HİŞT, HİŞT!...
Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz ol¬ması, pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı... Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı ol¬saydı... Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
— Hişt, dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze deve dikenleriyle karabaşlar, erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damım, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
— Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakama¬dım. Olabilir. Gökten bir kuş, hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yı¬lan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki, «hişt hişt» diyen.
— Hişt, dedi yine.
Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım, çalıların arasına bi¬risi saklanıyormuş gibi geldi bana.
Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da ren¬gi çağla bademi; ağzı, dişleri, kulakları, boynu ne güzel. Otluyor. Otları âdeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi «hişt hişt» diye duymuşumdur? Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
— Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı, kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses, isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden si¬zin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.
Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zaman¬ki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar «hişt» desin, sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma «hişt» diyen bir divane olayım ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalâki ku¬şudur.
İyisi mi ben kendim «hişt hişt» derim. O zaman tamamı tamamına pek «hişt hişt» seslenişine 'benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.
Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz, dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümedi¬ler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzan¬mış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahlûk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuz-birli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasındaydım. Bana «hişt hişt» di¬yen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. «Cık cık» demezler de, «hişt hişt» derler. Kuştu, kuş.
Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
- Merhaba hemşerim, dedi.
- Ooo! Merhaba, dedim.
Tekrar işine daldı. «Hişt hişt» dedim. Aldırmadı. Bir daha «hişt» dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı «hişt hişt hişt!»
- Buyur beğim, dedi.
- Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.
— Hişt, hişt, dedim.
Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
- Bu sene enginarlar nasıl, dedim.
- İyi değil, dedi.
- Baklayı ne zaman keseceksin?
- Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi «hişt» dedim.
Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.
- Kuşlar olmalı, dedim.
- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi. Ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
- Bir yıkatmak, dedim. Benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...
- Yıkattın mı?
- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
- Çocuklar nasıl, diye sordum.
- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncunun macerasını ya...
- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi, Allaha ısmarladık!
- Haydi, güle güle. Biraz uzaklaşınca:
- Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
— Hadi, hadi, yakaladım bu sefer seni, dedim.
— Yok vallahi, dedi. Vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye
saklayayım, parasıyla değil mi?
— Sen değil misin «hişt hişt» diyen?
— Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?
Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten… Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir «hişt hişt» sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, bö¬cekler, insanoğulları...
- Hişt hişt!
- Hişt hişt!
- Hişt hişt
(Sait Faik ABASIYANIK, Alemdağ'da Var Bir Yılan)