İki Hüseyin
Ankara Kalesi’ni geziyordum. Köyümüzden gelen insanlarla karşılaştım. Ayaküstü konuştuk. Başkente hasta ziyareti için gelmişlerdi.
-Hüseyin Taşyol ağır hasta. Numune Hastanesi’nde tedavi görüyor. Allah’tan ümit kesilmez ama durumu ağır, dediler.
Hüseyin, çocukluk arkadaşlarımdan biriydi. Memuriyet sebebiyle köyden uzakta olduğumdan sık görüşmesek de düğünde bayramda karşılaşırdık. Anlattıklarına göre zor bir hastalığın pençesine yakalanmıştı.
Hemşehrilerimizle yaptığımız sohbet, beni yıllar öncesine, çocukluk günlerimize götürdü. O günlerin acı tatlı yanları canlandı zihnimde. Hüseyin ile beraber olduğumuz zamanları hatırladım ister istemez. Köy yerinde herkesin bir lakabı vardır. Bizden birkaç yaş büyük olan bu arkadaşa köylülerimiz, "Kötü Hüseyin" diyorlardı. Neden bu lakapla anılıyordu? Tam olarak bilmesem de sebebini düşününce; iki şey aklıma geliyordu: Birincisi, küçüklüğünde cılız, elmacık kemikleri belirgin, koca gözlere sahip kuru bir çocuktu. Yeterince gelişememiş, zayıf yapılı manasına bu lakap takılmış olabilirdi. İkinci olarak da büyüklerin hoş görmediği ne kadar huy varsa, çoğu bu arkadaşta toplanmıştı. Belki de bundan dolayı “Kötü Hüseyin” diye diğer Hüseyinlerden ayırt edilmişti. Aileler bir kötülük bulaşmasın diye bu çelimsiz çocuktan yavrularını uzak tutmaya çalışırlardı.
Hüseyin Taşyol’un daha orta yaşlarda kansere yakalanıp, yataklara düşmesine üzüldüm. Ama pek şaşırmadım. Çocukluğumdan beri tanıdığım bu arkadaşın öyle bir sigara içişi vardı ki görseniz, ardından kovalayanlar elinden sigarasını alacak sanırdınız. Bu zıkkımı içmez yerdi adeta. Yerine göre günde üç dört paket az gelirdi. Para bulamadığı için ancak, ucuz ve kalitesiz sigaralardan alabiliyordu. Kenarda kalmış tütünlerden üretilen "İkinci" kullandı yıllarca. Çalışıp eli para görünceye kadar, tadı saman yanığını andıran bu kalitesiz tütünü içti durdu.
Bu çelimsiz çocuk, büyüyünce kalifiye bir inşaat ustası olmuştu. Öyle ki köy yerinde bir inşaatı temelden alır çatıda bitirirdi. Binaların ince işçiliği, onun için oyun gibi bir şeydi. Cemiyet içinde "Hüseyin Usta" diye çağrılırken, kendisinin olmadığı yerlerde adı yine "Kötü Hüseyin" şeklinde anılmaya devam ediyordu. Ustalığı sayesinde işsiz kalmıyor, sigarasının külü, inşa ettiği binaların harçlarına karışıyordu. Artık filtreli sigaralardan içiyor; ekmek, aş yerine sürekli olarak duman yutuyordu.
Kırk yıl arkadaşlık kurduğu bu sinsi düşman, elli yaşlarında ustanın güzelim hayatını karartmış, dünyasını cehenneme çevirmişti. Tedavisi boyunca çektiği acılara şahit olan yakınları, her gün iflas eden bir organının haberini alıyor, aynı acıyı birlikte yaşıyorlardı. İç organları birer birer çürüyüp, sağlam bir yanı kalmayınca iyice yatağa düştü. Tedavi çabaları sonuçsuz kaldı. Çileli günlerden sonra; ailesi, çocukları ve akrabaları acısını paylaşarak, hüzünlü bir şekilde öbür âleme yolcu ettiler ustayı.
Laf aramızda bana da ilk sigarayı bu arkadaş içirmişti. Bir gün nasıl olduysa yollarımız kesişti. Köy merkezinden mezradaki evimize giderken yol arkadaşı olduk. Bir kilometre uzunluğunda, yamaçları meşelerle kaplı dere yatağından geçerken bir sigara yaktı. Bir tane de bana uzatarak;
-İçer misin, diye sordu.
Bizi kimsenin göremeyeceği bu kuytu yerde "Kötü Hüseyin"in ikram ettiği ilk sigaramı içmiştim. Öyle bir tatlı gelmişti ki anlatamam. Şükürler olsun ki, yasakların yaşanmasındaki tarifsiz haz, beni fazlasıyla esir edemedi. Fakat otlakçı olmama kapı araladı. Yakalanmaktan korktuğum için paket alıp cebimde gezdiremezdim. Babam, içmek bir yana sigarayı elimde görse, eşek sudan gelinceye kadar döverdi. İlkokul ikinci sınıfta içtiğim bu ilk sigarayı, babamın yakalayamayacağı yerlerde otlanabildiğim sigaralar takip etti.
Kırsal kesimde kar dağları terk edince işler açılır. Bağ, bahçe, ekim, dikim, koyun kuzu hep meşgul edecek adam arar. Hasat zamanı geldi mi, işler daha da fazlalaşıp zorlaştığından herkes burnundan solur. Zamanla yarışılır. İşlerin bir an önce bitirilerek komşulardan geri kalmamaya gayret edilir. Kadın erkek, küçük, büyük herkesin payına bir iş düşer. Çocukların iş hayatı koyun kuzu otlatmakla başlar. Daha sonra diğer işlere gelir sıra. Hayvan otlatırken dağların yalnızlığındaki sıkıntı ağırlık verir insana. Günler geçmek bilmez. Bu yalnızlık insanı sigara denen lanet şeye biraz daha, biraz daha yaklaştırır. Tütünün insan sağlığına verdiği zararlar, köy yerinde pek bilinemediğinden; "Parasını el alır, dumanını yel alır, zehri aptallara kalır." tekerlemesiyle tutumluluk öğütlenmeye çalışılırdı. Bu sözlere ifrit olan gençler de büyüklere inat saklı gizli çekerlerdi sigaranın dumanını acımadan ciğerlerine…
Öğretmen okulu birden ikiye geçtiğimiz senenin yaz tatiliydi. Kuzenimle köyümüzde hayvan otlatıyorduk. Evlerimizden epeyce uzaklaştıktan sonra kuzenim bir sigara yaktı. Bir tane de bana uzattı. Paketinden, kaliteli bir Alman sigarası olduğu anlaşılıyordu. Adı Hüseyin olan kuzenim, paketi Almanya'dan izne gelen amcasının çantasından aşırmıştı. Bana verdiği sigara o kadar tatlı gelmişti ki, bir kaç çekişte bitiverdi zalim. Büyülemişti sanki beni. Daha beş dakika geçmeden, kendimden üç yaş küçük kuzenimden bir tane daha istedim. Ve soğuk bir duşla karşılaşmıştım.
-Veremem! Olmaz. Akşama kadar yetmesi lazım…
-Yahu ver bir tane daha, tadı çok güzelmiş, dedim.
Başını aşağıdan yukarıya kaldırmış, gözlerini kısarak yine:
-Cık, olmaz, demişti.
İstediğime de isteyeceğime de pişman olmuştum.
Böylece sigara bana ilk el ensesini çekmiş, beni yaşça küçük birisine muhtaç ederek yalvartmıştı. O anda hızla kendimle hesaplaşmaya, sigarayla aramdaki otlakçılık bağını kopartmaya ve bir daha hiç içmemeye karar verdim. “Sen, bu gün beni, benden küçük birine muhtaç ettin, yarın kim bilir hangi hallere düşürürsün! ” diyerek yollarımızı ayırdım.
Sinirden mi, üzüntüden mi bilmem, yüzümün şekli değişmişti. Hüseyin yüzümdeki ifadeyi görünce inadından vazgeçerek paketten bir tane çekip bana uzatmıştı.
-Sağ ol, biraz önce bana sigara vermedin ama büyük bir ders verdin. Ayıkmama sebep oldun. Bundan böyle benim için sigara yok artık.
Yıllar sonra, Ali Fuat Başgil Hocanın hacmi küçük, muhtevası büyük kitabı "Gençlerle Başbaşa" geçmişti elime. Zevkle okuduğum kitabın bir yerinde “Sigara, öyle sinsi bir düşmandır ki verdiği zarar, ancak kırk yıl sonra anlaşılır! O zaman da iş işten geçmiş olur.” deniliyordu. Bu satırları okurken iki Hüseyin’i tekrar hatırladım. Biri bana ilk sigarayı içirmiş, diğeri tiryakiliğe giden sigara maceramı bitirmişti. İki Hüseyin’den birini hüzünle, diğerini minnetle andım.
Sinsi düşmana karşı hâlâ tetikteyim…
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 21.01.2010)