Bir ihtiyar ile kızı
Bübüra Kıdıraliyeva, evin havalanmasını sağlamak için perdeyi ve pencerenin bir kanadını sonuna kadar açtı. Dışarıdan güneşle birlikte serin bir ilkbahar havası karşıladı onu. Temiz havayı doyasıya soludu. Atası, her zamanki gibi çoktan uyanmış, bahçe duvarının dibine çökmüş ve yine her zamanki gibi dizlerini dikerek oturmuştu. Kıpırdamadan saatlerce otururdu atası. Bakışlarını kâh Ala Dağ’a çevirirdi kâh ovaya; en çok da Çon Taş Geçidi’ne bakardı. Bübüra, onu seyrederken dudaklarına buruk bir gülümseme gelip yerleşir ve mırıldanırdı: “Ala Dağ’a bakmasın da nereye baksın zavallı! Yılları o dağın eteğindeki tuğla ocağında bekçilik yapmakla geçti. O artık hatıralarıyla yaşıyor…”
“İhtiyarlık zor!...” diye söylendi Bübüra, “Yaşlılık zor… Zavallı atacığım! Akranları birer birer öbür dünyaya göçtüler. Konuşacağı, dertleşeceği kişi sayısı bir elin parmaklarından daha az kaldı. Dizini dikip oturarak güneşlenmeyip de ne yapsın!”
“Günaydın ata!” dedi. Yine erken kalkmışsın?
- İhtiyarlayınca uykular da gelmiyor kızım; yatak, insanın vücuduna diken olup batıyor.
- Yine hatıralara dalmış gibisin. Tuğla ocağında bekçilik günlerine mi döndün? Yoksa yine Ala Dağ’a geyik avlamaya mı çıkmıştın?
Acı bir gülümseme yayıldı ihtiyarın dudaklarına. Kızı, hep sorardı bu soruyu; o da hep aynı cevabı verirdi. Yine öyle yaptı.
- İhtiyarlayınca insanın en iyi arkadaşı hatıraları oluyor kızım.
- Kahvaltı hazırlayacağım, az sonra çağıracağım seni. Kahvaltını sütle mi yapacaksın?
İhtiyar sabahları sıcak süte ekmek doğrayıp kaşıklamayı severdi.
- Sen bilirsin…
Bübüra, pencereyi açık bırakarak işine döndü. Ocağa sütü koydu. Evin derlenip toparlanması ve temizliğiyle uğraşırken bir taraftan sütün ısınması ve kaynamasına bakıyor diğer taraftan da pencereden dışarıyı, atasını gözlüyordu. Çok seviyordu atasını, çocukluğundan beri pek düşkündü ona. “Ne olur ne olmaz; gözüm üzerinde olmalı…” diye düşünüyordu.
Sessiz sakin, kimsenin işine karışmayan, çok az konuşan biriydi Kıdır Ali. Sorulduğunda kısa cevaplar verirdi; karşısındakine yetecek kadar, ne bir kelime eksik ne bir kelime fazla… Sanki konuşmaktan çekinir gibiydi. Bazı zamanlar sakin ve sessiz otururken birdenbire ellerini gözlerine, kulaklarına götürür, kapatır; bir şeyleri görmek veya işitmek istemiyor gibi bir hâle bürünürdü. Gözlerini ve kulaklarını kapattığı o anlarda büzülür, ufacık bedeni daha da küçülürdü; iniltiler çıkarırdı kesik kesik. Uykusunun içinde de inlerdi çoğu zaman… Çığlık atarak uyandığı da olurdu. “Ne oldu ata? Neyin var? Rahatsız mısın?” diye sorduğunda, hep aynı cevabı verirdi atası; “Kâbus görüyordum…” Doktora götürme teklifi yaparak “Hastaysan, bir rahatsızlığın varsa söyle!” dediğinde, “Yok, benim doktorluk bir şeyim yok, iyiyim, merak etme…” derdi.
Bübüra, pencereden bir kere daha baktı, “Sofra hazır!” diyecekti. Atasını yine o korkulu haliyle gördü. Kıdır Ali, kulaklarını kapatmış, dizlerinin üzerine iyice kapanmış, inliyordu. Seslenmedi, “Neyin var?” diye de sormadı. Sormuyordu artık… Biraz sonra uzun süren bir sessizliğe gömülür, sonrasında da normale dönerdi nasıl olsa. O zaman içeriye buyur ederdi. Tekrar odaya döndü. Ah çekerek söylendi.
- Ah! Atamın şu kâbus görmeleri olmasa! Bazen beni çok korkutuyor. Yıllardır unutamadığı, ona acı çektiren, kâbuslar gördüren hatıraları olsa gerek. Acaba nasıl bir olay yaşadı da aradan geçen bunca yıla rağmen bu kadar etkileniyor?
Bir çocuk…
Çingiz, on yaşında… Gecenin ilerleyen saatlerinde kapının sert bir cisimle vurulması ve “Açın, çabuk açın!” seslenmeleri uyandırıyor onu. Yarı uykulu, korku dolu kardeşlerine bakıyor; onlar da korkulu… Atası ile anasının kendi aralarında mırıltılı konuşmalarını, daha sonra da babasının kapıya doğru yürürken çıkardığı ayak seslerini işitiyor. Ömrünce hiç ama hiç unutamayacağı konuşmalar dolduruyor evin korku dolu sessizliğini.
- Törökul Aytmatov! Hazırlığını hemen yap! Seni tutukluyoruz!
Cevap sert, kararlı:
- Ben, Narın, Karakol ve Celalabad Komünist Partisi Komitesi’nin sekreteriyim. Beni tutuklayamazsınız. Ben tutuklanmayı hak eden bir suç işlemedim.
Bu cevap üzerine Çingiz’de gurur dolu bir rahatlık ve sevinç... “Benim atam büyük adam, önemli adam, ona kimse bir şey yapamaz,” diye düşünüyor. Ne var ki gece yarısı evlerini basan kimlerse kararlı…
- Çok konuşma Aytmatov! Sen bir halk düşmanısın! Çabuk giyin ve bizimle birlikte gel. Karşılık da verme…
Aytmatovların evinde, çaresizliğin verdiği kısa bir sessizlik yaşanıyor. Ardından Törökul’un umutsuz sesi:
- Hazırlanıp geliyorum.
- Çabuk ol!
Evde şaşkınlık… Anasının şoka girmiş, donuk bakışları… Atasının bakışları ve davranışlarıyla dik durmaya çalışan hâli… Törökul Aytmatov’un yaşadığı ruh hâlini dışarıya yansıtmadan, çocuklarıyla ve hanımıyla vedalaşması…
- Çocuklar sana emanet Nagima… Çocuklar, siz de annenizi üzmeyin; ona iyi bakın.
“Geleceğim, sabah dönerim, merak etmeyin…” gibi sözler yok… Kapının önünde biriken bir grup askerin arasında, karanlığın içine doğru yürürken dönüp dönüp bakıyor Törekul…
Çingiz, kapı önünde, atasının hayâlinden hiç gitmeyecek üzüntü ve umutsuzluk yüklü bakışları; başında, saçlarında gezinen şefkatli okşayışları; yanağına kondurduğu öpücüğün sıcaklığıyla bakakalıyor.
Nagima Hamzayevna’nın bakışlarına umutsuzluk, gözlerine yaşlar doluyor. Bir çocuklara bakıyor bir kocasını yutan gecenin koyu karanlığına… “Halk düşmanlığı” ithamının, kurdun yemeyi kararlaştırdığı kuzuya, “Suyumu bulandırıyorsun!” demesi türünden bir şey olduğunu biliyor. Ağladığını çocuklarına göstermemek için gözyaşlarını siliyor…
“İçeri geçin yavrularım,” diyor.
- Atanız suçsuz… Onu sabah bırakırlar…
Çingiz, “Sabahın ışıklarıyla birlikte atam da gelecek!” diye ümitleniyor; o ümitle, kardeşleriyle birlikte eve giriyor. Nagima, gecenin koyu karanlığına, iç çekerek bir daha baktıktan sonra kapıyı kapatıyor.
Bir ihtiyar
O sessiz, o pek az konuştuğu bilinen Kıdır Ali’nin kendi başına kaldığında, ne kadar da çok konuştuğunu bilseler başta kızı olmak üzere bütün komşuları şaşırırdı. Gözünü hiç kırpmadığı, o hiç bitip tükenmeyecek gibi pek uzun gelen gecelerde, dizini dikerek oturduğu bahçe duvarının dibinde günler boyu neler konuşurdu neler… Kendisi konuşur, kendisi işitirdi konuşmalarını, yakarışlarını, sızlanışlarını:
“Allah’ım! Neden beni bir tuğla ocağı bekçisi yaptın da bir yılkı çobanı olarak yaratmadın? Hiç olmazsa dağlarda atları görürdüm, yemyeşil manzaraları seyreder, temiz havayı ciğerlerime çekerek insanların vahşetini görmeden yaşardım… Allah’ım! Madem beni tuğla ocağı bekçisi olarak yaratacaktın da neden Çon Taş geçidindeki bu ocakta görev yaptırdın? Rızkımı başka yerlerdeki başka ocaklarda verseydin de bana kâbuslar gösteren, gözlerimin önünden hiç gitmeyen o kötülüğün şahidi yapmasaydın! Allah’ım! O geceyi yaşatmayacaktın bana, yaşatmayacaktın… Birkaç gün öncesinden Azraili’ni gönderip canımı alacaktın… Ah! Ben bu sırla nasıl yaşayacağım? Kızıma, kimselere söyleyemiyorum… Sır, içimde tonlarca ağırlığında bir taş olup vicdanımın üzerine abanıyor. Sırrın ağırlığına dayanamıyorum, dayanamıyorum!”
Bir çocuk
Çingiz, her sabah yeni bir ümitle uyanıyor ve atasının dönmesini bekliyordu. Heyhat, gelmiyor, gelmiyordu atası… Atasız yaşamak ne zor şeydi! “Gelecek!” diyordu içindeki ses, “Sakın ümidini kesme Çingiz, atan bir gün gelecek…” İçinde, kırıntı şeklinde de olsa bir ufacık bir umut vardı çocuğun, ah bir de atasının devlet tarafından suçlanmış biri olmasaydı! Çok üzülüyordu, çok! Bazı çocuklar karşılarına geçiyor, sırıtarak, defalarca yüzüne karşı haykırıyorlardı.
- Senin atan Turancı, senin atan Pantürkist, senin atan halk düşmanı… Atan mahkemede yargılanıyor… Atanı hapse atacaklar!
- Benim atam kimseye düşman olmaz! Benim atam suçsuz… dese de dinleyeni yok…
Bir gün anası, Çingiz’i ve diğer çocuklarını karşısına alıyor.
“Artık Moskova’da kalamayız yavrularım,” diyor.
- Kırgızistan’a, köyümüz Şeker’e dönmeliyiz; çünkü atanız hapse mahkûm edildi…
Kadın, “Atam, hapiste çok kalır mı? Hapisten ne zaman çıkar?” sorularını cevapsız bırakıyor. Çingiz, kendisini atasının suçsuzluğuna o kadar inandırmıştı ki yıkılıyor… Küçücük yüreği isyan ediyor:
“Benim atam halk düşmanı olamaz, suçlu olamaz! O, devletin dürüst, çalışkan bir memuru…” diye söyleniyor.
Bir taraftan da köye dönecek olmalarına da seviniyor Çingiz.
“Halamı çok özlemiştim, onu görürüz. Onu, masallarını, hikâyelerini özledim… Atam hapiste çok kalmaz. Suçsuzluğu kısa zamanda anlaşılır. Şeker’e, yanımıza gelir,” diyor.
Bir vasiyet
Kıdır Ali, bir gün yanına çağırdı kızını;
- Gel Bübüra, gel konuşalım…
Bübüra, hayret ederek atasının yanına gitti. Bugüne kadar sorularına cevap vermeyen atası, konuşmaya davet ediyordu. Acaba ne diyecekti? Kıdır Ali, zorlukla ayağa kalktı, duvara dayanıp bir süre öylece durdu, düşündü… Sonra tedirgin bakışlarla komşu evleri, bahçeleri kolaçan etti. Sanki yakınlarda birinin olup olmadığını kontrol ediyor, söyleyeceklerinin duyulmasını istemiyor gibiydi. Bakışlarını, yanına kadar sokulmuş bulunan kızına çevirerek;
“Kızım… Bana öyle geliyor ki son günlerimi yaşıyorum,” dedi.
“Allah gecinden versin ata,” diye söz arasına girdi Bübüra.
- Er veya geç Hak vaki olacak… Ölüm bana iyice yakın, bunu hissediyorum.
İhtiyar, yakın çevresini bakışlarıyla tekrar taradıktan sonra fısıltıya yakın bir sesle;
“Sana bir vasiyetim var,” dedi.
Bübüra, ihtiyar da olsa atasının ölecek olmasını kabullenemiyordu; dinledi.
- Kızım… Yıllar önceydi, sanırım 1938 yılıydı. Çon Taş geçidindeki tuğla ocağında bekçilik yaparken, bir gece, yüzlerce askerin ocağa geldiğini gördüm. Askerler yanlarında, elleri arkasından bağlı onlarca kişiyi getirmişlerdi. O zavallılar kimdiler, nerelerden ve neden getirilmişlerdi bilmiyordum; bugüne kadar da öğrenemedim. Karanlıktan, yüzlerini seçemiyordum. Kulübeme büzülüp kalmıştım korkudan…
Kıdır Ali anlattı, Bübüra dinledi… Konuşmasının sonunda Kıdır Ali,
“İşte böyle kızım,” dedi… Kimselere bir şey diyemedim, diyemezdim. Zarar görmememiz için senden bile gizledim. Sana vasiyetimdir: Söylediklerimi unutma! Sakın ha, kimseye de söyleme… Zaman ve şartlar söylenmeye uygun olduğun hâle geldiğinde yetkililere anlatırsın… Onlar da gerekeni yaparlar… Şartlar ne zaman uygun hâle gelir, onu da bilemiyorum…
Şeker köyünde bir çocuk
Şeker köyünde, halaları Karagözapa'nın evinde kalıyorlar. Köy, Moskova gibi değil… Moskova’ya göre çok küçük ve çok fakir… Atasız yaşamak ise ayrı bir dert… Atası hakkında tek konuşabildiği kişi anası…
- Atam ne zaman gelecek ana?
- Bilmiyorum balam.
- Ondan niye haber alamıyoruz?
- Bilmiyorum balam… Atanla birlikte tutuklananların hiçbirinden haber alınamıyor.
- Erkekleri hep askere alıyorlar. Böyle giderse okul da kapanacak. Çünkü evlerin, köy sovyetinin bütün işleri çocuklara kalıyor.
- Savaş bu oğlum… Yoksulluğa yoksulluk katar. Biz de canımızı dişimize takarak hayata tutunmaya, ayakta kalmaya çalışırız. Herkes bizim gibi…
Savaş, diğer çocukları olduğu gibi Çingiz’i de okulu bırakıp çalışmaya mecbur bırakıyor, tarlalarda bir yetişkin gibi çalışıyor. O, evin en büyük çocuğu, sorumlulukları var; kardeşlerine bakmak zorunda fakat henüz 14 yaşında bir çocuk. Okuma yazma bilen bir kişi olduğu için, çocuk olmasına rağmen, köy sovyetinde sekreter olarak görevlendiriliyor, sonra vergi toplama görevi veriliyor. Açlık, kıtlık içinde yaşayan halkından, insanların yakalarına yapışarak vergi almak ona ıstırap veriyor. Dayanamayıp bu görevinden izinsiz ayrılıyor ve hububat hâsılatı ekibinin muhasebe işlerine bakmaya başlıyor. Bir taraftan da atasının çıkıp gelmesi ümidiyle gözü hep yollarda oluyor… Savaş bitiyor, atası gelmiyor. Kendi kendine soruyor: “Bir cepheye mi gönderdiler acaba? Öldü mü, yaralı mı?” Bilen, gören yok; sorabileceği kimse de yok…
Çingiz, savaş sonrasında, yarıda bıraktığı okuluna yeniden dönüyor. Anası da teşvik ediyor onun okumasını. Yirmi beş yaşına geldiğinde, o bir veterinerdir artık. İçindeki ata özlemi daha da büyümüştür. Şöyle bir düşünüyor Veteriner Çingiz: “Atam, bir gece yarısı, alınıp götürüldüğünden bu yana tam on beş yıl geçti. Değil on beş, otuz yıl, kırk yıl geçse de köy köy, dağ taş dolaşıp atamı arayacağım… Ondan bir gün bir haber alacağım, atama kavuşacağım…”
Atasına Benzeyen Bübüra
Atası öldüğünden bu yana eli işe varmıyordu Bübüra’nın. Dizlerini dikip oturuyor, saatlerce Çon Taş Geçiti’ndeki tuğla ocağına bakıyor bakıyordu… Bir taraftan da kendi kendine söyleniyordu.
“Ah, benim atam! Sırrını bana yükleyip öbür dünyaya göçtün. Ne vardı anlatacak? İçinde kalsaydı da seninle birlikte gitseydi ya! Dayanamıyorum, sırrın ağırlığına dayanamıyorum. Yakınlarıma bile söyleyemiyorum. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü… Yöneticilerimizin kulağına giderse eziyet ederler, öldürürler beni. Sır sahibi olup da bir başkasıyla paylaşamamak pek zor… Şu ihtiyar vücudum, bu ağır yükü çekemiyor artık; her gün çuval çuval yük taşısam bundan iyi… Ağzımdan bir söz çıkıverecek, bir komşuya söyleyivereceğim, diye ödüm kopuyor. Bu yüzden konu komşudan uzak durur oldum. Kendi kendime söylenip duruyorum. Ata! Sonunda beni de kendine benzettin. İşte, ben de sen gibi dizlerimi dikip oturuyorum; bakışlarımı da tuğla ocağından ayıramıyorum… Ah benim atam! Sırrını da kendinle birlikte götürmeliydin, götürmeliydin…”
Yazar Çingiz
Savaş, kıtlık yılları, atasız ve arkasız büyümek pişirmiştir Çingiz’i. Duygu ve düşünce yüklü bir insan olup çıkmıştır. Duygu ve düşüncelerini, hatıralarını, köyünün ve ülkesinin insanlarını yazıyla anlatmak ihtiyacını duymaya başlamıştır. Yazmaya başlar. Kalem ve kâğıt onun dert ortağıdır artık. Birikimleri, gür bir pınar coşkunluğunda ilham olarak, konu konu doğmaktadır. Yazdıkça rahatlar. Önce “Gazeteci Cüyo”, sonra “Aşım”, daha sonra “Sıpayçı”, ardından “Yüz Yüze” adlı hikâyelerini yazar. Hikâyeleri gazete ve dergilerde yer alır.
1960’lı yıllarda, otuzlu yaşları yaşamaktadır ve artık olgunlaşmaktadır Çingiz. “Al Elma” adlı hikâyesi, daha sonra “İlk Öğretmenim”, “Steplerden Dağlardan” ve “Elveda Gülsarı” adlı kitapları yayımlanır. Eserleri sevilerek okunmakta, adı ünlenmekte, edebiyat dünyasında ondan övgüyle söz edilmektedir.
Çingiz, bütün bu sevindirici gelişmelere rağmen içinde büyük bir özlem taşımaktadır; ata özlemi… Atası Törökul Aytmatov, kendisi gibi çok sayıda insanla birlikte mahkeme edildikten sonra bilinmeyen bir yere alınıp götürülmüştür. Atasından da arkadaşlarından da bir türlü haber alınamamıştır. Çingiz, mahkeme edilenlerin akıbetini öğrenmek istemişse de öğrenememiştir. Yirmi küsur yıldır atasının izini sürmüş ve bir türlü bulamamıştır.
1970 yılına geldiğinde artık kırk yaşını aşmıştır Çingiz. Atasını, ölü veya diri bulamamış olmanın üzüntüsünü yaşamaktadır. Artık onca yıldan sonra bulamayacağını da düşünmeye başlamıştır. Atasından ayrı yaşayan, ona kavuşmak isteyen fakat kavuşamayan bir çocuğun hikâyesini yazmayı arzular. Bu arzu, zamanla büyür, dayanılmaz bir istek olur. İçinden gelen bu isteğe uyarak yazmaya başlar. Çocuğa bir ad vermez; fakat o çocuk kahramanıyla özdeşleşir. Kendi yerine koyduğu çocuk, Isık Göl’deki bir gemide çalıştığını öğrendiği atasına kavuşacağı günü hayâl eder, dürbünle beyaz bir gemiyi gözler… Bir balığa dönüşecek, balığa dönüştükten sonra derede yüzmeyi öğrenecektir:
“Sonra tutunduğu dalı bırakır, akıntı onu setin taşlarına değinceye kadar sürüklerdi. Zaten soluğunu da ancak oraya kadar tutabilirdi. Burada sıçrayıp suyun yüzüne çıkar, dallara tutuna tutuna yine kıyıya gelirdi. Bıkıp usanmadan aynı şeyi tekrarlar, günde yüz defa yapabilirdi bunu. Yeter ki bir balık gibi yüzebilsin… Neler vermezdi suda balık olmak için…” (s. 32)
Çocuk, balık olup yüzmeyi de öğrendikten sonra yüzerek ta Isık Göl’e ve beyaz gemiye kadar gidecek ve atasına kavuşacaktır. Hayâllerini, atasına kavuşma konusundaki umutsuzluğunu satır satır işler Beyaz Gemi adlı uzun hikâyesinde:
“Dürbünü ufka çevirdi ve nefesini tuttu. Tamam! Geliyordu! Gemiyi görür görmez her şeyi unuttu: Taa orada, Isık Göl’ün mavi, masmavi yüzeyinde, büyük, beyaz gemi süzülüp geliyordu. Hey güzel gemi hey!” (s. 35) “Uzun uzun baktı gemiye. Ne zaman bir balığa dönüşeceğini, çaya atlayıp yüze yüze ona, o beyaz gemiye ne zaman ulaşacağını düşünüyordu hep…” (s. 36) “Ve o gün, Isık Göl’de gemicilik yapan atasının da bu beyaz gemide olabileceğini, orada çalıştığını düşünmüştü. Sonra bu düşünceye tamamen inandırdı kendisini.” (s. 36)
Atasına kavuşmak hayâlde bile güzeldi. Hayâlini, eserine satır satır işledi:
“…bu dalga benim, o dalga senin derken yüze yüze beyaz gemiye kavuşurdu:
“Merhaba beyaz gemi, ben geldim, ben!” derdi. Her zaman yolunu gözleyen, sana dürbünle bakan bendim!
O zaman gemideki insanlar şaşırarak o harikayı görmek için koşup geleceklerdi. Ve yine o zaman gemici babasına seslenecekti:
- Selam ata! Ben senin oğlunum, seni görmeye geldim!
- Sen nasıl benim oğlum olursun, yarı insan, yarı balıksın!
- Sen beni gemiye çıkar, senin oğlun oluveririm!
- Çok tuhaf! Pekâlâ, gel de görelim!
Atası ağ atıp onu sudan çıkarır, güverteye alırdı. Orada o, yine insan çocuk oluverirdi. Sonra… Ya sonra?... Sonra beyaz gemi yoluna devam ederdi. O, atasına başından geçenleri, bütün bildiklerini anlatırdı.” (s. 39)
Hikâyesinin kahramanı çocuk, hastalandığı, ateşler içinde kıvrandığı bir gün; çok sevdiği, hâmisi çoň atasının yine çok sevdiği maralı öldürmesine dayanamaz. Atasına kavuşma vaktinin geldiğine inanarak kendini derenin soğuk sularına bırakır.
“Birden kendini soğuk bir çay kenarında hissetti. Balık olmuştu. Her şeyi vardı: Kuyruğu, balık vücudu, balık yüzgeçleri… Yalnız başı değişmemişti; üstelik de gittikçe ağrısı artıyordu. Çaya atladı. Soğuk, derin, karanlık sularda yüzüp gidiyordu.” (s.163- 164)
Atası Törökul Aytmatov’a kavuşma ümidi kalmamış olan Çingiz, umutsuzluğunu eserine aksettirecek ve kahraman çocuk, derenin gür suyuna kapılıp gidecekti.
Bağımsızlık Kazanılınca
Kırgızistan ülkesi bayram ediyordu; çünkü bağımsızlık kazanılmış, bayraklar gönderlere çekilmişti. Halkın üzerindeki kızıl Sovyet baskısıyla birlikte halktaki korku, tedirginlik, güvensizlik de kalkmıştı. Bübüra da sevinen, gururlanan, yaşlı bir Kırgız Türk’ü idi. “Yaşım seksene varıp dayandı. Şükür Rabbim. Ölmeden önce bana hürriyeti yaşattın, devletimizin kurulduğunu gösterdin…” diye söyleniyordu. Bir gün aklına atasının vasiyeti geldi. “Zaman ve şartlar uygun olduğunda yetkililere anlat, herkes bilsin…” demişti atası. “Yıllarca taşıdığım bu sırrı, ülkemin idarecilerine anlatmalıyım artık,” dedi. Korkmuyordu; güveniyordu ülkesinin idarecilerine; onlar Ruslar gibi değildi, kendisine bir zarar vermezlerdi… Dizleri onu zor taşıyor, beli ağrılar içinde kopacak gibi oluyordu; öyleyken yürüyüp vardı yetkililerin görev yaptığı binaya; en yetkili kişiyi buldu; anlattı, anlattı…
- Adım Bübüra… Çon Taş Geçiti’ndeki tuğla ocağında bekçilik yapan ve Hakk’ın rahmetine kavuşan Kıdır Ali’nin kızıyım. Atam, bana bir sır vermiş ve saklamamı istemişti. Zamanı geldiğinde anlatmamı vasiyet etmişti. Bugüne kadar sustum. İşte zamanı geldi, anlatıyorum. 1938 yılında, atam, tuğla ocağında bekçilik yaparken, bir gece, askerler, onlarca kişiyi getirip orada kurşuna dizmişler. Atam, korkudan kimselere bir şey diyememiş. Bana, öz kızına bile söylemedi. Öleceği zamana yakın günlerin birinde anlattı. Ben de bugüne kadar sustum, sabrettim… Atam demişti ki; “Ateş emri veren komutlar, tüfek sesleri, kurşun vınlamaları, çığlıklar, yüzlerce tüfekten çıkan yüzlerce mermi, gecenin karanlığını yırttı. Çon Taş, ötelerdeki köyler, Ala Dağ, Ala Dağdaki silah sesleri ve çığlıklarla inledi. Sesleri, insanlar, havyanlar, kayalar, ağaçlar, herkes her şey duymuş olmalıydı. Tuğla ocağının hemen dibindeki polis lojmanlarında oturanlar da duymuş olmalıydılar. Ne polis lojmanlarında oturanlar, ne de Çon Taş köylüleri, kimse; ne o gecenin sabahında ne de ertesi günlerde, “Akşam o silah sesleri neydi, o çığlıkları, feryatları atanlar kimlerdi?” diye sormadılar.” Böyle demişti atam Kıdır Ali…
Yetkili kişi, hayret içinde, ağzı açık bakakalmıştı.
“Stalin zamanıydı… Çok canlara kıyıldı o yıllarda, çook…” diye söylendi.
Bübüra rahatlamıştı artık. Üzerinden bir dağ kalkmış gibiydi. Atasının vasiyetini yerine getirmenin ve sırrı paylaşmanın rahatlığında, evine doğru yürüdü…
Çingiz’e Gelen Telefon
Birkaç gün sonraydı… Çingiz Aytmatov’un telefonu çaldı. Kırgızistan devlet görevlilerinden biriydi.
- Çingiz Bayke… Çon Taş Geçiti’ndeki eski tuğla ocağında bir toplu mezar varmış. Bir yaşlı kadın ihbar etti. O kadının anlattığına göre orada, onlarca kişiyi kurşuna dizerek toplu hâlde gömmüşler. Devlet Başkanımız Asker Akayev, hemen bir kazı yapılmasını buyurdu. Sen, atan Törökul Aytmatov’un izini sürüyordun. Belki…
Çingiz heyecanlandı…
“Teşekkür ediyorum,” dedi. Kazı yapılırken orada bulunacağım…
Çingiz, o gün Çon Taş Geçiti’ndeki tuğla ocağında hazır bulundu. Orada, kendisi gibi, kaybolan yakınlarının izini süren başkaları da vardı; büyük bir kalabalık birikmişti. Kazı başladı, kepçe ve küreklerle, özenli bir çalışma yapılıyordu. Evet, bir toplu mezardı burası. Elleri arkalarından bağlı iskeletler çıkmaya başlamıştı. Cesetlere ait kemikler, özenle ayrı ayrı konuluyordu. Elbise eskileri, düğmeler de çıkıyordu kazıdan. Binlerce mermi kovanı da bulundu kemiklerin yanında.
Çingiz, atasını ölü bulacakmış gibi bir hissin içindeydi; üzülüyordu. Stalin zamanında pek çok kişinin ortadan kaldırıldığını biliyor, atasının da o şekilde can verenler arasında bulunabileceğini tahmin ediyordu. Bu tahmin, onlarca kişinin kemiklerinin çıkarılmakta olduğu bu toplu mezar başında kuvvetlenmeye başlamıştı.
Kazıda çalışan işçilerden biri, ceket cebine benzeyen bir kumaş parçası bulmuştu. Cebin içinden bir kâğıt parçası çıkararak bir yetkiliye verdi. Yetkili kişi, eline aldığı sararmış kâğıda bakarak sessiz okumaya başladı. Sonra yanındakilere döndü.
- Burada 138 kişi, basmacı, Turancı, ırkçı, ajan, Pantürkist olmak ve halk düşmanlığı yapmak suçlamalarıyla kurşuna dizilmişler. Öldürülenlerin listesi de var.Listedekilerin çoğu Kırgız Türk’ü. Uygur, Tatar, Kazak Türkleri de var. İlginçtir; İranlı, Alman ve Çin asıllı Sovyet vatandaşlarının adları da yazılı… İki kişi de kadın…
- Kırgız Türklerinden kimler var? diye sordu bir kişi.
Yetkili kişi, önemli bir belge olarak gördüğü için, elinde özenle tuttuğu sarı kâğıda döndürdü bakışlarını.
- Kırgızistan millî alfabesinin mimarı Kasım Tınıstanov… Turan Birliği’nin savunucusu Bayalı İskayev, büyük siyaset adamı Erinbek Esenamanov, Kırgızistan’ı millî eğitime geçirmek için emek veren Yusuf Abdrahmanov….
Yetkili kişi, elindeki ölüm emrinden adları tek tek okuyor; her okunan ad sonrasında kalabalıktan homurtular yükseliyordu. Kırgız Türklerinin 1930’lu yıllardaki ileri gelenlerinden olup da ortadan kaybedilen ve o güne kadar ölü veya diri bulunamayanların adları duyuluyordu: Cienbayev, Osmankul Aliyev, Abdıkadır Orazbekov, Temirbayev, Şarukov, Erdineyev, Abdıkadir Orazbekov, Yoldaşov, Saldayev, Çantakiyev…
Yetkili, bir ara, başını sarı kâğıttan kaldırdı ve Çingiz’e dönerek;
“Törökul Aytmatov…” dedi.
Çingiz, yıkılır gibi oldu. Çukurun dışına sıralanmış kemiklere baktı. Onlardan biri, atasına aitti demek ki… Elli dört yıldır içinde taşıdığı ata hasreti, kavuşamamışlık, gözyaşı olarak taştı. Bulunduğu yere çökerek ve kemiklere bakarak hıçkıra hıçkıra ağladı.
“Ata,” dedi, ata! Elli yıldır seni arıyordum. Nerelerdeydin? Burada, zalimlerin kurşunlarıyla mı can vermiştin? Sonunda kavuştum; ama böylesine kavuşmak denmez, denmez…
Mayıs/2010, Denizli
(Kardeş Kalemler, Sayı 42, Haziran 2010)
Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010
Çoň ata: Dede