Seregül
Oğulmaya Samizade Saparova(Tükmensahra/İRAN)
Çeviren: İmdat AVŞAR
Otobüs hızla ilerliyordu…
Yolun iki yanından süratle geçen arabaları, uzayan, kıvrılan, sağa sola doğru dönen yolları, büyük büyük apartmanları seyrederek gidiyordum. Otobüsün son durağa geldiğinden bile haberim olmadı. Otobüsün koridorunda, inmeye hazırlanan yolcuların arasına sokuldum ve adım adım ön tarafa doğru yürüdüm. Arabanın basamaklarından ayağımı yere basar basmaz, yüzünü bir tülbent ile sarmış; O siyah, iri ve donuk bakışlı gözleri pırıl pırıl yanan; otobüsten inenlerin karşısına geçerek el açıp dilenen bir kadınla burun buruna geldim. Kadının sırtında eski püskü, simsiyah bir erkek paltosu vardı. Bu palto tıpkı onun üstüne ölçülüp biçilmiş ve ona göre dikilmiş gibiydi. Üstünden bir nice kış geçmiş olan paltosu, paltonun uzun eteklerinden hafifçe görünen şalvarı ve ayağındaki eski spor ayakkabısı ile onu birdenbire karşısında görenler, ilk bakışta onun bir erkek olduğunu zannederlerdi. Başındaki kirli yağlığı ve incecik, sızlayan sesi de olmasa, kimse onun kadın olduğunu anlayamazdı. O sızlayan, yalvaran sesi ile el açıp dileniyordu:
“Ağabeyler, ablalar! Evliyalar, enbiyalar yüzü suyu hürmetine… Sadakalarınızı bu garibe verin! Evde kızım aç, ekmek bekliyor, kocam ise sakat, yatalak hasta…. Biz gariplere bir yardım edin! Verdikleriniz için hayır dua edeyim, Allah yüzünüzü güldürsün! Çok verenin oğlu, az verenin kızı olsun! Oğlunuz da kızınız da hayırlı evlat olsun! Oğlunuz, uşağınız verdiğiniz sadakalar gibi çoğalsın, nesliniz artsın! Amin!...”
Otobüsten inenler, otobüs şoförünün, para üstü olarak verdiği bozuklukları, cüzdanlarına koymaya üşeniyor gibi bu kadına verip geçiyorlardı. Kimileri ise: “Ay şu bedbahtlar! Her gün aynı yerde bizi bekliyorlar, bunları her gün aynı yerde bulmak mümkün…” deyip, dilenci kadına ellerini sallıyor, beş kuruş vermeden geçip gidiyorlardı. Dilenci kadın, para vermeyenlerin ardından sitemkar gözlerle bakıyordu.
Bu şehre ilk kez geliyordum. Bu şehre yabancı olduğumdan, otobüsten inince nereye gideceğimi bilemedim, sağa sola bakındım, durdum. Dilenci kadının bana doğru yürüdüğünü görünce, elimi koynuma atıp cüzdanımı çıkardım ve elime gelen kâğıt parayı ona uzattım. Kadın iki eli ile birden aldı. Minnettarlığını bildirdi ve yüzüme bakıp dua etti. O anda, onun minnettarlık hissi ile parlayan gözlerini gördüm. Onun gözlerine bakınca, elim ayağıma dolaştı, şaşkınlıktan donakaldım.
“Ben bu gözleri kesinlikle tanıyorum! Bu bakışlar, asla yabancı değil. Ben bu dilenciyi bir yerlerde gördüm ama nerede gördüğümü bir hatırlayabilsem… Bizim, insanları parmak ile sayılacak kadar az olan küçük şehrimizde, dilenci de olsa, zengin de olsa, yedi sülalesine kadar tanınır, bizim oralardan olsa bilirim. Demek ki, bu bedbahtı, daha önce yolda belde gördüm ben. Öyle ya, her gün buralardan gelip geçen bu dilencinin, tütünü başında, göçü arkasında… Kim bilir nerede karşılaştık… Belki bu dilenci ile daha önce bir yerde karşılaştım, belki daha önce benden para istedi…” İçimden binlerce düşünce geçiyordu. Bu söylediklerimle kendimi rahatlattım belki ama, bu dediklerime pek inanmak da istemiyordum. Bu gözler!! Bu kadının gözleri bana çok tanıdık, çok içten, çok sevimli görünmüştü...
Artık her gün bu durakta otobüsten iniyor ya da bu duraktan biniyordum. Çünkü benim yeni çalışmaya başladığım fabrikaya en yakın duraktı burası. Bu şehre, bu duraklara, yeni işyerime çok çabuk alıştım. Hatta her gün gelip geçenlere el açan dilenci kadına bile… Maaşımı aldığımda bozdurduğum parayı artık ikiye bölüyordum. Yarısını o dilenciye, yarısını da okula giden küçük oğluma. Artık o dilenci kadın benim yanıma geldiğinde, elini açıp dilenmek yerine, karşıma geçip benim cüzdanıma gözünü dikiyor, oradan hangi paranın çıkacağını seyrediyordu. Bazı aylar, maaşımı aldığımda ona biraz çokça para verirdim. Bu yüzden, maaş günlerinde, iri gözlerini yüzüme diker, ışıltılı gözlerle süzerdi beni. O anlarda, tülbendinin altında hiç görünmeyen dudakları, yanakları, biraz gülümsüyormuş gibi gelirdi bana.
Fabrikada, kadınlar kızlar çalışıyordu hep. Her gün bu durakta iner, iş bitince yine bu durağa dönüp gelirdik. Bu durakta indiğimiz andan, geri dönüp otobüse bininceye kadar, kadınların kızların şen şakrak gülüşleri, hiç bitmezdi. Birbirimizle konuşmaya başladık mı, dünyanın siyasi meselelerinden başlar, komşumuzun evinin içindeki meselelere kadar iner, her şeyi konuşurduk. İşe geldiğim ilk gün, fabrikanın kıdemli müzeviri Gülsenem teyze, benden bütün bilgileri almıştı hatta beni hesaba bile çekmişti:
“Kaç çocuğun var? Ev kendinin mi? Kira mı? Kocan ne iş yapıyor? Nerede çalışıyor? Aylığın kaç lira? Maaşın geçinmene yetiyor mu? Başka yerden bir geliriniz var mı?... Diye beni soru yağmuruna tutmuş hatta kocamın bana karşı vefalı olup olmadığını dahi sormuştu. O günden sonra ben bu fabrikada çalışan her bir kadının, her bir şeyinden haberdar oldum. Öyle ki, kim saçını hangi renge boyatıyor, saç boyasının renginin numarası kaç… her bir şeyi biliyordum. Sağ olsun Gülsenem teyze! O varken, bütün dünyanın son dakika haberleri bile anında bize ulaşıyordu. Gülsenem teyze işe her zaman erken gelirdi ve şehirde olup biteni, en yeni haberleri, hiç el değmemiş, hiç duyulmamış haberleri alıp getirirdi. Biz ona, BBC’nin fabrika muhabiri diyorduk. Önceleri, bu isme biraz kızar gibi olsa da, çabucak alışmıştı. “Ay, BBC her adama güvenip de bu işi vermez. Üstelik her adam bu görevi yapamaz ha!” deyip gülerdi. Gülsenem teyze, bazen rahatsızlanıp işe gelmezse, bizim kulağımız kesilmiş gibi olurdu. Dünya ile irtibatımız da kopardı. Hepimiz dünyadan habersiz çalışırdık. Bazen birileri, Gülsenem teyzenin işini yapmaya kalksa da, ondan merak ettiklerimizin tamamını öğrenemezdik. Gülsenem teyze işe geldi mi, haberleri bütün ayrıntıları ile verirdi: Kim kimi alıp kaçmış? Kim kiminle boşanmış? Niçin boşanmışlar?... Hatta gelecekte olup bitecek şeyleri de söylerdi Gülsenem Teyze. Üstelik çok vakit geçmeden, her şey onun dediği gibi olur, söyledikleri bir bir gerçekleşirdi. Bu yüzden bu vazifeyi, bu geleceği önceden bilme işini, Gülsenem teyzeden başka birinin başarmayacağını hepimiz bilirdik.
Bir gün işe biraz erken geldim. Mesainin başlamasına biraz vakit vardı. Yeni haberler vardır, diye Gülsenem teyzenin yanına koşar adımlarla vardım. Vardım ki ne göreyim, bütün kadınlar Gülsenem teyzenin başına üşüşmüşler. Ben ancak haberin sonuna yetiştim: “Ay! Her insanın bir talihi var lakin Allah böyle kötü talihi hiç kimseye vermesin! Allah herkese evinde ölüp, cenazesinin de evinin başköşesinden kalkmasını nasip etsin. Vah bedbaht Seregül Vah!”
O anda mesainin başladığını belirten zil sesi kulağımızda yankılandı. Sohbet de o anda bitti. Kulağıma çalınanlardan, zavallı bir kadının, bir yerlerde öldüğünü anladım. Diğer kadınlar: “Bahtı kem, talihi yaman kadınmış,” dediler, başlarını sallayıp tasdik ettiler. Bu sözlerin sonunu duymasam da, olan biten her şey anlaşılıyordu. Bu yüzden merak edip sormadım…
O günden 20 gün sonra idi. Yeni yılın ilk aylıklarını aldık. Yılbaşı olduğu için, tüm işçilere ikramiye de verilmişti. İkramiyeyi alan herkes sevinçten havaya zıplıyordu. Elleri işte olsa da, kadınlar yeni yıl için sofraya konacak türlü yemişleri, yiyecekleri ve alacakları diğer şeyleri düşünüyorlardı. Ben de pazarın bir başından girip bir başından çıkmayı… “İşten birazcık erken bıraksalar da, ben de ihtiyaçlarımı alsam,” diye söylendim.
Biz ne kadar acele etsek de, işimiz her günkünden ne erken, ne de geç, tam vaktinde bitti... Hepimizin yüreğinde bir heyecan vardı. Paydos zili çalar çalmaz, adımlarımızı daha sağlam basarak otobüs durağına doğru ok gibi fırladık. Herkes gibi ben de otobüsün gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Biz acele ettikçe, otobüs de tam aksine gecikiyor, bir türlü gelmiyordu…
Otobüsü beklerken, gözüm birden 8-10 yaşlarında, çifte belikleri top top duran küçük bir kıza ilişti. Kızcağız boynunu bükerek, otobüs durağında bekleyenlerin yanına geldi, elini açıp dilenmeye başladı. Bu kara gözlü kızın kirli yüzü, sanki bana birini hatırlattı. Kız, benim yanıma gelirken ancak dirseğine kadar gelen kısa paltosunun kolunu çekiştirmeye ve elini paltonun kolundan içeri sokmaya çalıştı. Besbelli, elleri üşüyordu. İçim sızladı, acıdım o çocuğa, başını okşadım ve bir miktar bozuk para verdim. Birden o dilenci kadını hatırladım. Etrafıma bakındım. İş- güç, geçim derdi, telaş… Her zaman bu durakta dilenen kadını, epeydir görmediğimi hatırladım. “Tok, acın halinden anlamaz” dedikleri doğruymuş demek. O kadersiz, acaba neredeydi? Şimdi başka yerlerde mi, dileniyordu? Tam o anda kızcağızın sesiyle irkildim:
“Ağabeyler, ablalar sadakalarınızı vermez misiniz?! Annem öldü, babam ise yatalak hasta. Çok verenin oğlu olsun, az verenin kızı olsun! Oğlunuz da kızınız da hayırlı evlat olsun! Oğlunuz, uşağınız verdiğiniz sadakalar gibi çoğalsın, nesliniz artsın! Amin!”
Bu sesleri duyunca tüylerim diken diken oldu. Kızcağızın yanına varınca şaşkınlıktan dona kaldım. Dikkatli gözlerle baktım ona. Baktıkça da....
********
... Çoook uzaklarda kalan çocukluğumu hatırladım ansızın. Ah! Kaygısız, gamsız, kedersiz geçen, o en güzel yıllarım. Daha okula başlamamıştım. Kendim gibi kızlar ile beştaş, saklambaç, ayterek-günterek, mamam çörek, körebe… oynardık. Oyunlara komşumuzun kızı Seregül ile ben baştutanlık ederdik. Nedense kızların zayıfları benim tarafıma, güçlüleri ise Seregül‘ün tarafına düşerlerdi. Seregül ile ben kızları toplayıp takımlarımızı kurmak için sayışırdık. Kızların her biri kendilerine bir başka isim koyar, Seregül ile benim karşıma gelip sorarlardı önce takımların adını seçerdik:
“Hallay, hallay. Güneş kime, Ay kime?”
“Güneş bana!”
Seregül benim konuşmama fırsat bile vermeden takımının adını seçerdi: Güneş bana... sonra, kızlar gelirdi:
“Hallay, hallay. Balta kime, bıçak kime?
“Balta bana!”
Seregül ağzımı açmaya fırsat vermezdi yine. Balta’yı seçerdi. Diğer iki kız gelirdi:
“Hallay, hallay. Deniz kime, Göl kime?”
“Deniz bana!”
Bu kez de, ben bilerek cevap vermezdim. Güçlü kızlar Seregül’ün takımına gittiği için üzülürdüm. Seregül ise güçlü kızları: Gün’ü, Balta‘yı, Deniz’i alır, az ilerde onları başına toplardı. Benim yanımda ise, zavallı Çıracık, Bıçakcık ve Gölceğiz kalırdı. Bizim takımdakiler, aciz, zayıf olsak da, var gücümüzle Seregül’ün takımını yenmeye çalışırdık. Önce Seregül’ün takımı başlardı, biz de cevap verirdik:
“Ay tereeek!
“Gün tereeek!
“Bizden size kim gerek?
“tatlı konuşan dil gerek.
“tatlı dilli kim gerek.?
“Keyik adlı kız gerek...
Bizim takımdaki Keyik adlı kız, koşa koşa karşı tarafa giderdi. Karşı takımdan, el ele tutuşan kızlardan ikisini hedef seçer ve onların ellerini birbirinden ayırıp karşıya geçmek için var gücüyle saldırırdı. Ama Keyik zayıf bir kızdı. Tuzağa düşen kuşlar gibi Seregül’ün takımındaki güçlü kızların kolları arasında kalırdı. Keyik karşıya geçemediği için Seregül‘ün takımında kalırdı. Biz bir kişi eksilirdik. Benim takımımdaki kızlar Keyik, Sülgün, Sarıgül, Dünyagözel... Birer birer karşı takıma giderdi. Onlar birer birer gidince sıra bana gelirdi. Bazen oyunda yenilince gururum kırılır ağlayarak eve dönerdim. Bazen de olanca gücümle karşı takıma saldırır, kızların kollarını birbirinden ayırmaya çalışır, bunu başarırdım. Ama bu kez, daha önce karşı takıma kaptırdığım arkadaşlarımdan hangisini alıp geleceğimi şaşırırdım. Keyik’i mi, Maral’ı mı, Sarıgül’ü mü... alsam diye karar veremez sonunda Akgül‘ü alıp dönerdim…
Çocukluğumuzda, Seregül ile rakip olduğumuzdan aramızda bir rekabet vardı ama sonraları, genç kız olduğumuzda, adeta aramızda bir düşmanlık başladı. Seregül‘ün ince, yay gibi kalem kaşları, topuğuna kadar inen koyu siyah saçları, geniş omuzları, süt gibi beyaz teni… vardı. O, gün geçtikçe güzelleşiyordu. Şen kahkahalarla gülüşü bile bülbüllerin ötüşü gibiydi, bizden farklıydı. Yanağındaki gamze ise yağmur damlasının yumuşak toprakta açtığı iz gibi hafiften çukurdu. Annesi, sokakta oynarken bile onu sürekli: “Güllerin şahı! Kızların başı!” Diye çağırırdı. Kendi kendime konuşur, Seregül’ü kıskanırdım: “Saçım uzun değil, tamam, ama bari yanağımda, onunki gibi bir gamze olsa, ne olurdu?” diye aynanın karşısına geçip, elimde, yüzümde, yanağımda Seregül’ünki gibi güzel olmayan yerleri bulur, üzülür, içerlerdim. Annem yanıma gelir:
“Kızın güzelliği onun akılındadır yavrum, el hünerindedir. Hem sonra her gülün bir sahibi var! derler. Ben senin güzelliğini dünyalara değişmem. Bahtın güzel olsun kızım!” derdi.
O zamanlar baht ne, bahtlı olmak ne demek, pek bilmezdim. Kendisi güzel olanın, bahtı da güzel olur, diye, içimden söylenirdim. Seregül gülse onun gülüşünü, delikanlıların bakışlarında ona olan sevgiyi, aşk kıvılcımlarını kıskanırdım. Seregül ile daha sonraki on yılı da böylece tamamladık.
Sonra ben, okumak için şehre gittim. Seregül ise köyde kaldı. Daha sonra Seregül ile hiç görüşmedik. Köye her gelişimde, Seregül ile evlenmek isteyen birçok delikanlının olduğunu, Seregül’ün onların hiç birini beğenmediğini, şehirde oturan bir oğlan olmaz ise, köydekiler ile evlenmeyeceğini söylediğini duyardım. “Şehirdeki gençler Seregül’ü bir görseler, bir daha gözlerini alamazlar lakin...” deyip üniversitede okuyan kibirli, kendini beğenmiş şehir delikanlılarını düşünürdüm. Onların yanında, o garip, üstü açık arabalarda, Seregül’ü görür gibi olurdum. “Gerçekten de Seregül onların yanına yakışır!” deyip usulca fısıldardım. Sonra kader her birimizi bir yere fırlattı. Ben başka bir köye gelin gittim, Seregül de, şehirde yaşayan birinin, kendisinden yaşça biraz büyükçe oğlu ile evlendi. Bir kibrit çöpünü dahi kaldırıp başka yere götürmemiş, nazlı şehir delikanlısının sonradan sonraya iyice azdığını söylediler. Gözü elin namusunda, kadın kızında imiş... Hem de ağzı iyice bozukmuş, olmadık küfürler sayarmış. Seregül’ün gününü buluttan çıkarmaz, itin arka ayağından su içirirmiş. Annesi ve babası öldükten sonra da iyice azıtmış…” diye köyde bir dedikodu yayılmıştı. Bu dedikoduları bir süre sonra herkes unuttu. Daha sonraları köye gittiğimde ise ne ben Seregül hakkında bir şey sordum, ne de onunla ilgili bir şey anlattılar. Kısacası bizim çocukluğumuz, Seregül, Sarıgül, Sülgün, Maral… Hepimizin hafızasından silindi gitti...
*******
Arkamdan birinin beni itmesi ile kendime geldim. Baktım ki otobüs gelmiş. İçi tıklım tıklım doluydu, binmedim. O küçük dilenci kızı, gözlerimle aramaya başladım. O kız, yola devam etmek için duraktan yenice hareket eden otobüsün, iki yana açılan kapısından atlayıp aşağı indi. Ben ileri doğru hareketlenip kızcağıza doğru atıldım:
“Seregül! Seregül!..” Kız şaşkınlıkla bana baktı. Bir süre dudaklarını geveleyip bekledi ve:
“Teyze, sen benim annemin adını nereden biliyorsun?” dedi.
“Sen annene benziyorsun, hem de çok benziyorsun...”
“Herkes öyle diyor Teyze. Komşumuz, ‘annesine benzeyen kız bahtsız olur,’ demişti.” Söylediği doğru mu?”
“Hayır, doğru değil. Biz, senin annenin bahtına imrenirdik.”
“Benim annem şimdi cennete bir melektir değil mi?”
Tepemden aşağı kaynar sular döküldü, başımdan dumanlar yükseldi:
“Ne? Annen öldü mü? Ne zaman?”
“Üç hafta önce, annemi karşı tarafta bir araba çarpmış. Sonra onu hastaneye kaldırmışlar. Orada, onun kim olduğunu anlayamamışlar, birkaç gün orada kalmış. Sonra da ölmüş. Benim annemi gördünüz mü? Tanıyor musunuz? O, şu durakta dilencilik yapardı. Benim annem Seregül’ü siz ne zamandan beri tanıyorsunuz teyze? Kızcağız hızlı hızlı konuşuyor, ardı ardına sorular soruyor, onun tatlı sesi kulağımda bir yankılanıyor bir kayboluyordu. Neden sonra kendime gelir gibi oldum:
“Seregül’ü mü? Seregül’ü çok önceden tanırdım. Bütün güllerin şahı olduğu yıllardan beri…”
O an, ağladığımı fark ettim. Gözlerimden akan yaşlar küçük kızın ellerine damladı. Yeni yıl için bize verilen ikramiyeyi, cebimden gizlice çıkarıp avucuma sıkıştırdım. Kızın boynundaki kirli torbanın bağını çözüp, parayı içine bıraktım. Kızcağız gülümseyince, bir zamanlar Seregül’ün gözlerindeki, bizi oyunda yendiği zamanlardaki ışığı ve yanaklarındaki gamzeyi gördüm.
“Sen buraya her gün geliyor musun? Adın ne?
“Adım Lale. Babam getirirse…”
Küçük Lale uzaklaştı. Ben otobüse binip kendimi boş koltuğa bırakıverdim. Otobüsün, nefeslerle buğulanan camını elimle silip dışarı baktım.
İnsanlar yeni yıl alışverişi ile meşguldüler. Herkesin elinde ağır paketler vardı. Az ilerde bir adam, bir çam ağacından yeni kesilmiş bir dalı kucaklamış, hızlı adımlarla yürüyordu. Bir kadın alacaklarını almış, sepete doldurmuş, etrafını gözetliyor, herhalde kendisine yardım edecek birini arıyordu. İki kızcağız ise, yeni yıl kutlamaları için bembeyaz elbiselerini giymişler, acele ile okula gidiyorlardı. Yolun karşı tarafında ise...
Küçük Lalecik, bir ayağı sakat, koltuk değneği ile yürüyen, Seregül’ün siyah paltosunu giymiş, bir adamın elinden tutmuş gidiyordu. Bu sırada durağa doğru dönüp işaret parmağını otobüse doğrultup torbanın ağzını açtı ve o adama bir şeyler söylemeye başladı. Yolun karşı tarafındaki pastanenin önüne varınca biraz beklediler. Aksak adam, küçük kızcağıza elleriyle bir şeyler işaret edip konuştuktan sonra Lalecik, başını eğip dükkânın önünden uzaklaştı. Onun pastanenin önünden mahzun mahzun uzaklaşması benim yüreğimi sızlattı: “Keşke ona bir elmalı pasta alıp verseydim, ah!!” diye hayıflandım. O anda otobüs de sarsılarak ilerlemeye başladı.
Ben çocukluğumun Seregül’ünü uzun yıllar sonra tesadüfen bulmuştum ve ansızın kaybettim.
Ah Seregül! Seregül ah.....
Kardesh kalemler . 2010.nisan.