Soğuk Rüya
Bu hikâye, Kültür Bakanlığı’nın Osman Gazi Üniversitesi ve Eskişehir Valiliği ile birlikte düzenlediği YUNUS EMRE "SEVGİ" konulu yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüştür
Karanlık...
Geceyi ürperten; siyah boşluğun katran perdelerini yırtarak yankılanan hoyrat bir zil sesi…
İlk akşamdan beri kanatlanıp uçan poyraz, zil sesini dinliyor bir süre, kanatlarını salıp süzülüyor, duruyor bir an...
Pansiyon binasının beton duvarlarından taşan o ses, biraz ilerideki Cincavat Çayı’nın uğultusunu da bastırıyor ve bu deli çayın boz bulanık sularına karışarak sürükleniyor, kara bir yılan gibi akıp gidiyor geceye.
Zil sesinin ardından bir koşuşturma başlıyor koridorlarda. Beton zemini döven telaşlı takunya şıpırtıları, çıplak ayak sesleri ve çocuk fısıltılarını yutarak büyüyen dolapların, kapak gıcırtıları geliyor aşağı kattan.
Gündüzleri, zamanı dilim dilim bölen bu çığlık, on dakikalık bir teneffüs ya da kırk dakikalık bir ders; geceleri ise sessizliğe davet, “Koğuşlara gömülün!” çağrısı... Bu çağrıya boyun eğiyor bütün çocuklar. Zil sesine aşina hepsi, ne anlama geldiğini ezbere biliyorlar.
Birazdan ranzaların soğuk, gri demirlerine tutunup yataklarına çıkacaklar. Sükût içinde bir mezarlığa dönecek bütün koğuşlar. Yüzlerce çocuk, battaniyelere bürünüp ana sıcağından uzak, hazin bir uykuya dalacak.
Sonra bir kuş sağanağı başlayacak. Tedirgin kuşlar dönecek havada. Kaya güvercinleri, gök kumrular, yeşilbaş sunalar, telli turnalar, kız kuşları, üveyikler…
Kuş donunda kadınlar, kanat çırparak gelecek uzak dağ köylerinden. Önce pansiyon binasının çatısına konacaklar, sonra pencerelerin pervazlarına... Karanlıkta kuşlar çarpacak pencerelere. Kimi bulduğu küçücük bir boşluktan sessizce kanat salacak bir çocuğun düşüne, kimi ürkek bakışlarıyla sabaha dek dönüp duracak havada.
Tan ağarırken, yine bir zil sesiyle yataklardan sıçrayıp uyanacak çocuklar ve tüm kuşlar tedirgin olacak bu sesten. Uçup gidecekler karlı dağlara doğru.
Bir bir susuyor musluklar. Loş koridorlar su seslerini yutuyor. Yatakhanelerden yarı aydınlık koridora sızan cılız ışıklar da ayaz gecenin kolları arasında donup ölüyor.
Pansiyon binası karanlık, ıssız; koridorlar boş, sağır, dilsiz; duvarlar çıplak, duvarlar soğuk...
Belletici öğretmen odasındayım…
Yalnızlık…
Rüzgâr ağaçları örseleyip hışımla geçiyor pencerelerden...
***
İnsanı bir mengene gibi sıkan bu soğuk, kuru, bir ölünün benzi gibi soluk duvarlar arasında ne zaman nöbetçi kalsam, günün son ziliyle birlikte, daha ışıklar söner sönmez ihtiyar bir kadın tutuyor ellerimden. Ya annem ya ninem, seçemiyorum. Rüzgâr eteğini savuruyor o kadının, eteği yüzüme savruluyor. Bir elim onun elinde, bırakmıyor elimi. Arkasından koşuyorum.
Gidiyoruz, karanlığı yara yara gidiyoruz. O kadın, yıllar öncesine; duvarları kireç sıvalı, beş çocuklu kerpiç bir eve götürüp bırakıyor beni. O kerpiç evin en büyük oğlu, şiirler okuyor, masallar anlatıyor bana. Gözlerimi kapatıp, dinliyorum ve otuz yıl öteden gelen sesleri duyuyorum. Önce kırık dökük dizeler geçiyor kulaklarımdan: Kişneyen yağız atlar; şaklayan kırbaç; kıvrılan, bükülen, uzayan yollar, o yolların vardığı viran bir han ve o hanın duvarları, rüzgârın önünde kuru yapraklar gibi savrulan bir adam...
…Sonra yıllar ötesinden, zifiri karanlıklar içinden masal kahramanları sıyrılıp geliyor gözlerimin önüne, hepsini görüyorum. Uzansam dokunacağım. Su Sömüren, Seyrek Basan, Dağ Sallayan, Yer Dinleyen, yedi kat yerin altındaki Devler, Ağlayan Peri, Bahtsız Şehzade, Kan irin akan Çatalçeşme, ulu ağaçlar, deli sular, kör kuyular, görkem saraylar ve kanatları göğü kaplayan Anka…
Bir mekâna koyamıyorum kendimi. Neredeyim bilmiyorum. Otuz güneş yılı uzunluğunda bir ipin ucuna bağlanıyorum. O ipin diğer ucu, el ulaşmaz, ses yetmez bir yere bağlı. Yıllar öncesine gidip gelen, büyük bir boşlukta ha bire salınan bir sarkacım...
Birden, geceleri o kerpiç evin odalarına huzur veren şiirler, masallar uzaklaşıyor, kayboluyor. Ben yapayalnız kalıyorum küçük odasında o evin. Sonra, sabah oluyor. Erkenden babamın elinden tutup gidiyor ağabeyim. Gidiyor. Ben elimi hiç bırakmayan ihtiyar kadının elinden kurtulup onların ardından koşuyorum. Mavi, kırık dökük bir minibüs toz duman içinde uzaklaşıyor.
“Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!” diye yerlere yatıp ağlıyorum.
O ihtiyar kadın:
“Gelecek, ağlama!” diyor, avutmaya çalışıyor beni. Ona inanmıyorum.
Anamın, babama söylediği sitem dolu sözler çınlıyor kulaklarımda:
“Parmak kadar çocuğu gurbete atıp geldin.”
Cevap vermiyor babam.
“Ağabeyim niye gelmedi?” diye soruyorum her gece. Hep aynı cevabı veriyor ihtiyar kadın:
“Yatılı okula gitti, okul bitsin gelecek. Sen yat, uyu!”
...Ve sönüyor gaz lambası. Bir hayalet gibi çıkıp gidiyor ihtiyar kadın. Karanlık kol geziyor kerpiç evin bütün odalarında. Deli poyraz durmadan uğulduyor, sarsıyor pencereleri. Yer yatağına korkuyla girip yorganı başıma kadar çekiyorum. Ağaçları kökünden söken o Dev, dişlerini çarka verip geliyor az sonra ve yatağıma eğilip camları zangırdatan sesiyle soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev. Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak. Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir.
Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor sanki ve yeniden soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Titreyerek, korkarak cevap veriyorum:
“Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık...”
Homurdanarak gidiyor Dev.
Ben yorganın altından başımı çıkarıp gözlerimi tavana dikiyorum. Odadaki eşyalar eğilip bükülüyor, şekil değiştiriyorlar aniden. Dev’in dişleri oluyor tavanda asılı duran anadut. Ocaktaki son közler, o Dev’in kanlı ağzı...
“İnsan eti kokuyooor! İnsan eti kokuyooor!” diye üzerime yürüyor Dev’in çocukları.
Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında bir boşluk... Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime. Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o ses yok.
Ellerimi o kızıl saçlı ihtiyar kadının ellerinden çözüp yavaşça belletici öğretmen odasına dönüyorum. Her şey yatılı okul oluyor birden. Bütün yalnızlıklar, korkular, hasretler... Sisler, dumanlar içinde, uzak bir gurbette buğulanıyor, buğulanıyor ve odama yağıyor. Ağlıyorum.
Karanlığı parçalayan o zil sesi hâlâ kulaklarımda. Koğuşların ışığı sönünce masaya bıraktığım kitap öylece duruyor. Kitaba gönülsüzce bakıp gözlerimi pencereye; uzak karanlıklara dikiyorum. Ne o ihtiyar kadın ne kerpiç ev ne yatılı okula giden ağabeyim ne de tozlu yollarında ağlayarak kaldığım o köy... Hiç biri yok. Hepsi koyu bir karanlıkta, eski bir zamanda kaybolup gitmiş. Koğuşlardaki çocukların kardeşlerini düşünüyorum. Bedenim yüz parçaya bölünüyor o an ve tike tike savruluyorum uzak dağ köylerine.
Gökte bulut tedirgin, yerde ağaçlar… Sert bir rüzgâr esiyor. Bulutlu geceyi hafifçe aydınlatan bir dolunay var. Bulutlardan sıyrıldığı zaman, Tekelti’nin zirvesinde; sarp kayalıklarda gümüşten bir taç gibi parlıyor. Gündüzleri, kardan gelinliğinin eteklerini ovaya seren Tekelti’nin yüzüne, siyah bir duvak gibi örtülmüş bulutlar. Pansiyon binasının camlarına kadar uzanan akasyanın ince dallarını birer birer yere indiren rüzgâr, inleyen bir tar gibi, gâh segâh gâh mugâm söyleyerek geçiyor pencerelerden. Üşüyor muyum, korkuyor muyum bilmiyorum. Gövdemde buzdan bir el yürüyor. Dişlerim birbirine vuruyor, ürperiyor titriyorum. Akasyanın dalları az ötedeki küçük söğüt ağacına doğru kırılacakmış gibi eğiliyor, yaslanıyor ve tekrar doğruluyor. Ne vakit deli poyraz esse bu akasya, hep küçük söğüt ağacıyla dertleşiyor. Belki de acelesi varmış gibi dörtnala koşan ve uğuldadıkça ağaçların ince, nazik dallarını tutam tutam yolup yere yığan rüzgârdan şikâyet ediyor. Kim bilir...
Odada geziniyorum. Birkaç adımda tükeniyor oda. Bir masa, bir yatak ve dört bir yan beton... Arşın arşın uzuyor gece ve ona eşlik eden bir hüzün büyüyor durmadan. Dirhem dirhem bölüyor beni yalnızlık. Masaya yöneliyorum ve yeniden kitabın sayfalarını çeviriyorum.
Babasını özleyen bir çocuk... Koğuşlardaki çocuklara benziyor. Direne direne köyün yakınındaki yüksek bir tepeye tırmanıyor. O tepe, zirvesi karlı, gümüş taçlı Tekelti olmalı. O tepeye bin bir umutla çıkan o çocuğa koşuluyorum. Onunla birlikte kevenlere, otlara tutunarak kan ter içinde zirveye varmak, elimi gözlerime siper edip uzak ufuklara; sisler içindeki göle; o gölde yüzen beyaz gemiye bakmak, babama el sallamak istiyorum...
Yok, olmuyor. Koğuşlardaki çocuklar çekiyor arkamdan. Kim bilir onlar hangi tepelere tırmanıyor, hangi yaylalara yürüyorlar. Kalkıyorum. Dışarıda uluyan rüzgâr ayazdan diliyle yalayıp geçiyor içimi. Sızlıyor içim. Aniden bacaklarımın dermanı kesiliveriyor. Tepeye çıkamıyorum. O çocuğu, kitabın sayfaları arasın bırakıp dönüyorum. Duvardaki saate gidiyor gözlerim. Gece yarısı... Dakikalar, ağır ağır bir sonraki günden dem almaya başlıyor.
“Öğrencileri son bir kez kontrol etmek gerek” diye söylenip koğuşlara doğru ağır, yorgun adımlarla yürümeye başlıyorum.
Üst kattan, kızlar koğuşundan gelen zil sesi kadar cırtlak bir kadın sesi...
Koridorlar, anne sesine hiç benzemeyen bu sesle uyanıyor, irkiliyor sanki. Nazan Hanım’ın dişlerinin gıcırtısı bile duyuluyor. Bir dev gibi homurdanıyor. Öfke, bir çocuğun suratına çarpıyor önce, sonra boş koridorlarda yankılanıyor:
“Sus! Zırlayıp durma! Gecenin bu saatinde nerden bulayım anneni! Şimdi doğru yatağa! Yürü! Gözüme görünme bir daha! Koyun kokusu, gübre kokusu eksik burada! Uyuyamazsın tabii!”
***
Çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki. Nazan Hanım birkaç saniye susup yeniden bağırıyor:
“Keees! Doğru odana! Çabuk!”
Nedense, Nazan Hanım ile beni aynı güne yazıyorlar, birlikte nöbet tutuyoruz her zaman, o, kızlar katında kalıyor bir gece, ben de erkekler katında. Nedendir bilmiyorum, daha çocuklar başını yastığa koymadan yatağa atıyor kendini Nazan Hanım, uyku bir karabasan gibi çöküyor gözlerine ve ışıklar söner sönmez de uykuya dalıp gidiyor. Anlaşılan bir çocuk ağlamasıyla bölünmüş uykusu. Hiddetli, öfkeli, kızgın... Azgın sular gibi gürlüyor, köpürüyor. Çocuklar bu selin karşısına çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez sulara kapılıyorlar.
Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum, sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. On an bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım…
Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar ve yüzü asık gardiyanlar... Kim bilir, yarı açık bir cezaevi burası, çocuklar da birer mahkûm…
Sabah erkenden kulaklarda testere gibi işleyen bir zil sesiyle bölünen uykular ve bir zil sesiyle başlayan mahpus hayatı...
Zil sesi…
Fırla yataklardan! Koş! Elini yüzünü yıka, üstünü başını giy, beşerli sıra ol, kahvaltı salonuna geç!
Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru ekmekler...
Sonra bir zil sesi daha…
Kitabını, defterini al, beşerli sıra ol! İki yıldır tamamlanmayan köprü inşaatına bakarak korkuyla geç iğreti, çürük tahtalar döşeli asma köprüden ve beş yüz metre ötedeki okula doğru sırayı bozmadan yürü!
Zil sesi…
Kırk dakikalık bir hücre hapsi: Üçgen, kare, dikdörtgen, alan, çevre, yükseklik... Kederi böl, hüznü çarp, özlemi topla, gurbeti çıkar...
Zil sesi...
Beş dakikalık hürriyet. Fakat hürriyet adına gittiğin her yerde: Koridorlarda, basamaklarda, bahçede… Eli değnekli gardiyanların çığlıkları:
“Burada bekleme!”
“Koşma!”
“Konuşma!”
“Aşağıya in!”
Daha aşağı iner inmez bir zil sesi daha ve bahçe gardiyanları:
“Zil çaldı!”
“Oturma!”
“Sallanma!”
“Konuşma!”
“Yukarı çık!”
“Sınıfa geç!”
Ve beş günlük bir talimden sonra açık görüş günleri...
Sabah erkenden pansiyonun bahçesine doluşan adamlar, kadınlar ve oğul veren arılar gibi uzak dağ köylerinden gelenleri, çepeçevre kuşatan gözleri mahmur oğullar, kızlar... Yolu kapalı köylerden, görüşe gelemeyen anne babaların, duvar diplerine çöken boynu bükük çocukları...
Yürüyorum. Nazan Hanım’ın dağıttığı düşüncelerimi bir türlü toparlayamıyorum. Nedense bulunduğum mekândan kilometrelerce uzağa düşüyorum hep.
Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar, bir isyan başlayacak ve sesler birbirine karışacak:
“Annelerimizi istiyoruz!”
“Burada okumak istemiyoruz!”
***
101 numaralı koğuşun kapısında duruyorum. Bütün ışıklar sönmüş. Upuzun koridorun ortasında sadece bir lamba yanıyor. Koridoru iyice aydınlatamayan lambanın zayıf, körsen ışığı eşliğinde, koğuşa varıyorum. Kapının ağzındaki ranzalardan biri boş! Gözlerim büyüyor, bin bir düşünce, birbiri ardına çarpıyor zihnimin duvarlarına. Bu soğukta? Firar mı? Yapamazlar, daha çok küçükler. Ama…
El yordamı ile ilerliyorum, ranzalarda yatan çocuk mahkûmları yokluyorum tek tek. Az ötedeki ranzada, bir yastıkta, iki çocuk başına değiyor ellerim. Küçük bir çocuk, kendisinden bir iki yaş daha büyük bir çocuğun koynuna sokulmuş, uyuyor. Gülümsüyorum. Bir anda tüm korkuları rüzgâra veriyorum, dağıtıp savuruyorum yürek yiyen korkuyu. Ranzasından firar eden bu çocuk, bir eliyle yatağına sığındığı çocuğun elinden tutmuş. Işıklar sönünce korkuyor, biliyorum. Yatakta büzülüp diğer çocuğa iyice sokuluşu, onun okula daha yenice geldiğini anlatıyor.
“Bırak uyusun!” diyorum kendi kendime,“Belki ağabeyini özlemiştir...”
Bir sonraki koğuş...
Rüzgâr uluyor camlarda...
Kanat sesleri...
Tedirgin kuşlar dönüyor pervazlarda. Ben içeri girince ürküp havlandılar belki.
Bu koğuşta, ikinci kat ranzadaki yatağından iyice sarkmış bir çocuk… Adım gibi biliyorum. O an koşuyor, yemyeşil, mor çiçekli bir yaylada bu çocuk. Her yanı çayır, çimen, çiçek... Yanağında tatlı bir gülümseyiş var. Ara sıra arkasına bakarak koşuyor. Onu kovalayan diğer çocuklar yetişemiyorlar, belli... Yüzü geriliyor birden, ardından gelen çocuklar onu yakalayacak. O, şırıl şırıl akan bir derenin karşı kıyısına geçecek şimdi. Gülüyor, daha hızlı koşmaya başlıyor, yatakta debeleniyor, şimdi atlayacak...
Gözlerimi kapatıp bu çocuğun düşlerine giriyorum. Koşarak dere yatağına yaklaşıp onun namına karşı kıyıya atlıyorum. Bir kuş gibi hafif bedenim; uçuyorum, ayaklarım boşlukta. Başım dönüyor yüksekten, yere inmek istiyor inemiyorum. Yanı başımda çayır kuşları, ötleğenler, kırlangıçlar, kelebekler... Birden, vücudumun olanca ağırlığı ile yere düşüyorum. Düştüğüm yer o derenin kıyısındaki yemyeşil çimenlerin üstü değil. Sert, soğuk bir zemine çakılıyorum. Düşlerim bölünüyor aniden. Uyku sersemi gözlerimi, büyük bir karanlığa açıyorum. Sarı, kırmızı çiçekler, yeşil ekinler, mor sümbüller, kırlangıçlar, kelebekler yok. Az önce gökte pırıl pırıl yanan güneş de... Ilık ılık kan sızmaya başlıyor şakağımdan. Ellerimi alnıma götürüyorum, ellerim kan oluyor.
İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım, sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan sarkan başını tutup usulca yastığına yerleştiriyorum.
Koridorun sağındaki son koğuş...
Hıçkırıklara boğulan bir çocuk sesi...
“Anne! Annee!”
Kapının ağzına çakılıyorum o an, bekliyorum. Rüzgârın o korkulu sesinden ve ara sıra koğuştan gelen bu sesten başka hiçbir ses yok koridorda. Çocuk tekrar inliyor:
“Annee! Annee!”
Akasyanın yarı çıplak dallarının gölgesi düşüyor karşıdaki duvara. Duvardaki gölgeler, bir kadın silueti oluyor aniden. Kadının arkasında da küçük bir çocuk beliriyor. Omzunda bir tırpan var kadının, tırpanın ucunda azık torbası... Bir eliyle omzuna attığı tırpanı tutmuş kadın, diğer elinde bir testi var. Akasya eğildikçe gölgeler titriyor duvarda. Yürüyor, ardına bakmadan gidiyor kadın. Bu kadın, bu koğuşta ağlayan çocuğun annesi. Çocuk annesinin arkasından koşup bağırıyor. Duymuyor kadın. Akasyanın dalları titredikçe arayı açıp uzaklaşıyor, küçük tepeleri aşıyor gibi önce kaybolup sonra yeniden çıkıyor kadın. Rüzgâr uğuldadıkça eğiliyor küçük dal, çocuk tökezleyip düşüyor, yere kapaklanıyor sonra kalkıp tekrar koşuyor annesinin ardından. Küçük adımlarıyla yetişemiyor ona. Annesinin ardından ağlayarak bağırıyor:
“Annee! Annee!”
Belki de bu çocuğun düşünü görüyorum duvarda.
Ayaklarımın ucuna basarak giriyorum içeri, sesin geldiği tarafa yaklaşıyorum. Yastığa kapanmış bir çocuk. Omzundan tutup yavaşça çeviriyorum. Korkuyla doğruluyor yataktan, uyumuyor. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra. Sesimi iyice kısarak soruyorum:
“Niye uyumadım yavrum?”
Ağlayarak cevap veriyor:
“Anneee! An-nee! Annemi…”
“Tamam! Tamam! Ağlama, sus! Arkadaşların uyanacak şimdi. Madem uyuyamadın, kalk bakalım, kabanını giy, haydi, tak terliklerini, gel benimle!”
Diğer koğuşları bu çocukla beraber kontrol ediyoruz, sonra ben önde o arkada, belletici öğretmen odasına doğru yürüyoruz. Odaya girince, gözleri ışıktan rahatsız oluyor, bakamıyor gözlerime, içini çekip ağlıyor sürekli. Konuşmaları hıçkırığa boğuluyor, dedikleri zor anlaşılıyor.
“Ağlama bakalım! Ağlama, sus, adın ne senin?”
İçini çekerek, kekeleyerek cevaplıyor:
“Iııh, ııh… Mir Seyit.”
“Hangi köyden geldin Mir Seyit?”
“Aşağı Civanlı.”
“Kaçıncı sınıfta okuyorsun?”
“Üç.”
“Nazan Hanım’ın sınıfında mı?”
“Evet.”
“Buraya ne zaman geldin?”
“Dö, dö, dört gün oldu.”
“Niye diğer arkadaşların gibi okullar açıldığında gelmedin? Bak, alıştı onlar.”
“Ben köyde okuyordum.”
“Köyünüzde okul vardı demek, buraya niçin geldin Mir Seyit?”
“Okulumuz vardı, ıhıııı, ıhıı, ıhıı...”
Ağlamaktan konuşamıyor, sakinleştirip sorguya çekiyorum bu uyku firarisini:
“Ağlama Mir Seyit! Ağlama! Öğretmeniniz mi yok? Tayin olup gitti demek, öğretmeniniz gidince okulunuz da kapandı anlaşılan.”
“Yok, öğretmenimiz de vardı. Vardı, ııhıııı, ıhıı, ıhııh...”
Tıkanıyor, boğuluyor, kekeliyor, konuşamıyor Mir Seyit. Göğsü inip inip kalkıyor, bir bardak su veriyorum, yutkunarak içiyor.
“Ağlama Mir Seyit! Bak, birinci sınıfta okuyan çocuklar bile ağlamıyorlar artık. Ağlama, hadi anlat! Niye köyünüzde okumadın?”
“O, o, okulumuzu yaktılar! Öğretmenimiz öldü! Babam da... Iııhıhıhhhı!”
“Kim yaktı Mir Seyit? Kim öldür...”
“Babamı... Babamı...”
“Tamam, Mir Seyit, yeter, ağlama!”
***
Bir zemheri ayazı doluyor odaya. Kuru dallar gibi titriyor bedenim. Rüzgâr, olanca şiddetiyle çığlık atıyor kulaklarımda, fırtına oluyor, kasırgaya dönüyor. Ağaçlar yaprak yaprak savruluyor; dağlar taş taş eleniyor o an. Ulu dağlar, engin ovalar, serin yaylalar, Kurşun sesleri eşliğinde geçip gidiyor önümden. Tüm dereler kan olup akıyor içime. Mir Seyit’ dönüyorum:
“Mir Seyit, ağlama, hadi sus artık! Sen şimdi yat, uyu! Sabahleyin konuşalım, olur mu?”
“Hayır, ben orada uyumayacağım, ben bu okulda okumayacağım, ben köye gideceğim.”
“İstersen burada, bak, benim yatağımda uyu. Işığı da açık bırakırım, olur mu?”
“Hayır, ben uyumayacağım, köyümüze gideceğim.”
“Ama gece, gidilmez şimdi, hem yollar kapalı, yollar açılınca gönderirim seni, gidersin.”
“Hayır, sabah olunca gideceğim.”
Kolayca ikna olacak, yatıp uyuyacak gibi değil Mir Seyit. Emsallerine göre güçlü kuvvetli, iri iri elleri, ayakları... Bir dağ çocuğu Mir Seyit, onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek; sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor…
“Mir Seyit, köyünüz buradan görünüyor mu?”
“Yok, görünmüyor, çok uzak...”
“Benim köyüm de çok uzak Mir Seyit” diye söyleniyorum kendi kendime.
“Köyünüzün dağları da mı görünmüyor Mir Seyit?”
“Onlar görünüyor.”
“Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.”
“Tamam.”
Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı... Ağrı’nın yan tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış Zor Dağları... Dağların koynunda tek tük ışıklar yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi, olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum. O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir Seyit usulca seslenip uyarıyor:
“Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu tarafta!”
“Haa, öyle mi?”
Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki dağları gösteriyor:
“Bizim köy işte ooorda öğretmenim. Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi. Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam hiç, yolu da biliyorum.”
“Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin. Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni arabaya bindiririz, gidersin.”
“Bizim köyün arabası yok ki. Herkes göçtü köyden, dört-beş tane ev kaldı.”
“Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına biner gidersin.”
“Ben Gaziler’e kadar arabayla gitsem, oradan köye gidebilirim, yakın.”
“Ama şimdi gidilmez Mir Seyit, bahar gelince...”
“Ama bahara daha çoook var.”
“Olsun, sen okula alışınca çabucak gelir.”
“Yok, çabucak gelmez.”
“Gelir, gelir, şu karlar erisin, hemen gelir.”
“Babam olsa, kışın bile at ile gelebilirdi. Babam ölmeseydi…” Yutkunarak devam ediyor, zor tamamlıyor sözlerini: “Bana bisiklet alacaktı…”
Cevap veremiyorum. Lafı dolaştırıyorum.
“Mir Seyit, yazın çok güzel oluyordur sizin köy, öyle değil mi?”
“Evet, ama kışın da güzel. Bizim köye bir gelseniz, çok güzel...”
Daha şimdiden yaylanın karını ayazını, kışını baharını, kurdunu kuşunu, çiçeğini, böceğini, otunu dikenini özlemiş, anlatıyor Mir Seyit. Altın çiçeği, mor süsen, kız kirpiği, gelincik, göğbaş, hezeran... Derelerde, tepelerde, kuytularda, koyaklarda boy verip çiçek açıyor. Devetabanı, kekik, yavşan, çoban yastığı... Tüm otlarla birlikte toprağı yarıp çıkıyor. Kangal, şeker dikeni, keven, çöven, köygöçüren, deveçökerten... Hiç bir diken batmıyor ayağına, köye doğru yürüyor, koşuyor tozlu yollarda… Ve kuşlar. Dağların, yaylaların kuşları: Yeşilbaş sunalarla, altın renkli angutlarla, allı turnalarla iniyor sulara Mir Seyit ve bir kınalı keklik sürüsüne koşulup süzülüyor dağlardan.
Ağlamıyor artık ama gözleri hâlâ nemli, gözleri pırıl pırıl yanıyor Mir Seyit’in. Artık uyumaya razı olur diye düşünüyorum:
“Haydi, Mir Seyit, koğuşa, yatağına gidelim! Biraz da orada anlat!”
“Tamam, ama yazın bizim köye geleceksin!”
“Olur, gelirim.”
Basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. Arkamdan terliklerini şıpırdatarak geliyor. Derin bir uykuda çocuklar. Koğuşa giriyoruz. Gri demirlere tutunarak yatağına çıkıyor, battaniyesini üstüne çekiyor Mir Seyit. Birkaç soru daha sorsam uyuyacak.
“Demek çok keklik oluyor sizin köyün dağlarında?”
“Evet, kar çok yağınca babam keklikleri canlı canlı yakalıyordu.”
“Öyle mi?”
“Tabii.”
“Nasıl? Keklikler uçmuyorlar mı?”
“Kar çok olunca uçamazlar kiii.”
“Anlat o zaman, baban keklikleri nasıl yakalıyordu?”
“Kar çok yağınca keklikler yem bulamıyorlar ya?”
“Evet.”
“Yem bulamayınca köye geliyorlar. Kanatları da kardan ıslanıyor. Kanatları ıslanınca uçamıyorlar. Babam keklikleri kovalayıp keklikler yorulunca da yakalıyordu. Babam olsaydı, bana bisiklet alacaktı öğretmenim...”
Yazın köye gidersem, beni babasının atına bindirecek Mir Seyit. Söz veriyor. Babasının çok güzel bir atı var. Ben ata binip dörtnala koşturacağım, o da bisikletine binecek, yarışacağız.
Sabah yaklaşıyor sanki. Geceden beri korkunun diliyle konuşan rüzgâr, susmaya hazırlanıyor. Sözleri seyrekleşiyor birden, göz kapakları ağırlaşıyor Mir Seyit’in, kanatları yorgun. Bedeni soğuk yatakta kalıyor, ruhu düşüyor yollara, dağların eteğindeki o köye doğru süzülüyor. Belki kar yağıyordur yaylalara. Taze karda bir keklik gibi batıp kalıyor Mir Seyit. Pencerenin pervazında dönüp duran bir üveyik süzülüyor koğuşa, Mir Seyit’in ranzasına konacak. Kapıyı açık bırakıp yavaşça çıkıyorum.
Mir Seyit’in gözleri, uzun süre gitmiyor gözlerimin önünden. Sanki karşımda... Odama giderken Mir Seyit’le konuşuyorum:
Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını. Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek. Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine. Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında, doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin, yemek bitmiş olacak, vermeyecekler. Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları. Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın yemekhaneden. Hastalanacaksın. Doktorsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek, öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle, ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda. Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın. Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın.
Unutacaksın Mir Seyit! Kulaklarında uğuldayan kurşunların sesini, okulunuzun duvarlarına sıçrayan kanı, seni köyden koparan ve bu soğuk duvarlar arasına süren canavar yüzlü adamları unutacaksın. Belki öğretmeninin yüzünü de unutacaksın; ama silinmeyecek hafızandan o mor dağlar, çiçekli yaylalar ve babanın yüzü. Her bahar, her bayram bekleyeceksin. Bekle Mir Seyit, baban sana bisiklet getirecek!
Kar yağıyor, rüzgâr suskun. Ranzaya atıyorum kendimi. Sessizlik. Her saniye, büyük bir çana vurulan tokmak sanki. “Çıt, çıt, çıt...” Kalkıp duvardaki saatin pilini çıkarıyorum. Susuyor saat. Sağa sola dönüp duruyorum yatakta. Uykular uzak, uykular kaçak. Ezik, yıkık, yorgunum. Gözlerimi kapatıyorum. O ihtiyar kadının elleri, o kerpiç ev, yer yatağı, Aşağı Civanlı Köyü, Mir Seyit’in babası, kurşunlanan öğretmen, duvarlarına kan sıçrayan okul, o okuldan sürgün olan çocuklar ve Mir Seyit...
O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum geceler bir bahane bulup odama geliyor. Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz. Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de babasının atına... O pedal çeviriyor telaşla, ben atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz.
***
Mart ayının başları... Hava ılık, bir cuma günü... Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları, kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım söğüt, akasyaya doğru eğiliyor.
Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle koğuşlara çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı” diyorum, gülümsüyorum.
Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun bahçesi her zamankinden daha kalabalık. Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında onlarca çocuk...
“Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye geçiriyorum içimden.
Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş, elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti izliyor.
Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar. Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç, bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete; direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor, pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti. Az sonra lojmanın penceresinden sarkan Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor:
“Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti! Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o çocukların içinde!”
Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor, Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor. Cumartesi günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını da… Eksik yok, teslim ediyorum çocukları.
Pazartesi sabahı…
Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum.
“Duydunuz mu?”
“Neyi?”
“Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.”
“Çocuğu bulamamışlar!”
“Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş, her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.”
“Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.”
“O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse gelmezdi.”
Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi, pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan:
“Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış?”
“Nazan Hanım’ın sınıfından...”
“Kim?”
“Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir Seyit imiş.”
“Mir Seyit mi?”
***
Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan olmalı ya da soğuk bir rüya…
Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları duymuyorum. Okulun bahçesindeki yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum. Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum. Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek.
Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi bir ifade…
“Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.”
***
Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği bir buz kütlesi oluyorum. Sanki binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan, kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor. Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem ne de çocuklar... Sınıfta bir tek ben varım, bir de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum, gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca bakıyorum dağlara…
Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğru tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor. Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor, daha hızlı yürümeye başlıyor.
Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa, köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na çıkıp bağırsa, köye duyulur.
Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir, ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan, yanakları acıyor.
Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki. Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir umutla bağırıyor sonra:
“Anneee! Anneeeeee!”
Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan. Bir an önce köye varmak için karların içine atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor. Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden, çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru geliyor.
Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru koşuyor, koşuyor, koşuyor...
(NOT: Bu hikâye, Kültür Bakanlığı’nın Osman Gazi Üniversitesi ve Eskişehir Valiliği ile birlikte düzenlediği YUNUS EMRE "SEVGİ" konulu yarışmasında birincilik ödülüne layık görülmüştür.)