BİZİM HİKÂYEMİZ

Mübadele haberleri bir deprem dalgası gibi gittikçe büyüyerek şehrin sokaklarında dolaşıyor, biz Türkleri derinden sarsıyordu. 

Camilerin kiliseye çevrilmesi ve idari yapının baştan oluşturulması bizi huzursuz etmişti ama bazı değerlerin yeni dengeler üzerinde şekillenişini çaresizlikle izlemekten başka bir şey gelmiyordu elimizden.
Tedirginliğimizin arttığı günlerdi. Şehrin soluk alışı değişmiş, metruk evler çoğalmıştı. Soğuktu hava. Kayınvalidem tespihinin kopan ipiyle uğraşırken ben de tarhana kaynatıyordum. Adını Drama Köprüsü türküsünün Hasan’ından aldığını söyleyerek gururlanan kocam gün ortası eve gelince telaşlandım.
“Hastalandın mı?” diye sordum.
Dili düğümlenmiş gibi susuyordu.
“N’oldu söylesene!” diye ısrar edince bana baktı. Heybetli duruşunun altında bana bir şey sorma diye yalvaran bakışı vardı. Koyu bir çaresizlik gördüğüm gözlerine daldım. İlk defa onu bu kadar aciz görüyordum. Ağlamaklı bir sesle kekeleyerek:
“Dükkânı yağmalamışlar!” dedi.
Elim ayağım titremeye başladı olduğum yere yığıldım. Yattığım yerden:
“İğneyi, ipliği ne yapacak bunlar!” dedim.
“Maksat zarar vererek bizi yıldırmak…”
Panikleyen zavallı kayınvalidem, oturduğu yerden kalktı. Ellerini dizlerine vurarak:
“Fe sabrun cemil! Fe sabrun cemil!” diye terennüm etmeye başladı. İşte o gün anladık; doğup büyüdüğümüz topraklarda bizi barındırmayacaklarını, senaryonun oyuncuları olduğumuzu ve vatanımızın demografik yapısından silinmek istendiğimizi. Bu durumu kabullenmek zordu. Doğup büyüdüğümüz yerde bir anda yabancı durumuna düşmüştük.

Birkaç gün içinde tellallar, “Türklerin mallarını satmaları yasak!” diye bağırarak sokaklarda dolaşmaya başladı. Biz de dükkânda kalan birkaç metre patiskayla, bir iki çuval yünü eve getirdik. Vardar caddesindeki o tuhafiye dükkânımızı raflarıyla birlikte bir Rum tuhafiyeciye yarı fiyatına sattık. Anlamıştık artık mübadil olacağımızı; ama evimizi satmayı, geri dönme umuduyla, düşünmedik bile. Cemaat-i İslamiye teşkilatının avlusunda kurulmuş olan mal varlığı komisyonuna ev tapumuzun kaydına istinaden emlakla ilgili beyanda bulunduk. Mal varlığımızın dengine Türkiye’de de sahip olabilmemiz için geçerli olacak bir belge verdiler. Bu arada malı mülkü olmayanlar birer ikişer İstanbul’a ve Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardı.
Çok geçmeden bize de sıra geldi. Hilal-i Ahmer’de aşılarımızı yaptırdık. Ailemizin kaç kişi olduğunu gösteren belgeyi, hüviyet vesikalarını, aşı belgelerini, evimizin parasal değerini belgeleyen tasfiye talepnamesini kadifeden bir kese içine koyduk. Paramızı, altınımızı da ayrı bir keseye koyduk. Resmi belgelerin olduğu keseyi kayınvalidem iç kazağına itinayla dikerek sağlama aldı. Bende para kesesini boynuma takmaya karar verdim. Kişi başına yüz kilo ağırlığında eşya alma hakkımız vardı. Sevdiğimiz elbiselerimizi, albümlerimizi, battaniyelerimizi, yiyeceklerimizi bir araya getirdik. Bir kaç top ipek kumaşı da ‘Orada satarız,’ diyerek, denklere yerleştirdi Hasan. Yanımıza neleri alacağımıza karar verirken zorlanmadığımız tek şey evin şirin kedisi Nazlı olmuştu. Eşyalarımızı toplarken kocama bakıp bakıp hem ağladım, hem söyledim:

‘Drama köprüsü Bre Hasan dardır geçilmez.
Soğuktur suları Bre Hasan bir tas içilmez.’

Ah şirin yuvam; sardunya kokusu ve şalgam rengi…
Evden ayrılırken günlerdir çıkmadığım arka bahçeye bir göz attım. Meyve ağaçları çiçek açmıştı. Tavuklar yoktu ortalıkta. Folluk yumurtayla dolmuş, birkaç tanesi de yere düşmüştü. Derin bir iç çektim. Geri dönme umuduyla bıraktığımız o şirin, boynu bükük yuvamıza son bir kez baktım. Tarifi mümkün olmayan bir ruh hali içindeydim. Hasan’ın, annesine, bana ve oğlumuza bakışından anlıyordum; hiç ses çıkarmadan duruşumuzun, her şeyi kabullenişimizin ona ayrı bir ıstırap verdiğini…

Mecburi bir ayrılık...
Limandayız. Yanımızda bizi uğurlamaya gelen komşularımız, akrabalarımız. Kalbim hüzünlü, her gelenin boynuna sarılıp nefessiz bırakıyorum kavuşma vaadiyle.
İnsanlar… Büyüğü, küçüğü, kadını erkeği, güzeli çirkini, ağır çekim bir telaş ile Selanik’ten Seyr-ü Sefain’in İstanbul’a gidecek gemisine binmek üzere toplaştık. Saatinde hatta gününde gelmeyen gemilerin Selanik’e ulaşması bekleniyordu. Komisyonun gelecek gemilerin saatlerini bir türlü bilmemesi yüzünden ellerindeki çantalarla, denklerle bekleşenler arasında büyük bir kargaşa yaşanıyordu…

Rüzgârla karışık çiseleyen yağmur, gemiye binmek için sırada bekleyen biz gariplerin yüzüne, kırbaç gibi vuruyor, acı çığlıklar atan rüzgârın sesi, kulaklarımızda yankılanıp duruyordu. Bu kasvetli hava, sırtımızdaki, elimizdeki çantaların ağırlığını, canlara kasteden o soğukluğunu alabildiğine artırıyordu. Evimize geri dönme düşüncesiyle yanımıza almayıp toprağa gömdüğümüz, kendimizce değerli olan kimi eşyalarımız için de ayrıca üzülüyorduk. Başıboş sağa sola savrulan kül rengi bulutlar daha bir koyulaşıyor, büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu haberini veriyordu. Biz bu havayı içinde bulunduğumuz durumla örtüştürüyor iyice kasılıyorduk. Ocak tütmeyen Türk evlerinin aksine, Rumların bacalarından yükselen dumanlar göğe savruluyor, bir zaman sonra gökyüzünde yitiyordu. Bu kayboluş bizim yazgımıza ne kadar da benziyordu.
El sallamalar, ayrılığı savuşturmak istemekli. Gözyaşları, çözümsüz.
Ardımızda kalan yorgun şehir: Selanik! Utancından yıllarca yanacak.
Ah dili olsaydı şehrin.

Yanımda yürüyen köylü, sırtına aldığı bir çuval yemle ağır aksak ilerliyor, önüne kattığı iki koyunu gemiye sürüyordu. Beklemekten yorulan bizler, itişe kakışa birbirimizle yarışır gibi bir sürü misali gemiye bindik. Bazıları sevdiklerinden ayrılamıyordu. Kimi şehirli, kimi köylü kıyafetindeki yüzlerce insan doluşunca gemiye, gemi sallanıp durdu. İnsanın ayağı topraktan kesilince içini bir ürperti, bir tedirginlik sarıyor. Kocama bakıyorum, ter şakaklarından boncuklaşarak iniyor. Duanın gücüne tutunmaya çalışıyorum.

Sisli havaya uzun ve yanık bir düdük çaldı gemi.

Birkaç parça eşya ile geçmişin anılarından başka bir şey yoktu elimizde. Balık istifi yerleştik gemiye. Güvertenin bir köşesine battaniye serip adeta konuşlandık. Kaderde ve kederde ortak olan bu mübadiller arasında akrabalarım ve komşularım da vardı. Gemi hareket ederken gözlerimi acı gerçeklere kapamak ister gibi yumdum. Şimdi her yerde kopkoyu bir karanlık vardı. Gözlerimi daha sıkı kapattım ve karanlık daha da koyulaştı…
Eteğimden çekiştiren oğlumun, “Anne çişim var!” demesiyle kendime geldim. Her şeyden bihaber mahzun yavrumun elinden tutup tuvalete götürdüm. Önümüzde sıra bekleyen en az on kişi vardı. Allahtan çocuklara öncelik veriliyordu…
Denizin üstünde, sanki küçük bir kasabaydı gemi. Yerlerinde sessizce oturanlar, aralarda dolaşanlar, hizmet etmeye çalışanlar ve en az insanlar kadar önemli olan hayvanlar...
Birbirine ulanan ve harmanlanan sesler. Ağıtlar. Karmaşa. Belirsizlik. Ağır bir koku sarmıştı etrafı. Ancak hepimizde kırık bir ümit vardı.
Aynaroz açıklarından geçerken derin bir hüzün, koyu bir keder yaktı beni. Rüzgârla gelen dalgalar yüreğime çarpınca biraz rahatladım. İyi şeyler düşünüyordum her ne kadar düşünmek yeterli olmasa da… Böylesi meşakkatli bir yolculuğa katlanmamızın temel nedeni, yaşadığımız sıkıntılı ortamdan kurtularak kendimizi güvende hissedebileceğimiz Türkiye’ye ulaşabilmekti.
Kalkıp bana umarsız bir şekilde bakmakta olan kedimizin başını okşadım. Kenarda duran eşyaların üstüne oturdum. Beni deniz tuttuğu için sık sık midem bulanıyor, başım dönüyordu. Her şeye rağmen denizden umut devşiriyorum. Dalgaların yükselen kıvrımlarından alamıyorum gözlerimi. Dalgalar peş peşe geldiğinden, belli bir yere sabitlenmiyor bakışlarım. Başımı kaldırıp ufka dalıyorum. Güneş kayboluyor… Kanatlarını rüzgâra bırakan kuş gibi, uzun bir gecenin koynuna giriyor gemi.

Gökteki ay bizi izliyordu.

Zavallı kayınvalidem iki büklüm olmuş omzundaki şala sarınmış. Elemini soluklar gibi yorgun. Her tanesi birbirinden farklı taşlardan, farklı ağaçlardan, çeşit çeşit boncuklardan yapılmış beş yüzlük tespihi elinde, dudakları kıpır kıpır. Birkaç tespih tanesi karanlıkta parlıyordu adeta. Olduğu yerde uyuya kalmış oğluma dudaklarının dualı alevini üflediğini hissettim.
Onları böyle görünce usulca ağlamaya başladım. Hasan, yanımıza gelip omzumdan tuttu.
“Çocuk üşüyecek!” dedi. Oğluma bir yatak hazırladım.
Masum bir duruşla gecenin kıyısına kıvrılıverdi, kayınvalidem. Kuru çatlak dudaklarından üç kelime döküldü:
Allah yardımcımız olsun!

Çıldırtıcı boşluk içimize doluyordu.

Ben de battaniyeye sımsıkı sarıldım. Açık havada uyumaya alışmak kolay olmayacaktı ama geminin içi de çok havasızdı. Kolumu bir yastık gibi başımın altına koydum. Kanaviçe işlenmiş yastığımı düşünerek yıldızları seyrettim bir süre…

Sefil mecburiyetler nasıl yenilir?

Şafak sökmek üzere iken müthiş bir baş ağrısıyla uyandım. Gökyüzünü görünce “Neredeyim ben?” dedim kendi kendime. Üstümdeki elbisemi görünce hatırladım her şeyi. Hatıralarım bir bir gözlerimin önünden geçti, geride bıraktıklarımı düşündüm. Bacaklarımın uyuşukluğunu gidermek için güvertenin arka kısmına doğru yürümeye başladım. Yorgunluktan kendinden geçmiş ağzı bir karış açık uyuyan insanlar arasında bir ihtiyar, enfiye kutusunu açmaya çalışıyordu. Çocuğunu emziren bir kadın ise feri kaçmış gözlerle seyrediyordu etrafı. Emekleyerek yanıma gelen çocuğu kucağıma alıp sevdim. Hiçbir şeyin farkında olmayan bu çocuğun yerinde olmak istedim.

Sisliydi hava. Denize çöken sis, daha doğrusu ruhlarımıza çöken sis, bizi boğuyordu.

Sıkıntılarımız kat kat aharlanırken bir şeyler yiyip içmekten de geri kalmıyorduk. Yaşamak için buna mecburduk. Aramızda hasta olanlar vardı. Çocuklar bu soğukta ölmezse iyidir. Çocukları ve yaşlıları ara ara ambara indiriyoruz. Kayınvalidem üşüyünce onu da indirdim. Ambarın havasızlığından neredeyse boğulacakmış gibi öğürdü. ‘Evladım, ben soğuğa razıyım.’dedi. ‘Tamam anne,’ dedim. Haklıydı kadıncağız. Hayvanlarla birlikte penceresi olmayan bu yerde kalmak kolay değildi gerçekten.
Yolculuğu çekilir kılmak için aramızda konuşuyor, şakalaşıyorduk. Dostluklar giderek pekişti. Geminin diğer köşesinde bulunan bir komşumun yanına gidip onunla sohbet ediyorum. Bir an “Yavrum!” diye dehşet verici bir çığlık duyduk. Hemen yerimden fırladım. Sese yöneldim. Bir genç ölmüş babası da ona sarılmış ağlıyordu. Yanındakiler ölünün üstünü örtmekte gecikmediler. Baba teselli edilemez bir şekilde hıçkırıyordu.
Aileden, dahası mahalleden biri olmadığım halde ölen birinin evine girmiş gibiydim. Sessizlik sardı etrafı, ürkütücü bir sessizlik. Moralimiz bozulmuştu.
Tam yerime dönüyordum ki,
Bir başka ses; “Ölüyü denize attılar!” Olduğum yerde kala kaldım. Ciğerlerini yırtacak kadar bağırıyordu baba: ‘Yavrum!’ Hepimizin tüyleri diken diken oldu.
Ölmek böyle bir şey, usulca silinmek gibi, hem bir iz bırakmak hem de yok olmak.
Dalgalar bir anda yutuyor olmalı insanı.

Geminin kenarına yaslanıp ucu bucağı görünmeyen denize bakıp kalıyorum; içimde acıların en zoru. Denizde değil ama içimde fırtınalara kopuyor. Çaresizliğin sıkıntısıyla yüreğim daralıyor. Rüzgâr eliyor saçlarımı. Ağlıyorum…
Geriye dönüp insanlara baktığımda; delik deşik bir şemsiyenin altına sığınmış gibi çehrelerinde, duruşlarında bir umutla oturduklarını görüyorum. Bir kadın ufak kız çocuğunu adeta çalınmasından korkar gibi sıkı sıkıya tutuyor. Bir adam heybelerin üstüne oturmuş sigara tüttürerek sohbet ediyor karşısındaki gençle. Biraz ilerde çay servisi yapan genç iki günlük yorgunluğuna rağmen duruşunda ihmal ve gevşeklik göstermiyor. Kocama bakıyorum. Elleri ceplerinde, biçare çehresiyle denizi seyrediyor. Her şeye rağmen kaderle mücadelede gururunu muhafaza ediyor.
Bir teyze çantasından meyve ve çerez çıkarıp dağıtıyor etrafındakilere…

Dramımıza eklemeye tek replik bulamıyorum.

İşte yine gece.
Derin bir gece.

Duy ey deniz!
Dinle ey ay!
Çekil ey dalga!
Kulak ver ey balık!
Bana şehrimi yolla!

Gün ışığı neyimiz var neyimiz yok ayan beyan ediyor.

Çocuklar mızmızlanmakla beraber, neşelerinden bir şey kaybetmiyorlar. Hareket alanları kısıtlı olsa da oyun oynuyorlar sürekli. Minicik elleriyle bisküvilerini kıtır kıtır kemiren çocuklar, yaptıkları bu zahmetli yolculuğu annelerinin, babalarının ya da kendi durumlarında olan diğer insanların yüzlerine bakarak anlamlandırmak zorundalar…

Artık tüm yüzler tanıdık. Ve hepimizin hikâyesi aynı…
Güneş gülümsedi biraz. Sıcaktan gevşedim. Oturduğum yerde uyukluyordum. Bir kadının ağlama sesi yükseldi. Öyle korktum ki iliklerime kadar titredim. Zavallı kadının kocası ölmüş. Ölüm sebebini herkes birbirine sorup duruyor. Üç gündür ishalmiş. Doğru dürüst su da yok. Temizlik yok. Rezillik çekiyoruz. Bu yolculukta telef olmazsak iyidir. Sigara dumanı, ter ve esans kokuları birbirine karışıyor. Bunlara dayanılıyor da ölüm kokusuna dayanmak zor geliyor.
Yolculuk esnasındaki zorluklara tevekkülle göğüs geriyordum.
Azrail ara ara bahane bulup geliyor gemiye.
Ölüm olasılığı ara sıra kafamı yokluyorsa da umutlarımdan da alıkoyamıyor beni.
Tumturaklı sözler söyleyen kayınvalidem pek konuşmuyor. Soğuğa karşı başını eğmiş, elindeki peksimet parçasını ısırmaya çalışıyordu. Konuşturmak için:
“Anne!” dedim, ‘ölen ölene…’
“Korkudan ölüyorlar!” dedi. Başını çevirdi. Sevgili kedimiz Nazlı’yla oynayıp duran oğluma baktı. İncecik dudaklarından buruk bir gülümseyiş uçtu:
“Bugün günlerden ne?”
Kafamı toparlayıp cevap veremiyorum. Yüzünün kırışıklığında ve derinliğinde kayboldum. Günler geceler birbirine karıştı.
Takvim?... Zaman?... Hayat?...
Bütün dünyayı, bütün evreni kaplamıştı deniz.
Her şey sıkıcı ve sıradan geliyordu. Ucu bucağı belli olmayan bir mavilikti gözlerimi alan. Başka zaman olsa deniz insana güzellikler düşletirdi.
Rüzgârla beynimiz esrikleşiyordu. Bir hapishanedeymiş gibi sıkılıyordum.
Gökyüzü grileşmiş ve hastaların sayısı çoğalmıştı. Zamana ve mekâna yayılan ölümler, ağıtlar beni ilk günlerdeki kadar etkilemiyordu. Acaba bu gelişme enfüsi dairemde neye karşılık geliyor? Zorunlu olmadıkça birbirimizle konuşmuyorduk. Soğuk bizi kırıp geçirecek. Soğuk ilk önce eklemleri etkiliyor dahası nem bir duvarı kemirir gibi ilerliyordu. Bu yüzden kemiklerimiz müthiş sızlıyordu. Uykuyla uyanıklık arasında sıcak odaları, yanan sobaları, içeride sıcaktan durulamayan hamamları görüyordum.
Oğlum da sıkıldı, sürekli:
“Nereye gidiyoruz?” diye soruyor.
“İstanbul’a” diyorum. İstanbul’un gölgesi üstümüze düşüyor sanki.

Gemiye bindiğimiz günden beri birileri ölüyor. Meşum kurşuni bir bulut, Azrail’in gölgesi gibi devinip duruyor üzerimizde. Bizi tüm zerrelerimize kadar titreten ölümün sessizliği... Deniz yine mürekkep karanlığına büründü.
Hastaların iniltileri, çocuk ağlamaları geceleri daha da artıyor.
Bugün yedinci gün. Üç gün daha denizde olacakmışız. Sabırsızlanıyorum. Yürekleri, yüzleri iyice nedbeleşti dostlarımın. Aynı şeyleri konuşmaktan bıktık. İnsan konuşmadan da duramıyor. Kayınvalidem iyice içine döndü. Onun için endişeliyim. Zayıfladı. Üşüyen ellerini tutuyorum.
“İstanbul’ a bir gidelim; üşüyen eller, ayaklar kısacası tüm vücut ısınacak, aç olan midelere sıcak aş girecek. Azcık sabret!” diyorum. Ağzını açıp tek kelime söylemiyor, bomboş gözlerle bakınıyor. Söylediklerime inanmıyormuş gibi gülümsüyor.
Denize yağmur yağarken güneş doğmaya başladı. Yükseldi, yükseldi. Iğıl ığıl kanıyordu yüreğim. Gün ışığında yıkadım ruhumu. Kahvaltı hazırladım. Sıcak çay iyi geliyordu hepimize. Kayınvalidemi çayını soğumadan içsin diye uyandırmak istedim. Nafile. Cansızdı. Az ilerde bir arkadaşıyla sohbet eden kocama bakıyorum. Sakalları uzamış avurtları çökmüş. Nasıl söyleyeceğim annesinin öldüğünü. Durumu fark eden bir hanım yanıma geldi. Kayınvalidemin altındaki şilteyi düzeltip sırt üstü yatırdık. Çenesini bağlarken başımıza toplananlar tepemizden bakıyordu. Kocamı fark etmediğimden onun sesiyle sıçradım:
“Anne!”
Diz çöktü. Hüngür hüngür ağladı. Bir çocuk gibi. Annesini ben öldürmüşüm gibi suçluluk duydum. Nedense.
Yıldırım düşmüş çınar gibi yıkıldı kocam. Kayınvalidemin akıbeti de diğer ölülerin akıbetiyle aynı oldu. Sürekli ağlayıp duran kocamı teselli etmek için:
“Annen denizle arkadaş oldu. Bizse belirsiz bir geleceğin avuçlarındayız.” der demez, aynı anda ikimizin de aklına “belgeler” geldi. Kayınvalidemle birlikte denizi boylayan belgeler… Kocamın yüzünden belli belirsiz bir gölge geçti. Çaresizlikten dişlerini mi sıkmıştı yoksa? Havadaki esintinin ellerimdeki teri kurutması için parmaklarımı açıyorum.
Kayınvalidemin ölümünü bile unuttuk. İbraz etmemiz gereken evrakın derdine düştük.
Ah ki bu zavallı mübadiller. Bizler…
Limana yaklaştığımızda kuşluk vaktiydi. Güneş tatlı bir sıcaklık yayıyor ve parlak mavi gökyüzünün meltemlerinde bir iki bulut sürükleniyordu. Ben yine kocama bakarak mırıldanıyorum:

‘Drama köprüsü Bre Hasan dardır geçilmez.
Soğuktur suları Bre Hasan bir tas içilmez.’

Mübadilleri gemiden indirmeden kimlik kontrolü yapmaya başladılar. Yolculuğun hengâmesi içerisinde kimlik belgesini kaybedip bizim gibi bekleyenler de vardı. İşlemlerini tamamlayanların ardından bakakalıyoruz. Daha toprağa ayak basmadan bürokratik işlemlerin kıskacına tutuluyoruz. Türkiye’ye girememe tehlikesiyle başbaşayız. Umut kıvılcımlarım sönsün istemiyorum… Yunanistan’a geri dönme ihtimali ise bir kâbus.
Beni bir sis kaplıyor, sisten göz gözü görmüyor.
Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Bağıramıyorum.
Ağlamak istiyorum. Ağlayamıyorum.
Benim yerime Türkiye ağlıyor…

(Kardeş Kalemler, Şubat 2009)