Bir Avuç Şeker
Beton zemine oturup dikkatlice, gaz ocağına gaz doldurdu. Dökülünce temizlenmesi zor oluyordu bu meretin. Hadi temizlemesi neyse de kokusu bir müddet gitmiyor insanın içini fena ediyordu. Kendisi bir yana, gaz yağı kokusundan Zehra çok rahatsız oluyor, uzunca bir süre yanına uğramıyordu. Doldurma işi bitince kibritle ocağı yaktı. Vita Yağ tenekesindeki katı yağdan bir kaşık alıp tencereye koydu. Yağın cızırdayarak erimesini seyretti dalgın dalgın. Zehra’nın sevdiği hamur çorbasını hazırlıyordu. Eli ayağı kalkmamasına rağmen oturup hamur kesmişti.
İçi çok sıkılıyordu. Yere göğe sığamıyor koca dünya dar geliyordu. Kızının her gün daha bir sarardığını görmek yüreğini tarif edilmez acılara boğuyordu.
Eşine kaç defa çocuğu bir hekime gösterelim demiş, her seferinde de “Çocuk bu soğuk almıştır, bunun için hekime mi götürülürmüş.” diye ertelemişti eşi. Sonunda alıp çocuğu bir hekime göstermişlerdi. Hemşire hanımla, kızının elinden tutup kaç odaya sokup çıkarmışlar, bir yığın tahliller yaptırmışlardı. Sonunda hekim;
“Hanım, çok geç kalınmış. Çocuğunuz siroz. Hastalık son aşamaya gelmiş. Uzun yaşamaz. Eve götürüp rahat ettirin. Boşuna hastayı yormayın.” demişti.
O anda hastane başına yıkılıvermişti. Bir müddet hekimin söylediği hiçbir şeyi anlayamamış, kulağında “yaşamaz” kelimesi uğuldayıp durmuştu. Hekim, yüzüne anlamsız anlamsız baktığını görünce de;
“Atatürk’ün hastalığından bu.” demişti. “Yapacak bir şey yok.”
Allahtan Zehra dışarıdaydı da söylenenleri duymamıştı. Hemşire sıradaki hastayı çağırınca dışarı çıktı. Yavrusunun elinden sıkıca tutup nereye bastığını bilemeden yürüdü. Eve geldikten sonra da uzunca bir süre kızının yüzüne bakamadı. Ona göstermeden gizli gizli ağladı.
Komşuları da üzgündü.
“Yok canım, sarılık bu, yüzüne sarı bir tülbent örtelim geçer.” dediler.
“Sarılık Pınarı’ndan su getirip içirelim, geçer.” dediler.
Ne yaptılarsa geçmedi.
Aslında biliyordu; onu teselliye çalışıyorlardı. Kızı, avuçlarının içinden bir daha dönmemek üzere uçup giderken teselli mümkün müydü? Yavrucuğu, nazlı gülü, günden güne eriyip gidiyordu. Bu gece yine çok ateşlenmiş, başına sirkeli bezler koymuş yine de kâr etmemişti. Gece boyunca kızının başından ayrılmamış, kitaptan sürekli dualar okumuştu. Allah’tan ümit kesilmezdi ki…
“Anne!” sesiyle düşüncelerinden sıyrılıp başını kaldırdı. Yüzünü hüzünlü bir gülümseme kapladı.
“Yavrum, ne zaman uyandın sen?” dedi. “Dur şu hırkanı giydireyim. Üşürsün sonra.”
Kızına hırkasını giydirdi. Düşüncelere öyle dalmıştı ki çorbanın piştiğini bile fark etmemişti. Kızını mindere oturtup hemen sofra bezini önüne yaydı:
“Bak, sen uyurken sevdiğin çorbayı pişirdim. Hadi bir iki kaşık alıver. Nasıl da güzel olmuş.”
Zehra, sadece bir kaşık içip eliyle tası itiverdi.
“Anne, Cennet nasıl bir yer?”
“Aaa! O da nerden çıktı yavrum?”
“Geçen gün Fatma ebe bana, Cennete gidecek benim yavrum. Melek olacak, dedi.”
Bunu duyunca başından aşağıya kaynar sular döküldü. Fatma ebe çoktan doksanına merdiven dayamış, aklı bir gelip bir gider olmuştu. Çocuğa bunu söylemenin ne manası vardı şimdi. Hani Allah’ın gücüne gitmesin de sıralı ölüm vereydi ya. İçindeki acı, öfkesini bastırdı. Kızacağı yerde için için ağlamaya başladı. Sarılıp Zehra’ya:
“Bütün çocuklar melektir kızım.” dedi kendisinin bile duymadığı bir sesle.
Saçlarına yüzünü değdirip kokusunu derin derin içine çekti. Hasret kalacaktı bu kokuya biliyordu ama anneydi işte kabullenemiyordu. Canının parçasını kara toprağa nasıl verecekti? Onun yavrusu karanlıktan korkardı, yatamazdı bir başına. Ayın güneşten ödünç aldığı ışığı yeter miydi ona? Allah’ım sen büyüksün, sen ki yeri, göğü yaratansın. Kuru dala can verensin. N’olur kızımı bana bağışla. Bağışla Rabbim diye içinden yalvardı… Yalvardı…
Zehra cılız sesiyle:
“Anne az rahat bırak, çok sıktın beni.” dedi.
Sonra annesinin kucağından kalkıp içeriye gitti.
Gözleri ne güzel bakıyordu.
Ne kadar küçüktü.
Sadece beş yıl olmuştu hayata tutunalı.
Saçlarını değil de kara toprağı mı koklayacaktı?
Geleceği tek Allah bilirdi. Hekim yanılmış olamaz mıydı? Belki bir çaresi vardı. Yarın yarımlığını bozdurup başka hekimlere gösterecekti kızını. Allah’tan umudunu kesemezdi.
Ya başka hekimler de aynı şeyi söylerlerse? Ya onlar da “Çare olsaydı, Atatürk kurtarılırdı.” derlerse. Değil mi ya? Koskoca Atatürk’e çare bulamayanlar, onun kızına mı çare bulacaklardı?
“Anne, bak nasıl olmuşum? Yakışmış mı?” diyerek Zehra çıkıp gelivermişti bu ara içerden.
Üzerinde beyaz elbise, yüzünde tatlı bir gülümseme vardı.
“ Çabuk çıkar onu!” diye bağırdı. Neye uğradığını bilemeyen Zehra’nın gitgide solan gülümsemesi yüzünde dondu, kaldı. Şaşırdı, afalladı, gözleri buğulandı. Ağladı, ağlayacaktı. Döndü, odasına kaçtı. Annesi son günlerde ne kadar çok değişmişti. Kâh gülüyor kâh ağlıyordu. Şimdi durduk yerde ne diye bağırmıştı ki? Zehra, annesini anlayamıyordu.
Anne, sesini yükselttiğine pişmandı. Beyaz elbise ona önce gelinliği hemen ardından kefeni çağrıştırmıştı. O an yüreği ateşle doluvermişti. Zehra’sı, beyazlar içinde ve belinde al kuşakla dünya evine giremeyecek, yine beyazlar içinde kara toprağa mı girecekti? Elinde olmadan sesini yükseltivermiş, solgun gülünü incitmişti.
Diline usuldan bir ağıt dolandı:
“Yavrum ellerine kına vurmadan
Al kuşak beline dolanamadan
Dillerim varmadı helalleşmeye
Felek beni taşa çaldı neyleyim."
Anne yüreği duracak gibi olmuştu. Dayanacak gücü kalmamıştı. Aklını kaybedecek gibiydi. Ve keşke kaybetsem diyordu. Keşke…
İçeri gidip kızının yanına oturdu, bağırmak istemediğini söyledi tatlı tatlı. Biraz sonra ana kız bakkal yoluna düştüler el ele. Bisküvi alıp çaya batıra batıra yiyeceklerdi karşılıklı. Zehra’nın hastalığını duyan bakkal, onu kucağına alıp tezgâhın üstüne oturttu:
“Hadi bakalım.” dedi “İstediğin kavanoza elini daldır, dilediğince şeker al.”
Zehra tezgâhın üzerine dizilmiş, içleri renk renk şeker dolu kavanozlara baktı gözleri ışıldayarak. Şekeri seven tüm çocukların neşesiyle elini kavanoza daldırıp, bir avuç şeker seçti.
Yol boyunca yürüdüler ana kız. Bir ara yorulup dut ağacının gölgesine oturdular. Hiç susmayacakmış gibi oradan buradan konuştu Zehra. Anne; bütün dikkatiyle, yavrucuğunun gözlerinden küçücük yüreğini görerek, söylediği her kelimeyi belleğine adeta kazıyarak dinledi. Sonra anne konuştu, Zehra dinledi.
Ve bitti Zehra’nın bir avuç şekeri.
Ve gün geceye döndü gönüllerde.
“Es Salatu Ve's-Selamu Aleyke…” diye başladı selalar, “Vel Hamdü Lillahi Rabbil Âlemin!” diye bitti.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 08.03.2010)