Oğlum Soner Baban Bayıldı
İnsanın kendisi hastalanırsa nazlı, çocukları hastalanırsa yufka yürekli oluyor. Can tatlı ama evlat da canın yarısı… Yarısı mı, kim demiş, tamamından fazlası...
Biricik kızımız Seda, çiçeklerin tomurcuğa döndüğü bir Nisan günü okul dönüşü, halsiz bir şekilde eve zor attı kendini. Şimdiye kadar nezle, grip dışında bir rahatsızlığı olmamıştı. Yavrumuzun böyle bitkin bir şekilde eve gelmesi bizi çok korkuttu. Kendi hastalıklarımızın tedavisini çeşitli bahanelere sığınarak başarıyla erteleyen ben ve eşim rahatsızlanan gözümüzün nuru, biricik kızımız olunca taksiye atladığımız gibi Hacettepe Acil Servise yetiştirdik.
Kuralcı bir yapısı olan bu hastane, bir kez eline düşen hastayı o tahlil, bu tahlil derken kolay kolay bırakmazdı. Ama işini iyi yapar, doğru teşhisler koyardı. Bu nedenle hasta yakınlarınca tercih edilir, tedaviye başlamak için aylar sonrasına sıra alabilirdiniz.
Söyledikleri kadar varmış. Dört tüp kan aldılar yavrumuzdan. Röntgen, EKG, idrar tetkiki derken akşamüzeri vardığımız hastanede geceyi yarıladık. “Hepatit” yani sarılık teşhisi koydular. Bu hastalığın iki türlüsü varmış. Biri kolay atlatılırken diğeri biraz daha sıkıntılıymış. “Kesin sonuç yarın belli olur.” diyerek yatırdılar kızımızı. Korkumuz geçmek bir tarafa daha da fazlalaştı...
Seda bizim tek çocuğumuzdu. Ondan önce iki çocuğumuzu kaybettiğimizden, üstüne titriyor, gözümüzden sakınıyorduk. Eşim ve ben, çocuğumuzu hastaneye bırakıp evimize dönecek kuvveti kendimizde bulamıyorduk.
Hanım:
-Ben yavrumu bırakıp eve gidemem, yanında durayım. Sen lazım olabilecek eşyaları yarın sabah erkenden getirirsin, diyerek hastanede kaldı.
Gecenin o saatinde Kurtuluş'taki evimize yürüyerek geldim. Kızımızı hastanede bırakarak eve dönmek çok zor gelmişti. İki oda, bir salondan oluşan mütevazı evimiz bomboştu. Odasına girdim, özlemiyle hislendim. Okul önlüğü gözüme ilişince ağladım. Defter ve kalemleri çalışma masasının üstünde sıralanmış, sanki hayatımızın gülü Seda’yı bekliyorlardı.
Sıkıntılı ruh halim ve yorgun bedenimle yatağıma uzandım. Bu halde ne kadar uyunabilirse, uyumaya çalıştım. Nafile… Dön o yana, dön bu yana sabahı zor ettim. Hanımın sıkı sıkıya tembih ettiği eşyaları yanıma alarak evden çıktım.
Nereye, niçin gidiyordum? Bu saatte hastaneye almazlardı.
Daha sabah ezanı bile okunmamıştı. Sabah namazını Hacı Bayram‘da kılmak üzere Hacettepe Hastanesinin yanından Ulus’a, yöneldim. Opera köprüsüne vardığımda ezan okunmaya başladı. Ezanı, saba makamında derin bir duyguyla okuyan müezzin, temiz ve güzel bir sese sahipti? Ezan okunurken büyüklerimiz, iş yapıyorlarsa bırakırlar, yatılıyorlarsa otururlar, konuşuyorlarsa susarlar, kavga niza ediyorlarsa “La havle” çekerek bırakırlardı. Müsait olanlar en yakın mescidin, caminin yolunu tutarlardı.
Adımlarımı hızlandırdım. Cemaate yetişecek, yavrumun sağlığına kavuşması için ellerimi açarak Allah’a yakaracaktım. Vardığımda farza başlamak üzere kamet getiriliyordu. Şükür, yetişmiştim. Hacı Bayram Camisinde ilk kez bir sabah namazı kılıyordum. İmam efendi her iki rekâtta da uzun sureler okudu. Hiç sıkılmadım. Hâlbuki diğer zamanlar namazı bir an önce bitirmek isterdim. Namaz bitiminde uzun bir dua yapıldı. Duanın hastalar için şifa istenen bölümü seslendirilirken kızımın tebessüm eden yüzü karşımda beliriverdi. Gözyaşlarımı tutamadım. Camiden çıkan cemaat topluca Hacı Bayram Veli’nin türbesi önünde toplandı. Orada da dualar edilerek Yaratan'a el açıldı. Kimler gelmişti, kimler… Uzak diyarlardan gelen kadınlı erkekli gruplar, sabahın seherinde bu kutsal mekândan Rablerine dua etmeyi yeğliyorlardı. Caminin çevresi park edilmiş özel araçlarla dolmuş, adım atacak yer kalmamıştı.
Dışarı çıktım. Dilimde dua, aklımda kızım, yürüdüm bir müddet. Karasakal Pastanesi’ne girerek bir bardak sıcak süt içtim. Duanın verdiği rahatlamayla sütün sıcaklığı birleşmiş kendimi pamuk kadar hafif hissetmemi sağlamıştı. Sanki uçacak gibi olmuştum. Hangi aralık Hacettepe’ye ulaştım, bilmiyorum. Kat görevlisi elimde malzemeleri görünce zorluk çıkarmadı. Kızım oda kapısında:
-Babam, babacığım, canım babam, diye bağırarak karşıladı beni...
Babaları ve anneleri yanında olmayan diğer hasta çocuklara üzüldüm bu kez. Kim bilir onlar nasıl özlemişlerdi anne ve babalarını? Biz, hiç olmazsa yavrumuzun yakınındaydık. Sarılamadım; diğer çocuklar görecekler, imrenip üzülecekler diye. Bir gecede yılların hasretini yaşatan yavrumu koklayamadım, eşitlik bozulacak diye…
Onu iyi görmenin sevincini içime atmış, dışarı çıkmıştım.
İş yerime uğrayıp haber vermem ve hastaneye sevk kâğıdı getirmem gerekiyordu. Dikimevi’ne giden minibüslerden birine binmek için Samanpazarı’na doğru yöneldim. Daha hastanenin bahçesinden ayrılmamıştım ki yirmi yaşlarında, eli yüzü düzgün bir bayan biraz da çekinerek, rahatça duyabileceğim bir ses tonuyla;
-Kardeş! Bakar mısın, diye seslendi.
Ciddiye almadım. Hastane önlerinde hasta yakınlarının duygularını istismar ederek, ”Çocuğum hasta, yiyecek ekmeğimiz yok. Kocam kaza geçirdi, bir ekmek parası. Tokat’a gideceğim yol param yok. Hastamıza kan alacağız, paramız yok. “ diyen, kadın, erkek bir sürü dolandırıcının yuvalandığını biliyordum. Onlardan birisi diye duymazlıktan geldim. İki üç adım daha atınca aynı sesi tekrar duydum. Yoluma devam ettim. On, on beş adım yürüdükten sonra bayanın kılık kıyafeti belirdi zihnimde. Bu kadın, diğerlerinden farklıydı. Ne diyeceğini merak ederek geri döndüm. Bana seslendiği noktaya geldim. Hayret! Bayan ortalarda yoktu. İşe başlama saati olduğu için insan trafiği artmış, genç bayan da kalabalığa karışarak kaybolmuştu.
Allah Allah! Nereye gitmişti acaba? Dilenci olsa, insanların sel gibi aktığı bu saatte, köşe başındaki yerini asla terk etmezdi. İçimden bir ses aynen böyle söylüyordu. Yapılacak bir şey yoktu. Adını sanını bilmediğim bir bayanı burada belediye otobüsü bekler gibi saatlerce bekleyemezdim ya…
Hastane bahçesinden çıkarak Altındağ Belediyesinin önüne kadar yürüdüm. Abidinpaşa minibüslerinden birisine atlayıp Cebeci Postanesinin karşısında indim. Sivil memur olarak çalıştığım Askeri Dikimevi’ne gelip, bölümden sorumlu komutandan kızım için hazırlanan Hasta Sevk Belgesini aldım. Resmi işlemleri yaptırmak için oyalanmadan hastaneye döndüm. Bahçeye gelince gözlerim; “Kardeş! Bir dakika bakar mısın?” diye seslenen genç bayanı aradı. Yoktu. Aradığımı bulamadım.
Sabaha kıyasla hastaneye geliş gidişler azalmıştı.
Resmi işlemler memuruna evraklarımı uzatarak kayıt yaptırdıktan sonra kızımın yattığı bölüme çıktım. Kapı aralığından içeri baktım. Seda uyuyor, eşim Pınar da yanında bekliyordu. Beni görünce Pınar bana doğru geldi. Elimden tutarak holde boş bulunan bankın yanına götürdü. Yavaşça oturduk.
-Biliyor musun, dün gece sen eve gidince ne oldu?
-Ne oldu hayatım? Seda, fenalık mı geçirdi yoksa?
Eşimde bir durgunluk, bir tutukluk vardı.
-Ben hasta oldum, dedi.
- Nasıl yani…
- Ben de anlayamadım. Seda su istedi, getirmek için koridora çıktığımda bayılmışım. Aacile kaldırmışlar. Sabah sen gelmeden az önce gelebildim kızımızın yanına.
-Ne dediler?
- Henüz bir şey söylemediler. Tahlil sonuçları çıkınca söyleyecekler. Belki de çıkmıştır. Acile gidip sorarsak, söylerler. Benim moralim bozuk. Yorgunum, üzgünüm, uykusuzum… Hayatım, sen sorar mısın?
- Elbette sorarım. Bunu bana sabahki gelişimde neden söylemedin?
-Kızımızın o gülen haline sevinişini görünce sana kıyamadım. Sevincin gölgelensin istemedim.
“Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler!” diye düşünerek Pınar’la Seda’yı baş başa bırakıp acil servise vardım. Tahlil sonuçlarının verildiği bankonun arkasında işyerime giderken karşılaştığım bayan vardı. Evet, dilenci sandığım bayan bankonun arkasındaydı ve tahlil sonuçlarını o veriyordu. Orada sekreter olarak çalıştığını hemen anladım. Onu duymazlıktan geldiğim için mahcuptum. O gülümseyerek “Kardeş, bakar mısın?” diyen sesiyle:
-Geleceğinizi biliyordum, dedi.
Mahcupluğuma bir de şaşkınlık eklendi.
Ne demekti bu?
-Pınar Hanım, dedi. Çocuk Hematolojide yatan Seda’nın annesi Pınar Tuğlu eşiniz değil mi?
-Evet, eşim, dedim.
-Dün gece eşiniz bayılınca buraya getirildi. Bir kaç saat gözlem altında kaldı, birkaç tahlil yapıldı. Kendini iyi hissedince Seda’nın yanına dönmesine izin verildi. Sabah, tahlil sonucunu söylemek için uğramıştım. Sizi görünce müjdeli haberi size vereyim istedim. Siz de eşinize söylerdiniz. Peşinizden adeta koştum. “Kardeş! Bakar mısın?” diye seslendim, bakmadınız? Şimdi ben size ne ceza vereyim, bilmem ki…
-Hanımefendi, kafam çok karışık. Dün akşamdan beri diken üstünde gibiyim. Kızımdan sonra eşimin de acile kaldırıldığını az önce öğrendim. Siz hangi müjdeli haberden söz ediyorsunuz?
- Öyleyse sıkı durun!
- !…….
-Eşiniz Pınar Hanım hamile…
-Neeee? Ne diyorsunuz!
Hayretle bağırmışım.
Ama ne bağırış… Eşimin anlattığına göre ta Çocuk Hematoloji servisinden duyulmuş.
Sonra yere düşmüşüm…
“Bayılmak için hastaneler, özellikle de acil servisler en uygun mekânlardır.” Aile dostlarımız yıllarca bu sözü söyleyerek bizimle alay ettiler.
Yıllar geçti.
Kızımız Seda, kendi eczanesini açtı.
Oğlumuz Soner, üniversitede kimya okumaya başladı. Soner’in her yaş gününde, o genç bayanın verdiği müjdeli haberi, Acildeki hasta yakınlarının, “Eyvah adam bayıldı!” diye bağrışmalarını daha dün yaşamış gibi hatırlar, “Oğlum Soner, baban haberini alınca sevinçten bayıldı." diye zevkle anlatırım…
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 05.02.2010)