Fahri ATASOY - Depremler bilindiği gibi doğal afetlerdir. Bu doğal afetlerin tabi olduğu birtakım fizik kanunları vardır. Doğa bilimleri yüzyıllardır bu kanunların ortaya çıkarılması için uğraş vermektedir. Bu alanda özellikle Batı dünyasında modernleşmeyle birlikte büyük başarılar elde edilmiştir. Dilimizde eskiden beri tabiat olarak kullanılan doğa dünyası hakkında insanoğlunun elde ettiği bilgi küçümsenmeyecek bir derecededir. Her bilinmeyen çözümlenmiş olmasa da oldukça fazla mesafe alınmıştır. Deprem de büyük oranda doğal yasaları çözümlenmiş, bilimle açıklanabilen bir konudur.
İster Japonya’da, ister Türkiye’de meydana gelsin deprem bir tabiat olayıdır.
Tabiat olayları karşısında insanoğlu İlkçağlardan beri farklı tepkiler gösterir. Antropologlar bu tepkilerden yola çıkarak ilk insanların inanç ve yaşantılarını tespit etmeye çalışır. İlahi dinlerden sonra bu tepkiler daha anlamlı bir sisteme bürünmüştür. Metafizik bir âlem ve Tanrı ile açıklanmaya başlamıştır. Son ilahi din olan İslam bu dinler arasında akla ve bilime uygun açıklamalar getirmiştir. Buna göre tabiat olayları Allah’ın varlığa verdiği düzenle ilgilidir. Bu düzenin sırrı aynı zamanda Allah’ın kudreti ve büyüklüğü ile ilişkili yorumlanır. Allah’ın tabiat olaylarını yaratırken insanların dünyadaki amellerine ilişkin bir irade kullandığı düşünülmez. Çünkü insanların amellerinin karşılığının ebedi âlemde verileceğine iman edilir. İmanın şartlarında bunu görürsünüz.
Bir tarafta bilim, bir tarafta din insanların davranışlarını etkilerken, meydana gelen bir depremde ortaya çıkan tutumlar insanı düşündürüyor. Bu düşündürücü manzaraya aslında 1999 yılında meydana gelen Marmara ve Düzce depremlerinde de rastlamıştık. Aynı şekilde 2011 Ekim’inde Van’da meydana gelen deprem üzerine ortaya çıkan manzara da benzer özellikler taşıyor. Bu dönemde de depremin bazı sebeplerden dolayı insanları Allah’ın cezalandırması olarak yorumlayanlar olmuştu. Yine yardım kampanyaları esnasında yağmalama ve hırsızlıklar görülmüştü. Ama her şeye rağmen insanlarımızın büyük çoğunluğunda merhamet duyguları en üst düzeyde eyleme dönüşmüştü. Yardımlaşmanın ve dayanışmanın güzel örnekleri yaşanmıştı. Millet olmanın en büyük göstergesi ortaya çıkmıştı.
Van’daki deprem insanlığın tabiat karşısındaki çaresizliğini bir defa daha ortaya koydu. Ülke olarak fen bilimlerinin gerektirdiği hassasiyetlere uymadığımız tekrar ortaya çıktı. Binalar tabiat şartlarına göre olması gereken bilimsel sağlamlıkta yapılmamıştı. İnşaat sektöründe ne bilime ne de ahlâka uyulmamıştı. Kurallara uyulmamasının bedeli olarak insanlar zarar gördü. Toplum olarak yaşamanın gereği olan kurallar eğer rafa kaldırılırsa ne olacağının somut göstergesi ortaya çıkmış oldu. İnşaat dayanıklılığı için belirlenen kurallara uyulmadığı için binalar çöktü. İnsan ölümleri meydana geldi. Ölmeyen insanlar soğuk hava şartlarında sokakta kalmak zorunda kaldı. Devlet yardım ulaştırmakta zorluk çekti. Çadır ve ihtiyaç malzemesi yetiştiremedi. Bunun da çeşitli sebepleri olduğunu yine bu depremde yakından gördük.
Devlet örgütlenmesi bürokratik mekanizma ile yürütülür. Bürokratik mekanizma çağın gereklerine uyum sağlayamadıysa yeterince aktif ve fonksiyonel olamaz. Bu depremde devlet bürokrasisinin hala yeterli dinamikliğe ulaşamadığı görüldü. 1999 depreminde tamamen çaresiz kalan bürokrasi kurtarma çalışmalarında hiçbir inisiyatif kullanamamıştı. Bu defa biraz daha iyi olmasına rağmen beklenen ve iddia edilen performansı gösteremedi. Bir de bölgenin terörden kaynaklanan problemleri yüzünden hükümetin yanlış kararlar uygulaması sıkıntıyı artırdı. Büyük felaket zamanlarında devlet geleneği gereği silahlı kuvvetlerin devrede olmasına alışkın bir sistem aksi durumda çalışmayacaktı. Üstelik bölgenin özel durumundan kaynaklanan problemler bu eksikliği hemen hissettirdi. Terör yandaşları her zamanki gibi halka ve devlet yetkililerine vicdansız bir şekilde saldırmaktan çekinmediler. Meselenin bir başka boyutu da ortaya çıkmış oldu. Nitekim asker devreye girdiğinde düzen de önemli ölçüde sağlandı.
Terör Türkiye’nin önünde ciddi bir problem olmaya devam ediyor. Deprem gibi insanlığı dehşete düşüren bir felaket karşısında bile hıyanetine devam eden bir terör örgütü ile karşı karşıya olduğumuzu tekrar gördük. İçimizde yine de bir ümit vardı ama deprem sayesinde o da kalmadı. Terör örgütü ve taraftarları arasında gerçekten insanlığını tamamen kaybetmiş olanlarını görmek insanda depremden daha fazla dehşet uyandırıyor. İnsanlar canlarıyla uğraşırken birilerinin bundan bile kendi davalarına menfaat çıkarmaya çalışıyor ve saldırıyorsa sözün bittiği yer burasıdır. İnsanlığın bittiği ve vahşetin en üst seviyeye çıktığı yerde kendini gösteren bölücü terör karşısında nasıl mücadele edileceğini bu örnekten görmek gerekir. Bazı siyasiler ve yazarların bazen masumane bazen önyargılı olarak merhamet göstermelerinin ne kadar maraz doğurduğunu bu deprem sayesinde gördük. Kararlı olunmadığı takdirde hem Türkiye’nin hem de bölgedeki Kürt halkının nasıl bir bela içinde bırakıldığının göstergesi ortaya çıktı.
Terör örgütünün bütün çabalarına rağmen, bölgedeki halk büyük oranda Kürt etnisitesine mensup olmasına rağmen Türk milletinin şerefli birer mensubu olduklarını gösterdiler. Güzel Türkçeleriyle, bayrağa ve devlete bağlılıklarıyla, memleketin dört bir tarafından gelen yardımlara gösterdikleri olumlu tepkileriyle bir millet olmanın iradesini gösterdiler. Terör yandaşları ne kadar iğrençleşirse iğrençleşsin, halkın büyük kısmı bölücülük bir tarafa bütünün bir parçası olduğunu tekrar ortaya koydu. Bunun iki önemli yönü vardı. Birisi bölücülüğe karşı milletin bütünlüğüne yönelik irade, diğeri idraksiz ve şuursuz bazı insanların o bölgeyi sanki başka bir ülkeymiş gibi görmelerine tokat gibi cevap ortaya koymalarıydı. Bu noktada ülkenin batısında toplumdan kopuk yaşayan bazı kesimlerin zihniyet olarak ne kadar yabancılaştıklarını görmek de bizleri dehşete düşürdü. Rahmetli büyük ülkücü mütefekkir S. Ahmet Arvasi’nin Doğu Anadolu Gerçeği kitabını hatırlayanlar bu zihniyete nasıl gelindiğini tahmin ederler. Toplumun batıcı seçkinlerinin bu milleti tanımadıkları için bölücülüğe de büyük hizmetlerde bulunduklarını böylece tekrar görmüş olduk.
Bir toplumda kardeşliği ve mili şuuru bozan sadece etnik çatışmalar değildir. En büyük tehlike zihniyet dünyasında görülür. 1980 öncesinde yaşanan ideolojik çatışma bunun en büyük göstergesidir. Aynı şehirden, aynı kasabadan, aynı köyden ve hatta aynı aileden fertlerin mensup oldukları ideolojiye inançlarından dolayı nasıl düşmanlaştığını ve sokakların nasıl kurtarılmış bölgelere bölündüğünü çoğumuz hatırlarız. Bu sebepten bölünmenin önce zihinlerde başladığını çok iyi biliriz. Hele bu konuda milli bilinç oluşmamışsa tehlike büyük demektir. Maalesef ülkemizde bu konuda hala büyük eksikler ve çarpıklıklar göze çarpmaktadır. Bu depremde bunun yansımalarını da fazlasıyla gördük. Milleti tarihi derinliğinde ve coğrafi genişliğinde kavrayamayan idraksizlerin nelere yol açabileceğinin somut örneklerine rastladık. Bu insanlar Van dendiği zaman veya orada yaşayan insanlar konu edildiği zaman cüce zihinlerinde neler düşünüyorlarsa, ağızlarına gelenlerin nereye varacağını anlayamıyorlar. Hâlbuki Erciş’in bir Türk başkenti olduğunu, burada yaptırılan bir okula Alparslan Türkeş ismi verildiğini, Türk İslam Ülküsü düşünce sistemini geliştiren S. Ahmet Arvasi’yi, tarihte Vani Mehmet Efendi’nin mili şuurunu bilseler, bir milletin evlatları arasında kardeşlik hukukunu bozacak her türlü oyunu bozma iradesini gösterirlerdi. Milletin büyük ekseriyeti her şeye rağmen çok şükür bunu zaten yaptı. Zaten güvenebileceğimiz tek güç bu milletin milli basiretidir. Milliyetçiliğin gereği budur.