Bir Okul Hatırası
“Akşam etütlerinde solfej çalışamadım baba.” dedi telefonda. “Yurt binası beton olduğu için etüt salonu ve yatakhanelerde çalışırken sesler yankı yapıyor. Arkadaşlarım rahatsız olmasın diye yeterince çalışamadım ve muhtemelen sözlüden düşük not aldım.” diyerek devam etti sözlerine. Sonra sesi ağlamaklı oldu, titredi ses telleri ama babasının telefonun öbür ucunda olduğunu düşünerek, onun rahatsızlığını, en ufak bir duygusal yoğunlukta zaten hasta olan kalbinin etkilenebileceğini hatırladı. Ona hiçbir şey hissettirmemeye çalışarak, kendisine verdiği teselli ve öğütleri sabırla dinledikten sonra kapattığı telefonu mübarek bir bayram sabahında babasının elini öper gibi saygıyla öptü. Elindeki makineyi çevirdi onun elinin içine bakar gibi. Metal aksamında kendi çocuksu yüzünü gördü. Sakalsız, daha bıyıkları bile terlememiş yüzünü… O yüz yavaş yavaş evde bıraktığı, üç aydır görmediği altı yaşındaki kardeşinin yüzüyle yer değiştirmeye başladı. Önce yüzü, kaşları, kirpikleri kardeşi olmaya başlıyordu. Özlemleri sınır tanımaz hale geliyordu. Her gördüğüne sadaka dağıtan hayırsever misali, cep telefonunun metal kısmıyla ona da bir öpücük gönderdi sanki gözlerinin içine bakarak. Sonra birden afalladı. Aklı başına geldi. Bakındı etrafına, bir gören oldu mu diye telaşlanarak, yaptıklarından mahcup… Rahatladı, kimsenin olmadığını görünce.
Dursun; Kastamonu’nun, şehir merkezine başka bir il kadar uzak Boyalı köyünden tesadüfen OKS sınavını kazanarak, Çankırı’da Güzel Sanatlar Lisesine başlamıştı. Pansiyonda parasız yatılı olarak kalıyordu. On beş, on altı yaşlarında ufak tefek, çelimsiz bir öğrenciydi. Çelimsizliğiyle doğru orantılı olarak duygusal yönü ağır basar, kahırlı Anadolu türkülerini her cümlesi ve tınısıyla özümseyerek, hissederek söylerdi. Hele de yanık Kafkas ve Azeri nağmelerini dillendirirken yaşadığı yürek coşkunluğuyla nerdeyse kendinden geçerdi.
Daha okulun ikinci yılında olmasına rağmen bağlama çalmayı iyice bellemiş, herkes “Gelin Ayşe” türküleriyle vakit doldururken, o sazına; “ah ölmeden bir görseydim, varabilsem toprağına” dedirtecek kadar ustalığını ilerletmişti.
“Bizden eserler çalacağım.” diyordu. Ne olursa olsun, müziğin hangi türü olursa olsun ama seslendirdiğim eserler hep bizden olacak, bizi anlatacak.” Bunu ona okulunda çok sevdiği müzik öğretmeni öğütlemişti. Garip bir tesadüf eseri babası da askerliğini mızıka onbaşısı olarak yaptığından bu mesleğe sıcak bakıyordu. Yetiştiği coğrafyanın gereği, herkes onu davulcu, zurnacı mı olacak diye nerdeyse alaya alırken, genel kanaatin aksine köylü babası ona; “Oğlum madem puanın o okula girmene yetiyor, gir öyleyse, orada oku. Demek ki kısmetin bu yoldaymış.” diye hep destek vermişti. Müzik öğretmeni de; “Yaptığın ayıp bir şey değil, bu Milletin iyi müzik adamlarına ihtiyacı var, herkes bar, pavyonlarda söyleyecek değil ya, sen de mesleğini layığınca ve hakkını vererek yap.” diyerek onu bu günlere hazırlamıştı.
İşte Dursun, ortaokulu bitirip buraya gelirken onu buğulu gözlerle uğurlayan Ertuğrul öğretmenine verdiği sözün gereği çok çalışması gerektiğini biliyordu Ama bunun için önce yapması gereken şey, yakın bir zamanda yapılacak olan, okul korosu seçmelerini kazanmaktı. Herkes bu koroya girebilmek için yarış ediyor, gece gündüz canhıraş çalışıyordu. Bu koro seçmeleri, girdikleri sınavların ve uygulamalardaki performanslarının ortalamasına göre belirlenecekti. Dursun da ta baştan beri gereğini yapıyor ama bazen olmuyordu işte. Bu gün de muhtemelen olmamış, seçmelerde kendi istediği başarıyı gösterememişti. Uzun süre görmediği ailesinin hasreti söylediği yanık türkülere ilham olurken, bazen onun ders çalışmasını engelliyor, çalışma şevkini düşürüyordu. Bu yüzden okul korosuna girememe ihtimali yüksekti. Ya da o öyle zannediyordu. Tek ümidi kalmıştı: Ümit öğretmen…
Ümit öğretmen Dursun’un bağlama derslerine giren, derli toplu, şık giyimli, Türkçeyi düzgün kullanan herkes tarafından sevilip sayılan ve koro seçmelerinde en yetkili öğretmenlerden biriydi. Her öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenir, halini hatırını sorar, ihtiyacı olanlara gerekirse yardımcı olurdu. O iyi bir öğretmendi ama Dursun bu durumda bile Ümit öğretmenden yardım isteyemezdi. İstese de fark etmez çünkü o her konuda olduğu gibi bu konuda da iltimasa, torpile karşı idi. Öğrenciler arasında farklı uygulamalar olmasına müsaade etmezdi. Herkesle ihtiyacı olduğunca ve gereğince ilgilenir, yapması gereken neyse onu yapardı. Bu durumda kendisine durumu kabullenip sonuca razı olmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Sonunda, kutlu bir derviş teslimiyetiyle huşu içinde ellerini açarak; kimilerince hiçbir anlamı ve önemi olmayan ama kendince çok hayati olan bu konuyu uluların en yücesine gönderdi. Ümit Öğretmenin gönlüne ekilecek ilham tohumlarının asıl kaynağına gereken mesajı ilettiğine inanmanın huzuruyla da daldığı hülyalarına onunla ilgili hatıralarını ekleyerek devam etti.
Okula ilk başladığı günlerden birinde, öğretmeni kendisini okulun arka duvarının dibinde sessizce ağlarken bulmuş, onu teselli ettikten sonra, hafta sonu memleketine gitmesini sağlayarak, aile özleminin biraz da olsa hafiflemesine yardımcı olmuştu. Dolayısıyla Ümit öğretmen Dursun’u sever ve gayretinden dolayı da takdir ederdi. En önemlisi Onu fark ettiren asil birikimin ve ona aynı zamanda gönül zenginliği veren aile özleminin de farkındaydı. O Dursun’daki cevherin farkındaydı.
Aile özlemi… Özlemek… Hasret… Ayrılıkların yürek mengenesi… Dayanılmaz gönül burukluklarının çaresizlikleri. Anne, kardeş, baba… Baba.
Dursun’un babası, annesinin ve çoğu babaların aksine, sevgisini belli ederdi. Sevgiyi fiziki olarak yaşardı. Bunu hisseder ve hissettirirdi. Sarılırdı, öperdi. Uzaktan; seviyorum deyip geçen biri değildi. Onu okuluna uğurlarken de öyle yapmıştı. Ona sıkıca sarılmış, Dursun ağlayıp ayrılmamak için direnecekken, annesiyle Ertuğrul öğretmeni babasını Dursun’dan zor ayırmışlar ve bir çocuk gibi o ağlayarak ayrılmıştı Dursun’un bindiği minibüsün ardından.
“Şimdi ne yapıyordur acaba?” diye düşündü Dursun. Yorgun yüreğine ilaç olsun diye Benim yerime kardeşime mi sarılıyordur? Evet, öyle yapıyordur, çünkü Allah babamı sevgi için yaratmış, o her zaman sevecek birini, bir şeyleri bulur, bu bazen bir çiçek, bazen bir kedi, kimi zaman bir arkadaş, bazen bir kadın -ki bu hep annem olmuştur- çoğu zaman da evlat olmuştur.
Ve hızla yerinden kalkıp; “Babamın sevgisine layık olmalıyım, biraz daha solfej çalışayım bu akşam!” diyerek, bağlamasına doğru uzanırken, hızla kapıdan içeri giren oda arkadaşı Muharrem’in içten ve sevecen sesiyle irkildi;
“Dursun, listeler ilan panosuna asılmış, tebrik ederim, okul korosuna seçilmişsin…”
…
Sustu…”Baba, seni hatırlamak bile yetiyor.” dedi, mutlulukla.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 28.01.2010)