Kar Çiçekleri
Eğitim ordusunun tüm neferlerine.
“Adımı sormayın bana
Alnımda yazmıyor, yüzümden belli.
Benim adım, soyadım
Köy öğretmeni.”
Köyün öğretmeni lojmanın kapısına çıktı. Çevreyi uzun uzun seyretmeye başladı. Rabbin Mahallesi’nde Anadolu sabahlarından biri daha işte başlıyor. Taş bacalardan kirli pamuksu dumanlar çıkıyor, mahallede sabah sesleri yankılanıyor.
Bu gece kar yağmış. Meşelikler, Sarım Çayı çevresi, Ziyarettepe ve yamaçtan inen yol… Gözün alabildiği her yer bembeyaz olmuş. Kardan sonra güneş açmış, çıkan hafif poyraz manzarayı netleştirmiş.
Karşı damların başına çıkan bütün komşular karları kürekleyerek aşağıya atıyorlar . Lojmanın hemen karşısındaki damına çıkan Selim dayı eşi Fahriye teyzeyle birlikte karları kürekliyor, bir yandan da öğretmene laf yetiştiriyor:
“Vay hoca, vay hoca, sana günaydınlar olsun! Bugün öğrencilerin gelemezler. Nisana kadar da kalkmaz artık bu kar…” deyip işine devam ediyor. Öğretmen, Selim dayıya kolay gelsin diyerek karşılık veriyor.
Öğretmen okulun önüne dolanıyor. Kar kapıya kadar dayanmış.Saatine bakıyor, giriş zili çoktan çalmış, ama çevrede kimsecikler yok. İçinden bugün hiçbir öğrenci gelemez, diyor.
Hemen her günkü gibi çevreyi seyretmeye başlıyor. Bakışları ister istemez Ziyarettepe taraflarına çevrilip kilitleniyor. Oradan gelmişti, geçen yıl ilk defa işte tam oradan, şimdi karlar altındaki yoldan yürüyerek gelmişti bu köye.
Okulun önüne her çıkışında ulu ağaçlı Ziyarettepe’den inen bu yola büyük bir özlemle bakardı. O yolun ardını, geride bıraktıklarını düşünür, sonbaharda buraya ilk gelişini yeniden yaşardı. Batı Anadolu’dan kalkıp Güneydoğu’nun en büyük kentine gelişini hatırlardı. Yol arkadaşı İsmail Öğretmen’in doğu taraflardaki dağları göstererek “Bak arkadaşım, sen işte şu gördüğün dağların ardına gideceksin. Senin köyün taa oralarda, o ak perçemli dağların ardında,” deyişini de hiç unutmazdı.
Urfa Kapı’daki durağa gelişini, Diyarbakır’ın en uzak ilçesine doğru yola çıkışını Sızi’de verilen molayı, etli fasulye ile bulgur pilavını da hep hatırlardı. Sürekli yokuşlara gitmiş, gitmiş, gitmişlerdi. Minibüstekiler köyünü sormuşlar, o “Güleç Köy” demiş, ama Güleç’i tanıyan da hiç çıkmamıştı.
Çevrenin her yönüyle farklılığı onu etkilemiş, o ise yine de hep hayaller kurmuştu. Köyün Güleç gibi anlamlı bir adı olduğuna göre güzel bir köye, “güleç insanların köyü”ne gittiğini düşünmüştü. Bir kaç saat sonra köyüne ulaşabilirdi.
Muş Güneyi Dağları’nın eteklerindeki küçücük ilçeye öğleden sonra ancak ulaşabilmişti.
Göreve başlamak için gittiği ilköğretim müdürlüğünde bir görevli onu pencere kenarına çağırmış ve karşı kayalıkların altındaki köyünü göstermişti. Büyük bir ümitle işaret edilen yere bakmasına rağmen bir tek köy evini dahi görememişti.
Güleç köyün eski adını da öğrenmiş, köyünü soranlara önce Güleç demiş, Güleç’i tanımayanlara “eski adı Şavuşan”ı söylemişti.
Güleç köylü Ziya ağabeyle tanıştırmışlardı onu. Köye Ziya ağabeyle gidecekti. Öğretmen, dolmuşu beklerken ilçenin tek caddesindeki kaldırıma öylece oturuverişini de hiç unutamazdı. Oturduğu yerden karşı dağlara bakmıştı, İsmail öğretmenin dediği gibi karlı dağların ardına kadar gelmişti işte.
Akşama doğru Ziya ağabey onu oturduğu yerden almış, şoför Salih’in kırmızı minibüsüne götürmüştü. Minibüstekilerin övgüye değer hürmetleriyle karşılanmasından mutlu olmuştu.
Köye doğru giderlerken yine hayaller kurmuş, yeniden heyecanlanmıştı. Köye varınca köy kahvesine uğrar, oradakilerin meraklı bakışları arasında köyün öğretmeni olduğunu söylerdi. Öğretmenimiz gelmiş diye koşup karşılarlardı onu. Sonra, sonrası gelirdi artık.
Salih’in minibüsü vadilere dalıp çıkıyor, daracık toprak yolda kâh hızlı kâh duraklayarak ilerliyordu. Yol üstündeki köylerde ve mezralarda birer ikişer inenler oluyordu.
Bir tepeye çıkıldığında minibüs durmuş, Ziya ağabey, ”haydi inelim hocam” deyivermişti. Kara kara taşların arasına inmelerini de hiç unutamaz, aklına her gelişinde ister istemez gülümserdi. Çünkü burada köye, eve benzer hiçbir şey yoktu. Minibüs ise yoluna devam etmiş az ilerideki vadiye dalarak gözden kaybolmuştu bile.
O, büyük bir merakla çevresinde köyü ararken Ziya ağabey taa karşıları göstermişti. O ise şaşkınlığını biraz atmış olarak gösterilen yere bakmış, okulunu görmeye çalışmıştı.. Bu sefer görmüştü! Tam karşı yamaçta bodur meşelikler arasındaki okulunu, lojmanını ve evleri görmüştü.
Ziya ağabey, köye bir saat kadar yürüyerek ulaşabileceklerini eşyaları okula kadar taşıyamayacaklarından, karşı tepenin ardındaki Akbulak Köyü’ne bırakacaklarını, yarın bir katırla gelip götürebileceğini söylemiş, öyle de yapmışlardı. Sonra Ziyarettepe’yi dolanan yola düşmüşler yürümüş, yürümüş, yürümüşlerdi…
Akşam kızıllığının her saniye arttığı o yolculuğu da hiç unutamazdı. Hem yürümüşler, hem konuşmuşlardı. O sorular sormuş, Ziya ağabey cevaplamış, Ziya ağabey sormuş o anlatmıştı.
Ziya ağabeyin dediğine göre Güleç Köyü yedi mahalleden oluşuyormuş. Okul, bu yedi mahallenin ortası sayılabilecek sadece yedi hanesi bulunan Rabbin Mahallesi’ne yapılmış. Diğer mahallelerin çocukları her gün en az yarım saat yürüyerek Rabbin Mahallesi’nde toplanıyorlarmış.
Öğretmen, kurduğu hayallerin sadece güzel birer düş olduğunu, gerçeğin hayalleriyle hiç bir ilgisinin olmadığını düşünmeye başlamıştı. Daha doğrusu anlamıştı bunu. Ayaklarının yere bastığını nasıl fark ediyorsa, toprağın, kurumuş otların, dikenlerin varlığını nasıl hissediyorsa gerçekleri de öylece kavramıştı. Ama dönmek yoktu, kesinlikle dönmeyecekti.
Uzun bir yolculuktan sonra gün batımında Rabbin Mahallesi’ne ulaşmışlardı. Damının önünde hayıt dallarından sepet ören yaşlı Selim dayıyı görmüşlerdi. Selim dayı, koşup gelmiş, güleç gözlerle onu karşılamış ve yürekten: ”Vay hoca, vay hoca, sen hoş gelmişsen, hoş gelmişsen!” demişti.
Selim dayı iyi bir insandı. Gerçi herkes iyiydi burada. Köyden ilçeye giden hemen her köylü, ona uğrar isteğini sorardı. Öğretmen de çoğu zaman geride bıraktıklarına yazıp hazırladığı mektupları gönderirdi. İlçeden dönenler de gelen mektuplarını getirirlerdi.
Geçmişi yaşarken çocuk sesleriyle kendine geldi öğretmen, nihayet öğrencileri geliyordu. Lojmandan tarafa dolandı, Rabbin Mahallesi’nin çocukları Recep, Basri ve Lale’yle karşılaştı. Onlarla selamlaştı, hatırlarını sordu.
Öğretmen, yanındaki üç çocukla okulun hemen üst tarafından merkez köye giden yola çıkmış, Hesna teyzenin damına kadar varmıştı. Karşı yamaçtan, meşelikler arasından birden çıkıveren yola bakıyorlardı. Öğrencileri oradan gelecekti. Ama gelen yoktu.
Öğrencilerinin gelemeyeceğini düşündü yeniden. Selim dayı sanki düşüncelerini okumuş gibi “Vay hoca, vay hoca, bugün gelmez çocuklar, gelemezler, boşuna bekleme,” diye seslendi. Öğretmen cevap vermek istemedi.
Öğretmen batı tarafa, Abdu Mahallesi ile Veli Mahallesi’nden gelen yola baktı, o taraftan da gelen yoktu. “Karda tavşan bile yerinden kalkmazmış derler” diye mırıldandı.
Son kez merkez köyün yoluna baktı.Yamacın hemen başında arka arkaya gelen birkaç katır ile bir- iki insanı gördü. Gelenleri fazla önemsemedi.
Sarım Çayı taraflarından atılan iki el silahla kendine geldi. Bir avcının silahıydı besbelli. Üç çocukla birlikte o tarafa dolanıp okulun kapısına ulaştılar.
Öğretmen her zamanki gibi dayandığı okulun kapısından karşıyı, uzakları, yine uzun uzun seyretti. Sarım Çayı’nın kıvrımlı siyah yolunu her zamanki gibi tepelerin ardında kayboluncaya kadar izledi. Her seferinde bu kavuşum yerinde içine bir ateş gibi düşen çaresizliği kabullenmek istemedi.
İki yıldır burada başardıklarını düşünmek istedi. Okuma-yazma bilmeyen 36 öğrencinin 36’sına da okuma-yazmayı ve güzel Türkçe’yi öğretmişti. Önceleri büyük öğrencilerden Bedri’nin tercümanlığıyla anlaşmıştı onlarla. Minik elleri tutarak çizdirmişti ilk çizgileri. Çoğu zaman soğuktan morarmış, çatlamış minicik elleri ısıtmıştı avuçlarında. Onları yarınlara hazırlayabilmek için çok gayret etmiş, ulaştığı başarıdan dolayı mutlu olmuştu. Onu en çok gururlandıran şey de yurdunun bu ücra köşesinde bayrak gibi candan aziz bildiği bir değeri yaşatabilmesi olmuştu.
Öğretmen, sanki bir Güleç köylü olmuştu. Köylülerle birlikte yemiş-içmiş, onlarla birlikte sevinmiş, gülmüş, üzüntülerine ortak olmuştu.
Köylülerin söylediğine göre yıllardan sonra ilk kez bu kadar çok öğrencinin devamı sağlanmıştı… O, Güleç köyü ve köylüsünü sevmiş, köylüler de onu bağrına basmıştı.
İşte şimdi Hesna teyzenin köpeği havlamaya başlamıştı. Yanındaki üç çocuğa tam da “haydi siz de evinize gidin” diyecekken Selim dayının sesleriyle irkildiler.
Öğretmen ve çocuklar karlara aldırmadan merdivenleri indiler, okulun ön tarafına koştular.
Okulun önünde katırlar durmuştu. Hayvanların yanında, ardında ve önünde biraz büyücek çocuklar vardı. Köylüler katırların üzerindeki küçük çocukları kucaklayıp indiriyorlardı. Bunlar belli ki az önce yolun başında görüp de önemsemediği katırlardı.
Selim dayı dam başından onları izlerken köylülere bu havada gelmemeleri gerektiğini, çocukları çok üşüttüklerini söyledi. Köylüler ise çocukların ısrarlarına dayanamadıklarını, karda da olsa gelmeye mecbur kaldıklarını belirttiler.
Öğretmen yaşadıkları karşısında duygulanmıştı. Üşümüş çocukların morarmış ellerini, pembeleşmiş yanaklarını nadide çiçekleri okşarcasına avuçluyor, ısıtmaya çalışıyordu.
İzlediklerinden etkilen Selim dayı elleri belinde öylece bakarken yine sabredemedi
”Vay hoca, vay hoca! Sen ne yaptın da kendini böyle sevdirdin, neler yaptın da kendine sımsıkı bağladın bu çocukları? Baksana hepsi de kar çiçekleri gibi mosmor açmışlar yine de sana gelmişler” diyordu. Köy öğretmeni, cevap verebilecek gücü benliğinde bulamamıştı.
Kendine sarılırcasına sokulan çocuklarıyla birlikte okula doğru yürüdü. Basamakları birlikte çıkarlarken duygu sağanaklarına yakalanan öğretmenin yüreği kabarmış, gözleri dolu dolu olmuştu. Son bir güçle dudaklarından şu sözler dökülüyordu:
“İstemem bu dünyada bir saltanat,
Nur yüzlü çocuklarım yeter bana.
Sararsa kollarım, olursa kanat,
Bu sevgi saltanat gibidir bana.”