Bir varmış bir yokmuş, diye başlamamalı “Ahde vefa” ile ilgili yürek feryatları. Masal tadında, şiir coşkusunda anlatılsa da hayal âleminin siyah-beyaz tonları… Sadece maviliklere taşımamalı “Ahde vefayı imanı bilenler”in yaşam tarzına dönüştürdükleri ülkülerini… Anlatanlar bitmemeli bu ülküleri, davayı, çileyi, gözyaşını, işkenceleri, acıları, çaresizlikleri, hüzün dolu demlerin ıstıraplarını…
Anlatılmalı ki Metin Tokdemir gibi “ülküdaşlığı, karındaşlıktan daha ileri seviyede bir akrabalık” görenler artmalı. Ve günümüzün sığ yaşantılı vefasızlığı ile ağzından çıkanı kulağı duymayanları; “Durum muhasebesine düşmandan başlanmaz.” diyen Dündar Taşerleri, varlığını iman ettiği ülküsüne adayan Ali Metin Tokdemirleri anlamalılar.
Hüzün barındıran bakışlarda, yürek yakan yaşantıda, hasret çağlayan sözlerde ve yaşam tarzına dönüşen ülkülerde yeni Metin Tokdemirler yetiştirilmeli. Gönül, hüzün kâşanelerini barındırıyor. Yüreğim yanıyor, içim sıkılıyor. Üzülüyorum, gözlerim doluyor… Mazinin siyah beyaz sayfalarına dalıp maviliklere kanat çırpmak istiyorum. En çok da beklentisizleri özlüyorum. Metin Ağabey’imi… Onun tok sesindeki titrek hüzün satırlarını… Gencecik yaşımızda, cılız omuzlarımıza yüklendiğimiz sevdamızın en narin anlarında haykıran gür Bozkurt sesli Metin Ağabey’imi…
Birileri bu işin bugün edebiyatını yaparken o gün o yoklukta Metin Ağabey ile ülküdaşlık yapanlar, bu sevdayı iliklerine kadar yaşamış ve asla vazgeçmeyi düşünmemişti. Bugün de yine vazgeçmeyi aklımızın ucundan bile geçirmiyorsak; bütün onmazlıklara, bütün vefasızlıklara, bütün kadir bilmezliklere, bütün sözde söz sahiplerine, bütün iç burukluğuna sebep olup yürek yakan makam delilerine rağmen hâlâ “ülkü” adlı bir yarın peşinden aynı aşk ile yürüyorsak bilinsin ki gençliğimizin baharında, Başbuğ’un coşkusu, ülkümüzün şuuru kadar da ruh kökümüzü ayağa kaldıran Metin Ağabey’e çok ama çok şey borçluyuz. Borçluyuz Metin Ağabey’e… Hem de çok borçlu… Çünkü zor zamanların yiğit sesi oldu. Yoksulluğun, yokluğun, kadir kıymet bilmezliğin asla geri adım atma sebebi olmadığını gösterdiği için. Borçluyuz, çünkü bize ahde vefanın imandan olduğunu ve ahde vefasızlığın imansızlık olacağını öğrettiği için. Borçluyuz, çünkü ülkülerin gökteki yıldızlara benzediğini ve yıldızlara ulaşamasak da yıldızlar sayesinde yönümüzü tayin edebileceğimizi hatırlattığı için. Borçluyuz, çünkü ülküdaşlığın karındaşlıktan daha ileri seviyede bir akrabalık olduğunu yaşayıp bizlere yaşattığı için. Borçluyuz, çünkü ülkücü şehitleri tarihin şeref levhalarından alıp ruh dünyamızın mayasına kattığı için. Borçluyuz, çünkü kınayanların kınamasına aldırmadan, kendini dev aynasında görenlere aldırış etmeden Türklüğü nakış nakış, İslam’ı ayet ayet yaşayıp bir nesle aktardığı için.
Ruhu şâd olsun!
Bir Tokdemir varmış, var olsun.
Birkaç Siyah Beyaz Kare.
1992 yılı… Amasya Ülkü Ocağı 2. Başkanlığı yaptığımız bir dönemde hem konferans vermesi hem de üniversitemizin istişare toplantısına katılması için davet etmiştik. Şehirlerarası otobüste karşılamış ve daha 32 yaşındaki genç adamı, 50 yaşlarında dev bir insan gibi görmüştüm. Çok samimi ve içten kucaklamıştı hepimizi. İstişare toplantımızın açılış konuşmasında hayretim ve hayranlığım, yaşanacaklardan habersiz biraz daha artmıştı. Ertesi gün öğle yemeği için bize indirim yaptığı için tercih ettiğimiz, ülkücü bir esnaf olan Levent Ağabey’in Bolu Zevk Lokantası’nda, kuru fasulyenin yanında pilav istetmemiş ve bizlerin bu ocakları hangi güçlüklerle götürdüğümüzü bildiğini ifade etmişti.
Zannederim 1995 yılıydı. Ankara’da yürütmeye çalıştığı çelik kapı işinin bulunduğu büroda hüzün barındıran hâline ve cümlelerine şahit olmuştum. Oradaki anlattıklarından çıkardığım ve “Ülkücülük bazen evinin bir köşesine çekilip lekesiz, onurlu bir şekilde yaşamaktır.” şeklinde ifade ettiğim muhteşem dersine şahit olacaktım.
Yine 1995 yılının bir kış ayında, Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde Ocak Başkanlığı yaptığım sürede kendisini bir iftar programına konuşmacı olarak davet ettiğimde, yaşadıklarım ona olan hayranlığımı bir kat daha artıracaktı. Babasının rahatsızlığından ve yine buruk hâllerin ahvalinden dem vurmuş, ancak Başbuğ’un sınırdaki uç beyini yalnız bırakamayacağını ifade ederek geleceğini belirtmişti.
Ocağımızdaki üç beş yiğidin sevinç dalgası ve günler süren hazırlıklarımız, Doğu’nun hava şartları, endişesini bastırmaya yetiyordu ve gerçekten o program öncesi korkunç bir hava vardı. Ancak Metin Başkan’ım Erzurum’a uçamadığı için ne yapıp edip önce Trabzon’a ardından Erzurum’a gelmiş ve biz de gidip Erzurum’dan almıştık. Bizi gözyaşlarına boğan konferansının ardından Doğubayazıt Ocağımızın bir köşesinde yaptığımız konuşma, niye Metin Tokdemirlere ihtiyaç olduğunu ortaya koyan muhteşem bir anekdot olarak tarihe şerh düşülmelidir. Dönüş için parası olup olmadığını sorduğumda gayet samimi, bir o kadar da mahcup, konferansa gelebilmek için aldığı borç paranın, yolun uzaması sebebiyle bittiğini ifade etmişti. Ağlamamak için kendimi zor tutarak ve utanarak kendisine ancak yol parası olacak kadar bir parayı takdim etmiştim.
Velhasıl bir Aralık gecesinde Trabzon’dan gelen “Ağabey, Metin Tokdemir’i kaybettik.” cümleleri, beynimde uğultular arasında siyahtan beyaza, beyazdan da maviliklere doğru kanat çırpan Mustafa Yardımcı’ya yoldaş bir yiğidin, Peygamber sancağının altındaki tebessümüne dönmüştü…