Hayat Ne Tatlı

Temmuz, öğle vakti. Komşuda bir kadın sesi... Nereye bağırdığı anlaşılmıyor. Belki çocuğuna haykırıyor. Müezzin'in duvarlarından tahtaboşa bir kedi atladı. Birkaç ev ötede, bir tavuk gıdaklıyor, bir horoz da ona yardım ediyor, sanki dem tutuyor! 

Anası, aşağıda iki komşu hanımla oturmuş, her nedense ateşlenmiş, hızlı konuşuyor. Belli ki dedikodu yapıyorlar. Tekir kedi, minderin üstüne uzanmış, dört ayağını germiş, uyuyor. Eski kırık konsolun üstünde kırık fanusları ile anasının gelinlik Saksonya lambaları, helezonlu, yaldızlı bir çift su bardağı, boncuk kapaklan altında uyuyup duruyor. Köşede, kara örtü altında "Hilye-i Saadet"... Her şey yerli yerinde, hayat her vakit olduğu gibi...
Hafız Nuri Efendi, kapının arkasından şemsiyesini aldı, yavaşça sokağa çıktı. Neden? Bir işi mi var? Birini mi görecekti? Hiç bir işi yok. Hiç çıkmasa da olabilirdi. Ancak çıkmış bulundu. Ayaklan onu dört yol ağzına doğru götürdü. Bir yanında bakkal, bir yanda tekkenin mezarlık duvarı, karşısında iki evin arasında bir boş arsadan demiryolu görünüyordu. Bu boş arsacıkta, yan yatırılmış bir bayram salıncağı duruyor. Evlerden birinin kamburlaşmış belini üç uzun direkle desteklemişler. Sarı tenekeden bir tramvay arabası titreyerek, sarsılarak, geçti; Yedikule tarafına gitti. Sokaklar boş, derviş kılıklı inmeli bir adam, kolunun birini önüne doğru sallandıra¬rak, ayağının birini sürükleyerek, geçti. Sokak yeniden boş kaldı. Birdenbire bir gürültü duyuldu. Tren geliyor. Edirne'den gelen bir yük treni, yerleri sarsarak evleri sarsarak, hızla geçip gidiyor. Baş döndürücü bir geçiş. İki evin arasındaki dar aralıktan, vagonların geçtiği görülü¬yor! Geçti, geçti, sonra birdenbire bitti. Oooooh!... Nuri Efendi rahatsız olmuştu. Edirne'den İstanbul'a kadar gelmişsin. Sirkeci kaç adımlık yer! Şöyle yavaş yavaş, kâmil kâmil gitse olmaz mı? Deli gibi, sanki kelle götü¬rüyor.
Hafız Nuri Efendi, köseye dayanmış duruyordu. Birdenbire yanında birini gördü. Kavafın Şükrü... Arka sokaktan mı çıktı?... Nuri Efendiye:
- Birini mi bekliyorsun, diye sordu?
- Yoooook!
- E, duracak mısın, diye sordu?
- Bilmem, duruyorum işte...
- Yoksa, bir dalgan mı var?
- Yooook... Ne dalgam olacak!
- Olur a! İnsan bu...
Nuri sesini çıkarmadı. Biraz durduktan sonra gene Şükrü:
- E, duracak mısın, diye sordu?
- Duruyorum, bilmem, dedi...
- Gelirsen, gel. Seni Kumkapı'ya götüreyim.
Nuri boynunu büktü.
- Gidelim, dersen, gidelim, dedi.
- Yürü, gezmiş olursun.
Yürüdüler. Karşı kaldırıma geçtiler, sağa sokağa saptı¬lar, demiryoluna çıktılar. Şükrü,
- Sen gidedur, ben sana yetişirim dedi, oradaki odun deposuna girdi.
Hafız Nuri Efendi yürüdü. Şemsiyesine dayanarak, iki yanda bostanlara, marullara, salatalara bakarak yürü¬yor. Tren sesi işitince arkasını dönüp bekliyor, sonra gene yola düzülüp şemsiyesini sallayarak yürüyor. Hava sıcak, arkasındaki uzunca sako omuzlarına asılıyor, fesi terden yapışıyor ancak o aldırmıyor, yürüyordu. Vakit erken ise de, Kumkapı deniz hamamları kalabalıktı. İki yazmacı, kenarda kayaların üstünde yazmalarını sermiş, kurutuyorlar. Nuri Efendi yürüdü. Geçitten geçerek mahalle içinden istasyonun arkasını dolaştı. Yeniden demiryoluna çıkacağı yerde mahallelerinin kömürcüsü Halil ile karşılaştılar.
- Hayrola Nuri Efendi, nereye?
- Valla bilmem, işte öyle gidiyorum...
Arkasına dönüp bakarak:
- Şükrü gelecekti, gelmedi.
Halil sordu:
- Hangi Şükrü?
- Kavafın Şükrü!
- Bir yere mi gideceksiniz?
- Yooo, öyle, gidelim, dediydi de... Gelmedi.
Halil,
- Bırak canım, dedi. Şükrü'nün ipiyle kuyuya inilir mi!
Kim bilir nereye takılmış, kalmıştır. Ben mahalleye gidiyorum, hadi, dön gidelim. Nuri Efendi boynunu büktü, -Olur, dönelim, dedi. -Hadi, hadi. Yürü...
Döndüler. Halil, kömür almağa gelip de pazarlığı yapa¬madığını anlatmağa başlamış ve daha on beş adım atma¬mışlardı ki arkadan Halil'i çağırdılar. Bu çağrılıştan bozulan pazarlığın düzeleceğini anlayan Halil döndü, Nuri Efendi'ye:
- Sen, dedi, gidedur. Ben yetişirim.
Nuri Efendi yürüdü. Geldiği yolu tutturup gene tek başına mahallelerinin kahvesinin kapısı önüne kadar geldi.
İki kişi, ortada, alçak hasır iskemlelere karşılıklı otur¬muş, tavla oynuyorlardı. O da gitti, üçüncü boş iskemle¬ye oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı, şemsiyesinin sapını ağzına aldı, tavla seyretmeğe başladı.
Oyunculardan biri, bir oyun kaybetti. Gene o adam ikinci oyunu da kaybedip bir parti yenilmiş olunca, kızdı. Yenilmesini Hafızın uğursuzluğuna verdi. "Geldi, zarımı kırdı" diye düşündü ise de açıkça söylemek istemedi.
- Hafız, dedi. Şimdi oyun bitince, bir parti de seninle
oynayacağım.
Hafız, şemsiye sapını ağzından çıkararak:
- Ben tavla bilmem ki, dedi.
- Tavla bilmez misin?
- Bilmem ya!..
- E, bilmezsin de deminden beri ne bakıp duruyorsun?
Hafız omuzlarını kaldırdı:
- Hiç, dedi, öyle bakıyorum...
Oyunda yenen, ikinci parti için pullarını düzeltip zarlan da eline alarak:
- Bu da tuhaf, dedi. On beş yaşından beri kahveye çıkıyorsun, bir tavla öğrenemedin mi?
Oyuncular yeniden başladılar. Biraz önce yenilen adam, bir oyun daha kaybedince, sabrı tükendi:
- Hafız, dedi, valla geldin, zarımı kırdın. Biraz git, ötede otur.
Hafız Nuri Efendi, buna kızar gibi oldu. "Benim sana ne ziyanım var" diyecekti, demedi. Kalktı, kahve kapısına gitti, durdu. "Eve dönsem" diye düşündü. Artık ikindi vakti. Akşam oluyor. Köşeden geçerken bakkaldan ekme¬ğini aldı, eve gitti. Annesi kapının ipini çekti. Mangalda pişen yemeğin kokusu bütün evi bürümüştü. Odasına çıktı, gecelik entarisini, şamhırkasını giydi, pencerenin önüne oturdu. Akşam satıcıları geçiyor. Mahalleye akşam rengi çöküyordu. Sokağın köşesinden bir çocuk:
- Hayriii, gel; annem seni çağırıyor! diye kardeşine sesleniyor.
Bir kız çocuk, elinde bir deste maydanoz, takunyaları¬nı tıkırdatarak geçiyor. Komşu Gaffar'ın oğlu, iki boş küfeyi bostan kapısından sokmağa uğraşıyor. İki hanım, belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar. Mutfakta annesinin takunyalarla dolaştığı duyuluyor... "Hayat ne tatlı şey" diye düşündü. İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı...

(Mendil Allında)