı. Mesela Mevdudi ısrarla İslam devletinin önemini vurgularken, Hint Müslümanları için devlete sahip olmanın özlemini yaşıyordu. Çünkü tarihte Pakistan kuruluncaya kadar bağımsız bir devletleri hiç olmamıştı. Bizdeki taklitçi İslamcılar ise bizim devletimizi kâfirlikle suçlayarak kendi ülkelerine düşmanlık besliyorlardı. İlk İslamcı aydınların aksine gittikçe meselenin özünden uzaklaşılan bir anlayış yaygınlaşmaya başladı. Kendisini bu toplumdan ve ülkeden soyutlayan sözde İslamcı veya cemaatçi nesiller ortaya çıktı. Türkiye’de İslamcılık tartışması maalesef bu zihin ve fikir karmaşası içinde bugünlere geldi.

İslamcılık bir fikir hareketi olarak akademik çalışmalara konu oldu. Üzerine tezler yapıldı. Bilimsel olarak sürekli tartışıldı. Konu üzerine çalışan isimler arasında ilk akla gelen Prof. Dr. İsmail Kara herkes tarafından taktirle anılan bir bilim adamı. Yakın zamanda bir gazeteye verdiği röportajda (Star Gazetesi, Fadime Özkan ile röportaj, 13 Ağustos 2012) konuyu değerlendirdi. Dile getirdiği tespitlerden birisi “Türkiye İslamcılığının en büyük zaafı ve handikapı enternasyonalizm ve ümmetçilik üzerinden kendi toprağına yabancılaşmasıdır.” Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz gibi bizde doğan İslamcılık Osmanlı için bir anlamda milliyetçilik gibidir. Temeli bu vatana, bu millete ve bu devlete dayanır. Sonraki süreçte özünden uzaklaşarak çok sayıda farklı kollara ayrılmış görünüyor. Bu ayrılmada Türkiye’nin iç atmosferi kadar, fikir hareketini besleyen dış kaynakların rolü büyük. Bugün İslamcılığı bir siyaset tarzı olarak benimseyenler iki önemli seçeneğin karşısında tercihte bulunmak zorundadırlar: Birincisi bu vatan topraklarında yaşanan tecrübeler ışığında milletin istiklalini korumak ve istikbalini kazanmak, ikincisi vatan ve bayrağı hiçe sayarak sanal bir ümmet ütopyası peşinden gitmek. Sanırım Profesör Kara son zamanlarda İslamcılık adına ikinci yola gidenlerin düştüğü duruma dikkat çekiyor. Bu kesim Türkiye için aynı zamanda büyük bir tehlike oluşturuyor.

Türkiye’de İslamcılığın vatandan ve milliyetten kopuk kozmopolit bir akım haline gelmesi Türk ve İslam düşmanlarına hizmet ediyor. Dinle ve milletle hiçbir ilgisi kalmamış kozmopolit ideolojilerin esiri olmuş kesimler bu tür İslamcılarla çok rahat işbirliği yapabilmektedir. Normalde fikir ve yaşantı olarak taban tabana zıt olmaları gerekirken aynı düzlemde buluşmaları ve aynı safta yer almaları hayrete şayandır. Bu duruma son yıllarda fazlasıyla rastlamak mümkündür. Daha düne kadar kendi ‘cemaat’ önderinin yazılarından ve kitaplarından başka hiçbir yazar ve kitaba itibar etmeyen bazı kesimlerin gazetelerinde artık enternasyonal bir görüntü sergileniyor. Kendileriyle ilgisi olmayan farklı ideolojiden, farklı dinden ve milliyetten insanlar bu gazetelerde başköşelerde yer alabilmektedir. Bu değişimin yönü ve mahiyeti hayli manidardır. Bu durum Türkiye’deki İslamcılığın kendi milletine ve tarihine yabancılaşmasına sadece bir örnektir. Diğer bazı örnekler ise ülke için endişe yaratıcı konumdadır.
Türkiye geri kalmışlığının farkına vardığı günden beri bundan kurtulmak için çaba sarf etmeye devam ediyor. Bu çabanın karşısında Türkiye’nin gelişmesini ve ilerlemesini engellemek için mücadele eden bazı şer güçlerin oyunlarını iyi görmek gerekir. Mücadele tek taraflı bir ayağa kalkma mücadelesi değildir. Siz ayağa kalkmaya çalıştıkça sizi engellemeye ve düşürmeye çalışan birileri her zaman olacaktır. Hele tarihsel boyutta size düşman olan birileri sizin ayağa kalkmamanız için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Onlar için Türkleri engelleyecek olan her yol mubahtır. Bunun için sizin başınızı ağrıtacak ne varsa kullanmak isterler. Siz bu oyunun farkında değilseniz bunların tuzaklarına çabuk düşersiniz. Özellikle milletine ve tarihine yabancılaşmışsanız bundan kaçınmak mümkün olmaz. O yüzden Türk milliyetçileri milli şuurun güçlendirilmesi için sürekli çaba içindedirler. Aksi durumda Türklüğünden uzaklaşmış insanların düşeceği tuzak kozmopolit yabancılaşmadır ki bu durum insanı kendi milletine ihanete götürür. Kaygı verici olan budur.

İslamcılığı imparatorluğun kurtuluşu için üretilen fikir hareketlerinden birisi olarak doğru okumak ve anlamak gerekir. Bunu öncelikle İslamcılar, sonra da Türkiye’deki farklı görüşlere sahip aydınlar yapmalıdır. Bir fikir hareketinin köklerini, ancak doğru anladığınızda doğru değerlendirebilirsiniz. Bugün İslamcılık adı altında sürdürülen bazı faaliyetlerin ve fikirlerin bu millete ne kadar yabancılaşmış olduğunu o zaman daha açık görebilirsiniz. Türkiye’nin sosyolojik gelişimini, Türk milletinin tarihini ve kültürünü, dünya üzerindeki sürdürülen milletler mücadelesini anlayamamış hayalperest bir İslamcı ancak milletine zarar verebilir. Türkiye’ye ve Türklere karşı kurulan kozmopolit şer ittifaklarında yer alabilir. Ülkesi, milleti ve bayrağı için yapması gerekenleri ancak o zaman terk edebilir. Maalesef böyle bir yabancılaşma yaşanmıştır ve bu manzarayı Türkiye’de görmek hepimizi derinden üzmektedir. Allah insanlara akıl ve irade vermiş, üstüne kutsal kitabını göndermiştir. Kitabında sık sık ibret alınmasını buyurmuştur. Tarihten ibret almayan ve milletinin gerçeklerinden haberdar olmayan bir fikir kime faydalı olabilir ki?

* Türk Yurdu Dergisi, Ekim 2012 Cilt: 32 | Sayı : 302