Kula Bela
Şerif, yine içten içe lanet okuyordu. Gündüzleri, cüzdanı dolu meymenetsiz bir adamın odacılığını yapmak, akşamları gösterişli kıyafetler içinde gelen ve çoğunun gönlü de beyni de tamtakır insanlara yer göstermek onu yoruyordu. Ne var ki bu tiyatro işi de olmasa kirayı denkleştiremezdi. Karşılaştığı insanları sevmese de gün boyu çalışmaktan yorulsa da bu işleri yapmak zorundaydı.
Yoruldukça hayata lanet okumak, babasına verdiği sözü tutamadığına hayıflanmak artık âdeti olmuştu. Öyle rutinleşmişti ki bu durum, her seferinde biraz da kendini rahatlatmak için “Madem okul okumadın Şerif, lanet okumaya ne gerek!” deyip günü bitiriyor, yastığa başını koyuyordu.
Bu akşam bir de baş ağrısı çekiyordu. Öyle bir baş ağrısı ki dünyanın rengini üç ton koyulaştırmıştı. Özellikle önüne baktığında adım atacağı yerin derinlerde olduğu hissine kapılıyordu. Son anda gelen iki kişiye de yerlerini göstermek ona düşmüştü. Onları hemen arkalarından takip ederken adamı süzmeye başladı. Altmış yaşlarında vardı. Başında hiç saç kalmamış, eni, neredeyse boyuna yaklaşmış, Arnavut burunlu bir adamdı. Sonra yanındaki kıza takıldı gözleri. Kızı olmalıydı. Öyle çekingen, ürkek, görünüyordu ki sadece adım attığı yere bakıyor, kafasını kaldırmıyordu. Sanki biraz da birilerinden saklanıyor, görünmek istemiyor gibi bir hali vardı. Bundan dolayı Şerif, kızın yüzünün ancak bir kısmını görebilmişti. Bu kadarcık görmeyle bile kızın dikkat çekici bir güzelliğe sahip olduğunu hemen anlamıştı. Kafasına takıldı: Bu güzel kız, bu çirkin adamın kızı olabilir miydi? Yerlerini gösterip yanlarından ayrılırken adamın kıza “Hayatım, çiçeğim!” diye hitap ettiğini duydu. “Bu kız, bu adamın kızı değil!” diye düşündü. Sonra “Niçin olmasın, insan kızına da böyle seslenebilir” dedi kendi kendine. Aklındaki soru işareti öylece kaldı.
Şerif, onların yanından dönerken kapılar kapandı. Bundan sonra içeri girmenin de dışarı çıkmanın da hoş karşılanmadığını biliyordu. Kimsenin gelmeyeceğini bilse de Şerif, mecburen ilk perdenin sonuna kadar bekleyecekti. Anlaşmaları böyleydi.
Dışarıda boşu boşuna beklemek yerine giriş kapısına yakın merdiven basamağına oturur, kâh sıkılarak, kâh beğenerek oyunu izlerdi. Yine öyle yaptı, tam perde açılırken her zamanki yerine çöküverdi. Kendiliğinden öyle bir zamanlama olmuştu ki sanki bütün salon Şerif’in oturuşunu alkışladı. Yüzünü kaplayan küçük tebessümü kimse görmedi. Başı hâlâ çatlayacak şekilde ağrıyordu. Dik tutmakta zorlandığı başını hafifçe yana eğerek duvara dayadı.
Bu sefer pek keyif almadı oyundan. Geçenki oyun gibi geçim sıkıntısına sebep olanları eleştirmiyor, yaşlı bir adamın geç bir kıza aşkını anlatıyordu. Diyalog ve monologların ağırlığından olsa gerek, Şerif’e de bir ağırlık çöktü. Yavaş yavaş gözleri küçülmeye başladı. Giderek daha da zorlaşıyordu göz kapaklarını açık tutmak.
Büyük bir yangının ortasında kalmıştı Şerif. Ne yana dönse alevler üstüne üstüne harlanarak geliyordu. Neredeydi? Bu yangın nasıl başlamış, bir anda bu büyüklüğe nasıl ulaşmıştı, bilmiyordu. Bunları bilmek hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Önemli olan bir çıkış yolu bulup kurtulmaktı. Ama yoktu. Ne bir kapı, ne bir pencere, ne bir aralık… Her taraf alev alev… Her taraf ateş… Son çare olarak, ateşin biraz daha zayıf görünen noktasına doğru fırlamak geldi aklına. Alevleri geçebilirse çıkış yolu bulabilir, kurtulabilirdi. Aksi halde ateş onu yutacaktı. “Burada bekleyip tavuk gibi kızarmaktansa, çıkış yolu ararken erkek gibi yanmak iyidir!” diye düşündü. Bütün gücüyle “Hayy!” diye bağırarak ateşin gözüne doğru bir ok gibi fırladı.
Korkuyla gözlerini kırpıştırırken bütün salonun kendisine bakmakta olduğunu gördü. Niçin bakıyordu ki insanlar ona? Ya az önceki harlı ateş, Şerif’i kucaklayan alevler… Yangın sönmüş müydü? Üstüne başına baktı, yanık yerlerini aradı, yoktu. Sonra anladı ki uyanık kalmayı başaramamış, uyumuş, rüya görmüştü. Onu rüyadan uyandıran ses de kendi sesiydi.
Utandı.
Başını iyice önüne eğdi. “Keşke o ateş beni yutsaydı da böyle yüzüm kızarmasaydı.” Diye geçirdi içinden. Yerinden kalkıp kaybolmak üzere bakınırken sağ yanındaki koltukta oturan, odacılığını yaptığı Çağrı Bey’le göz göze geldi.
Yıkıldı.
Kelimenin tam anlamıyla yıkıldı.
Zarife, bir yandan eve kendini güç bela atabilen kocasının alnına ıslak bez koyuyor, bir yandan da hayıflanıyordu. Tiyatrodaki işini kaybetmişti, bir de Çağrı Bey kovarsa ne yapacaklardı? Henüz yaşına girmemiş beşikte bebekleri vardı. Şerif çalışıp eve ekmek getirmezse ne yiyecekler ev kirasını nasıl ödeyeceklerdi? Bir ağıt tutturdu ki yürek yakıcı…
“Sus Zarife! Sus!” dedi Şerif sadece…
Şerif de biliyordu kendisini nelerin beklediğini. Zaten zihni karışıktı, karısının ağıtıyla daha çok karışmasını istemiyordu. Düşünmeye, kendini toparlamaya ihtiyacı vardı. Saatlerce düşündü… Önce özür çiçeği almayı koydu aklına. Sonra bundan vazgeçip neden akşamları tiyatroda çalıştığına, neden öyle uyuyup kaldığına dair uzunca bir mektup yazmayı, mektuba bir de kundakta yavrularının bulunduğunu eklemeyi düşündü. Hiçbiri işe yarayacak gibi görünmüyordu. Ne yapabilirdi? Kendini patronuna nasıl affettirebilirdi?
O gece sabaha kadar gözünü kırpmadan düşündü. Saba makamıyla okunan sabah ezanı şehirde yankılanır ve gönülleri uyandırırken Şerif’in de kafasında şimşekler çakmaya başladı. Kendini affettirmenin yolunu bulmuştu. Hemen küçük bir kâğıt parçası buldu ve bir iki cümleyle o kazayı kendi iradesiyle yapmadığını, bunun bir yazgı olduğunu, eğer kendisini cezalandırırsa yazgıyı yazanın güceneceğini anlattı. Kısaca patronun karşısına Yaratıcıyı koydu. Bu dâhiyane fikri bulduğu için kendisiyle gurur duydu. Bunun üzerine, bir sigara yaktı ve büyük bir keyifle içti. Artık ne baş ağrısı kalmıştı, ne de ateşi. Kahvaltısını da yaptıktan sonra, büyük bir iç rahatlığıyla her zamankinden daha erken yola çıktı. Acelesiz adımlarla, arada bir ıslık çalarak yürüdü. Kocasının bu rahat hali Zarife’yi de rahatlattı.
Kendinden ne kadar emin olsa da heyecanlıydı Şerif. Titreyen elleriyle uzattı tek cümle yazdığı kâğıdı Çağrı Bey’e. Çağrı Bey’in yüzünde, bir gülümseme belirdi ve yavaş yavaş kahkahaya dönüştü. Gözlerinden yaş gelene kadar kahkahayla güldü. Neden sonra önündeki kalemlikten rastgele bir kalem çekti, Şerif’in cümlesinin altına bir cümle de o yazdı ve geri uzattı kâğıdı.
Şerif, kâğıdı alıp da okuyunca, yüzü düştü birden. Zor durdu ayakta, güçlükle attı kendini dışarıya. Sonra koşar adım geldiği yolu geri gitti. Zarife, kocasının çıkarkenki haliyle şimdiki hali arasındaki farka şaşırıp kaldı. Az önceki neşeli, türkü mırıldanan Şerif gitmiş, yüzü kireç gibi, kaşları çatık, suratı yıkık başka bir Şerif gelmişti.
Hiç konuşmadan avucundaki kâğıdı fırlatıp kendini yatağa attı Şerif. Zarife merak ve şaşkınlık içinde eğildi, yerden kocasının avucunda nemlenmiş kâğıdı aldı. İlk cümleyi belli ki kocası yazmıştı ama ikinci cümle farklı bir kalemle, farklı bir el tarafından yazılmıştı.
Dikkatle tane tane okudu:
“Kul bela yapmaz Hakk yazmadıkça.”
“Hakk bela yazmaz kul azmadıkça”
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 24.01.2010)