Hamdi Kirve

Dışarıda, sınıfın camlarını sarsan bir rüzgâr…

Kar yağıyor…
Bir elim kara tahtada, bir türlü yanmayan teneke sobada bir elim. Sobadaki meşe odunları tutuşmuyor bir türlü, içerisi duman. Neden sonra tutuştu, alevlendi odunlar. Kapıyı pencereyi açıp havalandırdım sınıfı.
Öğrenciler kıpır kıpır, gösterdiğim bütün fişleri okuyorlar, sonra gözlerini kapatıp havada yazıyorlar…
Birden, gürültüyle açıldı sınıfın kapısı. Soğuk bir rüzgâr doldu içeriye. Okuduğum fiş cümlelerini yüksek sesle tekrarlayan öğrenciler, içeri giren adamı görünce kahkahalarla gülüşmeye başladılar.
Bir elinde uzunca bir değnek, diğerinde iki yumurta vardı adamın. Başında yıpranmış, kirlenmiş eski bir şapka, üzerinde yakası yırtılmış, cepleri yamalı bir palto. Pantolonunun paçasını çoraplarının içine koymuştu, ayaklarında kara lastik, üstü başı kar… Birer çalı dikeni gibi ağzına doğru uzayan bıyıklarının ucu buz tutmuştu. Adam, elindeki uzun değnek ve perişan kıyafetiyle bir ortaçağ dervişi gibiydi. Sanki keşkülünü uzatacaktı o an. Anlamsız ve şaşkınca gülüyor, güldüğünde küçük siyah gözleri fırıl fırıl dönüyordu.
Bu uzak dağ köyünde bir aydır görev yapıyordum. Köylülerden bir kısmını tanıyordum ama bu adamı ilk kez görmüştüm. Öğrencilerin bu adamı tanıdıkları belliydi, sıraların altına pusup sürekli gülüyorlardı. Çocuklara, “sessiz olun bakalım” dedim, sobanın yanındaki bu garip adama döndüm:
“Buyurun, hoş geldiniz.”.
Adam güldü, elini gözlerimin önüne kadar uzattı
“Al ha, sana yımırta getirdim baba,” dedi.
Öğrencilerin kahkahası yükseldi yine. Ön sıradaki öğrenciler adamın paltosundan tutup çekiştiriyor, gülüşmeler artıyordu. Öğrenciler güldükçe adam da gülüyordu.
Kaşlarımı çatıp, öğrencileri susturdum yeniden. Adamın koluna girip “gel” dedim. Sınıftan dışarı çıkıp müdür odasına geçtik. Yumurtaları masanın üzerine bıraktı, gözlerime sevgiyle baktı. Gözlerinde anlaşılmaz bir ifade vardı. Birden boynuma sarıldı, yüzümü gözümü öptü. Şaşırdım, bir kelime bile söyleyemedim. Adam içeri girerken duvara dayadığı değneğini alıp:
“Gurban,” dedi, “ekmeğin biterse bana söyle, sen garip adamsın baba, yollar kapalı… Haydi eyvallah.”
“Dur, dur,” dedim,“kimsin sen, adın ne? Otur şöyle.”
“Adım Hamdi, gurban!”
“Bunları niye getirdin?”
“Veyy! Hocam, ben Bağdat var ha, onun babasıyım. Sen ona kalem, defter…”
“Haa, tamam, ama gerek yoktu. Ben şehirden alıyorum, hadi götür bu yumurtaları, çocukların yesin.”
“Tövbe! Vallah almam, Veyy! Heç olur mu baba? Bunları sen yiyeceksin, şeherin yumurtası iyi olmaz gurban. Veyy! Gel seni bir daha öpüm.”
“Tamam, tamam, Vallahi zahmet etmişsin, gerek yoktu, bir daha getirme, çocukların yesin, olur mu?”
“Çocuklar yer baba, sen gayıtsız ol. Biz senden çok razıyık gurban, haydi işin rastgele.”
“Dur, dur, sana…” sözlerimi tamamlayamadım.
“Ya Allah, ya şıh, ya medet” dedi, oturduğu sandalyeden kalktı Hamdi.
Basamaklara kadar uğurladım. Değneğini sallaya sallaya, karlara batarak gitti. Arkasından bakakaldım. Az sonra geriye dönüp bağırdı, sesi rüzgâra karışıp köye dağıldı:
“Eyvallah hocaaa! Gayri biz seniynen gardaşık baba!”
Sınıfa girdim. Birkaç öğrenci birden aynı sözleri tekrarladı:
“Öğretmenim Bağdat ağlıyor!”
“Öğretmenim Bağdat ağlıyor!”
“Öğretmenim…”
Gözlerim Bağdat’ı aradı. Arka sıralarda, pencerenin kenarında, başını öne eğmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…
Okul açıldığında herkesin okul eşyaları tamdı. Bağdat bir iki hafta kalemsiz deftersiz geldi okula. Önlüğü de yoktu. “Babam alacak öğretmenim” diyordu hep. Maaş almaya gittiğimde bir küçük kız önlüğü, bir çanta, birkaç defter, kalem, boya da alıp gelmiştim. Bir akşam, kalemleri, defterleri, boyaları, önlüğü… çantanın içine koyup Bağdat’a vermiştim. Birkaç gündür gözleri gülüyordu Bağdat’ın ama Hamdi bunun karşılığında iki yumurtayla sınıfa girince, Bağdat kendini tutamamış, ağlamaya başlamıştı. Belki de babasını görmemi hiç istememişti. Babasının bu durumunun öğrenmem yaralamıştı onu.
Yokluk hangi dilden konuşursa konuşsun: anlardım. Ancak herkesin “deli” dediği, saf, temiz, garip bir çobanın çocuğu olmanın verdiği acıyı ilk kez tadıyordum…
Bağdat’ın yanına otuz yılda ancak vardım.
Dördüncü sınıfta okuyordum. Benim de önlüğüm yoktu. Bir gün öğretmen kulağımı çekip: “Bir daha önlüksüz gelme!” demişti. Annem, komşunun ekmeğini yapıyordu. Okuldan çıkıp komşunun tandırında aldım soluğu. “Önlüğüm yok” diye ayaklarımı yere vurup ağlamaya başladım. Una uğraya batmış kadın çaresizdi. Üstünü başını çırpıp dışarı çıktı. Ben, “önlüğüm yok” diye ağladıkça o da ağladı. “Alacağım kuzum,” diyordu, haydi eve git… Ümmühan teyze geldi sonra, anama bir şeyler fısıldadı. Anam: “Eve git, akşam sana önlük alıp geleceğim” dedi. Anam, o akşam, bana göre oldukça uzun, rengi soluk bir önlükle eve geldi. Önlüğün etekleri dizkapaklarıma kadar iniyordu. Önlük bir kız önlüğü idi… Anam etek kısmını kesse de düğmeleri arkadaydı önlüğün. Arkadaşlarım bunun bir kız önlüğü olduğunu biliyordu. Okula kız önlüğü ile gittiğim o gün… O gün bana gülen arkadaşlarımın bende açtığı yara tazelenmişti.
Çocukları dışarı çıkardım. Otuz yıl önce bende açılan yara, yıllar sonra bu kızın yüreğinde uç veriyordu. Bağdat, sıraya kapanmış, başını kaldırmıyor, hıçkırarak ağlıyordu. Bağdat’ın gözlerinden dökülen yaşlar benim yanaklarımdan süzülmeye başladı.
Toparlandım, gözlerimi sildim:
“Ağlama kızım, niçin ağlıyorsun?”dedim. Saçlarını okşadım, gür, siyah saçları yaktı elimi. Hıçkırdı, zor konuşuyordu:
“Öğretmenim, be… benim babama deli diyorlar.”
“Olur mu öyle şey? Senin baban deli değil, üstelik de çok iyi bir insan. Bak, bana yumurta getirmiş, ne var bunda? Evde hiç yumurta yoktu. Ne güzel düşünmüş. Ben çok sevdim babanı…”
Başını kaldırdı, yaşlı gözleriyle gözüme baktı.
“Ama herkes de… deli diyor, ba… ba… babama gülüyorlar, öğretmenim.”
“Ben kızarım onlara, olur mu, ben Hamdi ağabeyi çok sevdim hem. Benim babam da onun gibi. ”
“Benim babam de…deli değil.”
“Tabi deli değil, senin baban çok iyi bir insan.”
“Deli değil öğretmenim.”
Saçlarını okşadım. İkna oldu, gözlerinin içi güldü Bağdat’ın, sildi gözyaşlarını:
“Yarın size ceviz getireyim mi öğretmenim? Çok cevizimiz var,” dedi.
“Getir,” dedim.
İçimden söylendim: “Getir Bağdat, bir nebze de olsa acılarını dindirecekse öğretmene ceviz getirmek, getir.”
“Öğretmenim babam bir daha okula gelmesin olur mu?”
“Olur, gelmesin, ben söylerim bir daha gelmez ama gelirse de üzülme sen…”
Şehre her gittiğimde Bağdat’a kalem, defter, boya, toka, kurdele alıyordum. O da bana ceviz, kömbe, yoğurt, süt getiriyordu; ödeşiyorduk.
Bir gün yine okula geldi Hamdi. Gözlerinin içi gülüyordu. Destursuz girdi söze, konuşmuyor bağırıyordu:
“Hoca,” dedi, “bir oğlum oldu gurban! Onun adını sen vuracaksın baba. Biz seniynen gardaşık, gel seni bir öpüm.”
“Tamam, Hamdi” dedim, göz ucuyla Bağdat’a baktım. Ağlamıyordu. Bir erkek kardeşi olmuştu. Diğer çocuklar gibi o da gülümsüyordu.
Hamdi sabırsızlanıyordu:
“De haydi gardaş, bunlar okusun, gidek baba!”
“Dersten sonra gidelim Hamdi, ben Bağdat ile gelirim.”
“Veyy! Seni bekliyorlar baba, de haydi gardaş, gurbanım sana.”
Çocuklara ödev verdim, Hamdi’yle okuldan çıkıp köyün içine doğru yürüdük.
Hamdi’nin elinde uzun bir değnek. Ben önde o arkada. Bir suçlu gibi düştüm önüne. Bakkal Ömer gördü bizi. Güldü:
“Hoca hayırdır?” dedi. “Hamdi seni nereye götürüyor böyle?”
Benden önce “gardaşım” cevap verdi:
“Sana ne var baba! Biz hocaynan gardaşık! Yürü gardaş.
Karlara bata çıka Hamdi’nin evine vardık. Karısı bizi görünce dizine vurdu, yazmasıyla ağzını kapatıp içeri kaçtı. Kırık dökük basamakları çıkıp eve girdik. Odanın karşı duvarına döşekler, yorganlar dizilmişti. Tabanda aynı tezgâhtan çıkmış iki halı. Halının üstünde minderler ve yastıklar vardı. Hamdi başköşeye oturttu beni, iki yanıma yastık koydu. Hamdi’nin komşuları da geldi biraz sonra. Hamdi’nin babası, Hocanın gelip de Hamdi’nin çocuğuna ad koyacağını hiç ummamış olacak ki şaşkındı:
“Veyy! Hocam, sen bu kışta kıyamette niye zahmet ettin, bu deliye niye uydun baba,” dedi.
“Olur mu?” dedim, “Hamdi ile biz gardaş olduk.”
Hamdi yüksek sesle odadakilere seslendi:
“Aha cömiyet aha siz baba! Biz hocaynan gardaşık!”
“De hüs!” dedi Hamdi’nin babası, “Hocaynan gardaş olmuş! Lafa bak! Kalk sofrayı getir!”
Hamdi odanın ortasına bir sofra bezi serdi. Az sonra içinde peynir, yağ, yoğurt, ceviz olan bir tepsiyi getirip koydu önümüze. Köylülerle sohbet edip konuştuk biraz. Az sonra, Hamdi kucağında bir bebekle geldi, çocuğu kucağıma verdi. Gözleri siyah, zayıf, cılız bir bebek. Dünyadan, dünyanın dertlerinden, kederlerinden habersiz, gözlerime bakıyordu...
“Adı Alper olsun, adını ben verdim, ömrünü Allah versin,” dedim.
Hamdi, odadakilere dönüp gururla ve bağırarak konuşuyordu.
“Biz hocaynan gayri kirve de olduk baba! Hemi gardaşık, hemi kirveyik! Aha bu Aliperi’yi hocanın kucağına koydum. Kirveyik baba! Gel seni bir öpüm kirve!”
Artık Hamdi ile kirve de olmuştuk. Kirvelik ki, kardeşlikten öte. Köylüler artık beni Hamdi vasıtasıyla tanıyordu:
“Hocayı çağırın gelsin.”
“Hangi Hoca?”
“Hamdi’nin kirvesi hoca..”.
Hamdi ile kirve de olunca samimiyetimiz iyice arttı. Hamdi her gün kirvesini ziyarete geliyordu. Bazen de beni kolumdan tutup çay içmeye götürüyordu.
“Aha sen, aha ben baba. Biz seniynen gardaşık, benim evim senin evin…” diyordu Kirvem.
Karne tatiliydi. Çocuklara karnelerini dağıtıp memlekete gittim. Evde, kullanılmayan siyah beyaz bir televizyon ve bir küçük teyp vardı. Tatil dönüşünde televizyon ve teybi de alıp köye getirdim, verdim kirveme. Şehirden bir anten, birkaç da “dertli kaset” aldım. Kirvem, köydeki birkaç televizyon sahibinden biriydi artık. Akşamları televizyona bakıyor, gündüzleri dertli kasetleri dinliyordu. Köylüler:
“Allah kaptı kucağına aldı Hamdi’yi baba, hocaynan kirve olmuş” diyorlardı.
Maaş almaya gittiğimde şehirden bir şapka almıştım kirveme. Hamdi ertesi gün, yeni şapkasını giymiş, elinde bıçakla bir horozu bağırtarak lojmanın önüne dikildi:
“Bu ne Kirve?” dedim.
“Horuz kirve, keseceğim,” dedi. “Sen yiyeceksin baba, gurbanım sana.”
“Yapma Hamdi, kesme kirve!”
“Gardaşımın yemediği horuzu neyniyim baba, köküne gıran girsin.”
“Etme kirve, dur…”
Beni dinlemedi Hamdi, ben basamaklardan inene kadar horozun başını gövdesinden ayırdı.
Bir gönlü gani kirvem, kirvem bir derya deniz…
Ben ne yapsam Hamdi o tertemiz yüreğini koyuyordu ortaya. Uğraşıyor, ikna edemiyordum.
Bir yarışa girdik kirvemle, iş inada bindi..
Ben dertli bir kaset, kirvem bir kazan yoğurt; ben defter, kalem, kirvem bir torba ceviz; ben bir kutu jilet, o beş litre süt; ben portakal, mandalina; kirvem, kömbe, bulgur; ben gömlek, ceket, kirvem koca bir koç…
Baharı getirdik Hamdi kirveyle.
Havalar ısınmış, Hamdi Kirve, köyün koyunlarını otlatmaya başlamıştı. Kirvem sabah namazına müteakip köyün koyunları toplar, köyün hemen dışarısındaki lojmanın önünden geçerken mutlaka bana uğrar, bana uğramadan dağa gitmezdi. Ben artık, kirvenin güttüğü sürünün ağını, karasını, kuzusunu, koçunu biliyordum.
Kirvem, her gün tan ağarırken gelir, lojmanın demir kapısını olanca gücüyle vurur, demir kapı güm, güm öterdi. Her gün alaca şafakta Kirvem uyandırırdı beni.
“Kirve, etme, eyleme” desem de söz anlamazdı Hamdi.
“Biz seniynen gardaşık baba. Gel bir öpüm” der, beni öpmeden gitmezdi.
Köyün sürüsünü beraber güdüyorduk artık. Hamdi sürüyü toplayıp lojmanın önünden geçerken beni de uyandırıyor, her sabah kapım vuruluyor, her sabah ötüyordu demir kapı.
“Gümmm, gümmm, gümmm”.
“Kim ooo?”
“Benim kirve, aç.”
“Ne var Hamdi?”
“İki yımırta getirdim gardaşıma.”
“Kapıya bırak, ben alırım Hamdi.”
“Olmaz kirve, kapıyı aç, bir öpüm de gidim, biz seninynen gardaşık baba.”
***
Gümm, gümmm.
“Kim ooo?”
“Kirve benim aç.”
“Ne var kirve?”
“Yoğurt getirdim baba. ”
***
“Kim ooo!?”
“Benim, kirve.”
“Gene ne var Hamdiiii?
“Gardaş, soyka televizyon bozuldu, hiçbir şey görünmüyor baba, karlıyor. Cam gibiydi, soykaya ne olduysa baba. Şahin hocaya bir söyle kirve, gurbanım sana.”
“Tamam, kirve, akşam Şahin hoca ile gelir bakarız.”
***
“Kim oooooooo!”
“Benim kirveee.”
“Gene ne oldu kirve?”
“Ula baba teyp kaseti sardı, dertli kasetim bozuldu kirve.”
“Ver kirve, ben yaparım, akşam gel al.”
***
Gümmm, gümm.
Artık “Kim o?” diye sormuyordum.
“Ne var kirveeeeee?”
Ben içerden kirveme seslenince lojmanın bahçesindeki, kuzusundan daha yeni ayrılmış koyunlar Hamdi’den önce cevap veriyordu:
“Ne var Kirveeee!”
“Meeeeee, meeeeee.”
O seslerin arasından Hamdi meramını anlatıyordu:
“Gardaşıma tütün sardım, al bunu iç kirve.”
“Ben tütün içemiyorum, öksürtüyor kirve, sağ ol.”
“Gevşek sardım kirve, Al iç, öksürtmez gurban.”
***
“Ne var kirveeeee!”
“Dün bir koyunum öldü kirve.”
“Canın sağ olsun kirve.”
***
Gümmm, gümmmm
“Ne var kirveee?
“Bizim it, altı ‘yavru getirdi,’ bunu da sen al, kapında ürüsün kirve.”
“Yine ne oldu Hamdiiii?”
“Dün sabah, tütün getirdiğime kızdın mı kirve.”
“Kızmadım Hamdiii?”
“Gevşek sardım, al bu tütünü de iç o zaman kirve.”
***
Bir sabah erkenden geldi yine Hamdi. O daha kapıyı vurmadan açtım.
“Veyy! Erken kalkmışsın kirve,” dedi.
“Alıştım kirve, ver” dedim.
Elinde taze pişmiş bir kaç ekmek vardı, uzattı.
“Akşam gel kirve, seninle konuşacağım” dedim.
“Tamam, baba,” dedi, beni öptü, koyunları sürüp gitti.
Akşam geldi kirve. Uzun uzun anlattım:
“Kirve, kurban artık bana bir şey getirme, bir şeye ihtiyacım olursa ben sana söylerim. Hem Bağdat’a söylerim o okula gelirken getirir. Tamam mı?
“Tamam, kirve,” dedi, anlaştık Hamdi’yle, sarıldı öptü beni…
Çay içiyorduk. Kirvenin gözü, köşedeki çift kasetçaları olan müzik setine takıldı.
“Veyy! Kirve gurban, bu ney?” dedi.
“Müzik seti kirve, kaseti koyuyorsun çalıyor,” dedim.
“Veyyy! Nasıl çalıyor kirve, teyip gibi mi?”
“Evet.”
“Kirve, bir çalıştır gurban.”
“Tamam.”
Bir kaset koydum müzik setine, nasıl çalıştığını gösterdim. Kasetten dertli bir uzun hava başladı.
“Ula baba,” dedi kirve, “bu kaset çok dertliymiş, gardaş, bu kaseti bana ver.”
Kaseti yeni almıştım. Daha bir iki kez dinlemiştim, biraz dinlemiş olsam hemen verecektim. “Birkaç gün sonra gel, biraz dinleyeyim, sonra kaseti sana vereyim,” desem, Hamdi her sabah, “kaseti dinledin mi kirve” diye gelecekti? Nasıl olsa bu kaseti Hamdi’ye verecektim, ama o an vermeye gönlüm razı olmadı. Hamdi’yi de kıramıyordum, ilk kez istediği bir şeyi vermeyecektim.
Müzik setini kapattım, setin diğer gözündeki kaseti çıkarıp Hamdi’ye verdim.
Vakit epey ilerlemişti. Kaseti alan kirve evin yolunu tuttu. Gece yarısıydı, henüz uykuya dalmıştım ki, lojmanın kapısı “gümmm, gümmm” öttü yine.
“Eyvaaah!” dedim. Kapıya daha fazla vurmasın diye yataktan fırlayıp koştum.
“Kirveee! Aç hele gurban!”
Hamdi’ydi gelen, içerden seslendim.
“Ne var Kirveeee?
“Kirve, bu kaset benim evde dertli çalmıyo baba.”
“Niye dertli çalmasın Hamdi? Çalar..”
“Ne biliyim baba, hoppa, hoppa şinanay şinanay çalıyor, sesi de değişti baba, bunu bir kız söylüyor.”
Güldüm, kendimi zor tutuyordum.
“Gel kirve, geç içeri” dedim, elinden aldım kaseti. Bir sağına soluna baktım. Kirvemin getirdiği kaseti alıp müzik setine yerleştirdim. Müzik setinin diğer gözünde, Hamdi’nin dertli dediği kaset vardı. Dertli kasetin olduğu yere bastım. Yanık bir uzun hava başladı yine.
“Veyyy!” dedi kirvem, gözlerinin içi güldü,“Çok şükür baba, bozulmamış.”
“Bak dertli çalıyor, korkma bozulmaz,” dedim.
“Ula kirve, burada dertli çalıyor, bizim eve varınca başka bir şey çalıyor gardaş. Yerini mi beğenmiyor soyka. Bu nasıl iş baba!”
“Al götür, artık dertli çalar kirve.”
“Sağ ol gardaş.”
Müzik setini kapattım, Hamdi’nin az önce getirdiği kaseti çıkarıp tekrar verdim, gönderdim Hamdi’yi.
Tan yeri ağarırken öttü benim demir kapı. Alışmıştım. Sormadım. İçerden bağırdım:
“Ne oldu kirveee?”
“Kirve, kaset gene dertli çalmıyor. Bunu ne edek kirve.”
Gülmekten konuşamadım. Az sonra, içerden yüksek sesle bağırdım:
“Ben evde değilim kirveee!”
“Veyyy! Gardaş nerdesin?”
“Şahin Hocagildeyim.”
Hamdi şaşırdı:
“Allah, Allaaah! Kirvenin sesi geliyor ama kendi evde yok. Bu nasıl iş baba! Hele gidip Şahin Hocagile bir bakayım,” diye söylenerek gitti.
Şahin Hoca, Türkçe öğretmeniydi. Elektrik işlerinde de usta idi. Köylünün tüm elektrik işlerini o yapardı. Radyo, televizyon, kaset, teyp, hepsini tamir ederdi. Alçak gönüllüydü, pek kimseyi kırmazdı. Ama rahatsız edilmekten de hiç hoşlanmazdı. Köylüler, tamirat işleri için hafta sonları erkenden gelip de Şahin Hocayı uyandırınca, savaş ilan edecek kadar hassastı. Köylüler, bazen çekinir beni de alırlardı, beraber giderdik Şahin Hocaya. Ben rica ederdim, beni hiç kırmazdı, yapardı köylünün her işini. Şahin Hoca lojmanın az ilerisinde kerpiç bir evde kalıyordu...
Hamdi basamaklardan inip yola koyuldu. Hamdi’nin arkasından, pencereden bakıyordum. Kirve köşeyi dönüp kayboldu.
Biraz sonra, Şahin Hoca’nın feryadı sabah rüzgârına karışıp köyün semalarında yankılandı. Hamdi kirvenin şapkası düşmüş, perişan koşuyor, ardında pijamalarıyla yataktan fırlamış, elinde bir odun parçası ile Şahin Hoca geliyordu. Ardından gelen odunlara hedef olmamak için son bir gayretle lojmana doğru kavis alan kirve, kaydı, lojmanın önündeki su birikintisinin içine düştü. Kalkıp üstünü başını temizledi.
Az sonra kapı yeniden vuruldu. Kapının önünde burnundan soluyordu kirve. Kapıyı açtım, hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi sordum:
“Ne oldu kirve?”.
“Ula kirve,” dedi, “Şahin Hocagilde yoksun baba, nerdeysen doğru söyle.”

(Çiğdemleri Solan Bozkır’dan)