İlk Mektup
Sevgili Kutluhan,
İlk mektuplar zor yazılırmış.
Bu satırları sana, o zorluğu iliklerime kadar hissederek yazıyorum. Eğer, tamamlayabilirsem, yıllardır sana yapmayı beceremediğim bir itirafı satırlara dökmüş olacağım.
Kaç kez kalemi elime alarak sayfalarca yazdım? Kaçını zarflayıp postaneye giderken yolda yırttım? Postanede pul aldığım halde yapıştırmaktan vazgeçerek çöpe attıklarımın sayısını unuttum.
Sana, defalarca telefon açmayı denedim. Numaranı tuşlayıp sıra tam yeşil “Onay” tuşuna geldiğinde vazgeçiyorum. Biliyorum ki o tuşa basarsam, daima aklımda, rüyalarımın her zaman tam ortasında olan sen: “Alo” diyecek; farkında olmadan bütün benliğimi daha da derinlemesine kuşatacaksın. Evet, yeşil tuş; modern zamanların yeşil kilidi... Ona dokunduğum anda seninle yıllar öncesine gidecek, belki havadan sudan konuşacağız. Asıl anlatmak istediklerimi sana anlatabilecek miyim?
Uzak düşen dünyalarımız nasıl yakınlaşacak?
Bunu hiç bilmiyor, belki de asla gerçekleşemeyecek hayaller kuruyorum.
“Yeşil” dedim de biliyor musun seni ilk gördüğümde yeşil gözlerinden etkilenmiştim. Fakülte kantininde sohbet ederken: “Göz göze geldiğimiz zaman, yorgunluğumu alıp götürdüğünü, bana huzur aşıladığını” söyleseydim, beni kınar mıydın? Malum; böyle şeyleri ilk önce erkekler söyler. Sıra dışı bir adımla gönül kapımın açık olduğunu hissettirebilseydim, inanıyorum ki beni kınamazdın…
Ya arkadaşların? Başkaları ne derdi benim için?
Senden habersiz seni, kalbime sığdırdım da “Ne derler?” korkusunun ezikliğini bir türlü üzerimden atamadım. Sana yaklaşıp açılmaya gücüm mü az geldi, korkaklığım mı baskın çıktı bilemiyorum. Hep senden bana cesaret verecek sözler veya bir adım bekledim.
Senden önce de sonra da gönül kapımı bir kez olsun kimseye açmış değilim. Kararsızlığımla kendime engel olan benim. Belki de bu yüzden, mektupları postaya verebilme cesaretsizliğini atamıyorum üstümden.
Hatırlar mısın, mezun olduğumuz gün: “Görüşmek üzere” demiştik. Ama olmadı. Ya ben geç kaldım göstermek için kendimi ya da sen kaçırdın erkenden gözlerini. Nerden bilebilirdim ki o kadar çabuk uçup gidivereceğini?
Biliyorum, güzel bir kızla evlendiğini. Nasıl bilmem! Davetiyeyi evimize kadar getirmiş, anneme bırakmışsın. Düğününe gelmedim, gelemedim işte.
Biliyor musun, seni alıp uzaklara götürdüğü için eşine hiç kızmamıştım. Ama seni sevdiğimi, dört yılda bir kez olsun söyleyemediğim için kendimi hiç affetmedim.
Bir şey söyleyeyim mi? Mutlulukların en yücesini ikiniz için dilemiştim. İhanet etmedin ki beddua edeyim ardından.
Tam bir yıl önce, gözlerimden uykunun kaçıp gittiği bir geceydi. Televizyonda kaza görüntüleri, hurdalaşmış araçlar. Spikerin ağzından buz gibi bir haber: “Ölüm…” Sadece iki heceydi.
Üzüldüm.
“Başın sağ olsun” diyemedim. Tıpkı bir zamanlar seni sevip de söyleyemediğim gibi. Paylaşamadım acını. Belki de utandım ölen hanımından.
Sevgili Kutluhan,
Takvimden zamanı gelen yapraklar düşerken, yaşanmayı bekleyen günler asılı kalır. Önemli olan, geride kalan günleri güzel geçirebilmek değil mi?
Yıllar sonra, gönlümdekileri satırlara yükleyip işte sana geldim…
Yaşanmamış günleri birlikte yaşamaya ne dersin?
Nazan
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 29.01.2011)