Salıncak

Adı Kezban’dı. 

Soğuk bir kış gününde, bize en yakın komşu evde dünyaya gelmişti. Köyümüzde doğan her çocuk gibi onun da adı, kulağına ezan okunarak konulmuştu. Sağlıklı, mutlu, bereketli, uzun bir ömür sürmesi için dualar edilmişti. Ne var ki ailesi yoksuldu. Çocukluk yılları, yokluklar, zorluklar içinde geçmişti. “Zihnî yetileri zayıf.” demişti köyde sağlık taraması yapan doktorlardan biri. “Herkes gibi günlük işlerini yapar ama bazen geç algılayabilir, göz önünden ayırmamak lâzım.” diye de eklemişti.

Annesi saf, babası sorumsuzdu. Evin bütün işleri askere gidecek olan abisinin sırtındaydı. O da gidince ne olacağı belli değildi. İş ona düşüyordu. Küçücük varlığıyla tüm zorlukları yok edemeyeceğine göre, onlarla beraber yaşayarak büyüyecekti. Derdin dert, acının acı olduğunu bilemeyecekti. Bunları hayatın gereğiymiş gibi zannedecek, sorgulamayacaktı. Sefaleti, yokluğu yaşasa da işlerin böyle yürüyebileceğini, sonra düzeleceğini düşündü, şikâyet etmedi.

Hiç oyuncağı olmadı. Ona; “Oyuncak ister misin?” diye soran da olmadı. Oyun olduğunu bilmeden, kendini eğlendirdiği en iyi araç, yük halatından icat ettiği bir tür salıncaktı. Boş zamanlarında sofanın tavanındaki en kalın ağaca salıncağını kurar, zamanın çoğunu sallanarak geçirirdi. Sallanırken mutluydu. Sallanırken hayaller kurardı; çocuksu, temiz, masum…

-Hasan Abi sen ne iş yapıyorsun, diye sordu bir gün.
Uzaktan akrabam olduğu için bana hep abi derdi.
-Ziraat Mühendisiyim Kezban, ben de sizin gibi meyve yetiştiriyorum. Dedim.
Aklı yatmamıştı.
-Meyve yetiştirmek için okumaya ne gerek var, niye öğretmen olmadın, ben öğretmen olacağım, dedi.
Sonra da ufak tefek kâğıt parçalarına yaptığı resimleri gösterdi gururla.
Okula gidince de okuyup yazmasını öğrenecekmiş.
Fakat benim resimlerine ettiğim övgüleri yeterli görmemişti. Takındığı alaycı ve küçümser tavırla; “Ben öğretmen olacağım, ben öğretmen olacağım” diyerek uzaklaşıp gitmişti.
Hep kalabalıklar içinde ve etrafında ona gıpta edenlerle dolu bir ortamda görürdü kendini. Melekeleri zayıf; idealleri değişikti. Başarılar yaşamak isterdi. Ama hayatın gerçekleri farklıydı. Hedefleriyle hakikatler uyuşmuyordu. Düşüncelerini gerçekleştirmek için kendisinin ve ailesinin durumunun buna müsait olmadığını kavrayamıyordu. Dolayısıyla cevabını bulamadığı sorular onu daha da yalnızlığa itiyor, etrafından uzaklaştırıyordu. Kendine yeni bir sığınak arıyor, hayal ettiği farklı dünyayı gerçek zannediyor, ruhunda gelgitler yaşıyordu.

Hızlandırdığı salıncağının her havalanışında, uçsuz bucaksız hayal âlemlerine dalıyor, her inişinde tahta zemine değen ayaklarıyla beraber hakikatlere dönmesi gerekirken bunu gerçekleştiremiyordu.

İşte böyle bir günde; hızlanan salıncağına hâkim olamayarak ciddi bir kaza geçirdi. Bacaklarına ve boynuna dolanan halattan kurtulamayınca, sağa sola çarparak yaralandı. Vücudunda oluşan eziklerin yarattığı morluk ve acılar kısa zamanda iyileşip yok oldu. Fakat boynuna dolanan halatı ruhunda yok edemedi. Kurtulmak için yaptığı ters bir hareket sonucunda daha da tehlikeli bir durum oluşmuş, ağzına köpükler yığılmış, soluğu kesilecek gibi olmuştu. Güç bela kurtarıldığında şuuru yerinde değildi. Sonuçta epeyi bir süreyi yatakta geçirmek zorunda kaldı. Günlerce iyileşemedi. Hafakanlar bastı. Kâbuslarla uyandı gece yarıları. Ne zaman bir halat veya ip görse tedirgin oldu. Kaza gönünü hiç unutamadı. İpleri, halatları, ayrı şeyleri birleştiren değil, insanı hayattan uzaklaştırmaya yarayan birer nesne olarak algıladı. Uzak durdu, eline almaya çekindi. O günden sonra da bir daha salıncağa binmedi. Rahatsızlığı ve ruhundaki çatışma, kaygı iyice belirginleşerek yalnızlaştı, içine kapandı. Küstü hayata. Çocukluğu bitmeden oyunları bitip gitti…
Oyunları gibi eğitim-öğretim hayatı da çabuk bitti. Yaşıtlarından geç gittiği ilkokulun birinci yılının sonunda öğretmeni, artık okula gelmesine gerek olmadığını söyleyince dünya bir kere daha yıkıldı, bu sözler ömrünün sonuna değin yük oldu, inmedi sırtından. Öğretmenine; bunun sebebini sorduklarında verdiği cevapla, kayıt defterine düştüğü “…Öğrenme zorluğu… Otistik… Psikolojik… Asosyal… gibi notların birbiriyle uyumsuzluğunu ve çözüm yollarını ise hiç araştıran olmadı. Durumuna uygun başka okullar bulunsa da okuyabilecek imkânı yoktu.

Güldüğü vaki değildi.
Herkes kahkahalarla gülerken, onun yüzüne yayılan tebessüm insanların bu kadar katılırcasına gülebilmelerine olan hayretindendi.
* * *

Gelinlik kız olduğunda da “ister misin” ya da “kimi istersin” diye sorulmadı. Birbirine denk görülerek köyün safça bir adamına verildi. Hem de gelinliksiz, alsız, duvaksız...

Yeni evine gitmek üzere baba ocağından ayrılırken boğazı düğümlendi. Her şeyden vazgeçmeyi düşündü bir an. Kaçmak istedi, kendini dağlara vurup bilinmezlere karışmak istedi. Yapamadı. Yüreğine gömdü hıçkırıklarını. Belki iyi olur diye umutlandı. Ailesiyle vedalaşırken gülümsemeye çalıştı. Onu almak üzere damat tarafından gelenlere doğru ilerlerken de hüznünü belli etmemeye gayret etti. Öyle öğretilmişti önceden. O da öyle davrandı. Utlu olduğunu sandılar.
* * *

İstanbul’un kenar semtlerinden birindeki tek katlı gecekondunun önünde kadınlı erkekli bir grup insan toplanmıştı. Kireçle badanalanmış kömürlüğün kapısı, biraz önce kırılarak içeri girilmişti. Tavanda sallanan evin gelinini görenlerin yüzünü ani ve soğuk bir ürperti kaplamıştı. Evin erkeği ise ne yaptığını bilemeyecek durumdaydı. Tam bir panik yaşanıyordu. Kimileri elleriyle yüzlerini kapatırken, kimileri de merakları giderilmiş olarak uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Evden feryatlar yükseliyordu. Evin en küçük kızı ise küçücük bedeniyle, annesini kurtarmaya çalışanlara yardım etme telaşındaydı. İpten indirilen Kezban’ın ayakları dibine düşen kâğıt parçasını gördü, kaptı ve annesinin soğumuş bedenine sarıldı.
- Çocuklarına yazık, diyorlardı.
- Ne olursa olsun, insan canına kıyar mı?
- Kocası nöbetteymiş…
-Keşke köyden gelmeselerdi…
-Sebep belli miymiş?
-Yok, kimse bir şey bilmiyor…
-Kaynanasıyla sık sık kavga ediyorlarmış…
-Mektup falan bırakmış mı acaba?
-Kim bilir…
* * *

Baba evinin önü kalabalıktı.
Şehirlerdeki köy derneklerince düzenlenen cenaze seferlerinden biri daha gerçekleşmiş, Kezban’ın sağlığında hiç bir sebeple bir araya gelmeyecek insanlar dâhil herkes toplanmıştı. Bu anı görebilse kim bilir neler düşünürdü? Kararından vazgeçer miydi acaba?

Bu arada İstanbul’dan günü birliğine gelen komşulardan çoğu, ertesi gün mesaiye yetişmek zorunda olduklarından, bir an önce yola çıkmak için acele ediyorlardı. Dolayısıyla defin işi erken bitirilmeliydi. Öyle de yapıldı. Namaz vakti dışında olmasına rağmen sünnete uygun olarak akşam karanlığına kalmadan defnedildi.

Her şey bitmişti. Herkes ayrılmış, taziye evinin asıl sahipleri kalmıştı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu. Baştan beri çocuğuna karşı olan ilgisizliğinin verdiği pişmanlık ve vicdan azabıyla içi yanan baba; bu acıya dayanabilmek için evde dolaşıp duruyordu. Yüz yıllık ahşap binanın; artık pek kullanılmayan küçük odasına girdi. Burası Kezban’ın odasıydı. Küçük torunu Zeynep, elinde bir kâğıt parçası ile tahta zemine yüzüstü yatmıştı. Onu, şefkatle kucağına alıp kâğıda baktı. Bu; kızının kömürlükte ipten indirildiğinde Zeynep’in alıp sakladığı kâğıttı. Kâğıdın bir yüzünde annesinin yaptığı mutlu bir çocuk resmi vardı. Öbür yüzünde ise zor okunan tek satırlık bir not:
¬“Ben öğretmen olacağım …”

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 15.04.2010)