TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Bucak’ta Harman Zamanı-5

HARMAN YERİNDEN KURTULMA-GÜNÜMÜZDE HARMAN ZAMANI
VE
GEÇMİŞİN YAD EDİLMESİ

Yoksa deliğin ağzı çabucak dolar ve atılan samanlar geri dökülmeye başlardı. Delik dolunca yardımcı varsa deliğe girer ve samanı samanlığın ötelerine aktarırdı. Buna “delik eşme “ denirdi. Delik eşme çok zor bir işti. İnsanın ağzı burnu tozla dolar, nefes alınamayacak duruma gelinebilirdi. Delik eşme görevi genelde koca yabayı kaldırıp samanı atamayan küçüklerindi, yani biz çocukların. Çocuk yoksa samanı kim götürdüyse deliği de o eşerdi.

Saman taşıma işi de bitince “kes harmanı” sürülürdü. Tınazlar savrulurken elenen keslerin hepsi bir yerde biriktirilirdi. Harmanımız çok olduğu için kesimiz de çok olurdu. Bir aktarma harmanı büyüklüğünde kes harmanımızın olduğunu hatırlıyorum. İşte harman yerinde yapılan en son iş bu keslerin oluşturduğu bu harmanı sürmekti. Kes harmanının sürülmesinde fazlaca uğraşılmazdı. Çünkü ne kadar sürersen sür kesler erimezdi. Ancak kes içindeki ovalanmamış başaklar dövenle ovalanıp kaybolunca kes de sürülmüş kabul edilirdi.

Kesten oluşan tınaz da savrulunca artık ”harman yerinden kurtulma “ vakti gelmiş sayılırdı. Kes tınazından çıkan arpa-buğday karışımı çeç,unu yumuşak olduğundan genelde ekmeklik olarak değerlendirilirdi. Bu arada bütün tınazların altı iyice süpürülür, biriktirilen badaslar da son iş olarak savrulurdu. Badaslardan elde edilen taneler çok “batık” olurdu. Yani içinde toz, taş vb, çeşitli maddeler bulunurdu. Badas zahiresinin mutlaka bol suyla yıkanması gerekirdi. Değilse ancak tavuk yemi olurdu. Tavukların tüketemeyeceği kadar çok olan badasımızı kuyumuzun başında yıkardık. Bazı komşularımız çevrede bulunan İncirhanı çeşmesi gibi bol sulu yerlere giderek badas buğdaylarını yıkarlardı.

Badaslar geniş zamanlarda yıkanırdı. Harman yerinden önce kurtulanlar henüz kurtulamayanlara yardıma gelirlerdi. Bu yardım harman yerindeki her işin işlenmesi şeklinde olurdu. Hayvan gücüne ihtiyaç yoksa tınaz savurma gibi insan gücünün gerektiği yerlerde yardımcı olunurdu. Bir yıl Kara Dedemgil’in, bir yıl da teyzemlerin bize böyle yardıma geldiklerini hatırlıyorum. Ayrıca at arabası olanlar da zahire ve saman çekmede öküzle çalışanlara yardıma gelirlerdi.

Dedem Hacı Ömer Oğlu Hasan, o yıllarda çok yaşlıydı ve kasabada otururdu. Harman yeri vaktinde Mıncıraklı’ya bir-iki kere gelirdi. Geleceğinde birileriyle haber gönderir ve eşeğimizi getirtirdi. Genelde ağabeylerimden biri eşeğe semerini koyar binerek dedeme götürürdü. Dedem eşeğe binmiş olarak bazen elinde açılmış bir şemsiyeyle gelirdi. Onun geldiğini gören yakın ve uzak komşularımız gelip elini öperek “hoş geldin Hasan emmi veya Hasan dayı” derler hürmet ederlerdi. Dedemin bize ziyarete gelmesinden çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Çünkü dedem bize geldiğinde Babadağı Eriği denen mavimsi yeşilimtırak renkli iri eriklerden getirirdi. Bu erik onun Oğuzhan Mahallesi’ndeki bağında bulunur ve tam da harman zamanında olgunlaşırdı. Dedemin ayrıca ala şeker ve fırın ekmeği de getirdiğini çok iyi hatırlıyorum. O dönemlerde dedemin getirdikleri gerçekten bizim için bulunmaz tatta yiyeceklerdendi. Bütün bunlardan öte dedem gelince bizi okşar, severdi. Bembeyaz sakallarının yüzüme temasını bugün gibi hatırlıyorum.

Balkan, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı gazisi dedem Hacı Ömer Oğlu Hasan Konu

Dedem gelince ikimiz birlikte öğle uykusuna yatardık. Onunla bir saatliğine de olsa yatmak içimi tarifi mümkün olmayan bir duyguyla doldururdu.Bu duyguyu da bugün yaşamışım gibi gayet net olarak hatırlıyorum.  Dedem kardeşler olarak hepimize ayrı ayrı değer verirdi. Babama harmanlarla ilgili olarak çeşitli sorular sorardı. Tarlaların ekinlerinin nasıl olduğunu, falanca tarlanın kaç araba sapının geldiğini falan sorardı. Babam ve anam da dedeme karşı çok saygılı davranırlar, ne sorarsa cevabını verirlerdi. Aldığı cevaplardan memnun olan dedemin değişmez övgülü sözü  “Oh oh oh! Maşallah, maşallah çok güzel olmuş!” demesiydi. Ayrıca dedem atların kullanımı konusunda da babamı uyarır, onların aşırı bir şekilde yorulmaması, iyi beslenmeleri için neler yapması gerektiği hususunda öğütlerde bulunurdu. Bizde bir gün kalan dedem akşam serinliğinde eşeğe binerek kasabaya dönerdi. Herhalde dedemin hem maddi, hem de manevi olarak bize verdiklerinden ötürü onun sık sık gelmesini isterdik, ama o az gelebilirdi. Bazen de halalarımla veya onların çocuklarıyla bize çeşitli yiyecekler, aletler gönderirdi.

Harman yeri zamanında az önce belirttiğim erik, şeker vb. yiyeceklerin önemi çoktu. Çünkü o zamanlar bağlarda çeşitli meyveler bulunmazdı. Her şeyden önce ağaçların iyi yetişmesi için akarsu yoktu. Kuyulardan çekilerek taşınıp sulama ise yaz sıcaklarında yeterli değildi. Karapınar Köyü’nden birilerinin harman yeri zamanında iri iri “ziraat armudu” getirdiklerini hatırlıyorum. Eşek veya ata yüklenmiş sepetlere doldurulan o armutları harman yerlerini dolaşarak satarlardı. Yine aynı köylülerin erik getirip sattıklarını da hatırlıyorum. Babam herkese birer ikişer tane düşecek sayıda armudu tarttırır alırdı. O armutların tadını daha sonraları yetiştirdiğimiz armutlarda bir türlü bulamadığımı da itiraf etmeliyim.

Harman yeri zamanında Nalbant Osman, Nalbant Kel Ali gibi nalbantlar da gezici hizmet verirlerdi. Eşeklere heybe ve öküz nallamada kullanılan çatalı yükledikleri gibi harman yerlerini gezerlerdi. Bizim Mıncıraklı Harmanyeri’nde at ve öküzlere nal çakıldığını ilgiyle izlediğimi unutmuyorum.

Harman yeri zamanında çingenelerin de geldiklerini hatırlıyorum. Yaylı arabalarıyla gelip bağımızın batısındaki bir tarlaya konaklayan çingeneler atları için yem ve saman istemeye gelirlerdi. Bazıları karşılıksız olarak yem ve saman istedikleri halde bazıları da kendi yaptıkları keski, yular, örük, kalbur, holus, demir dirgen gibi değişik araçlarla değiş-tokuş yaparlardı.

Harman yerinden kurtulduktan sonra kısa bir süre dinlenilir mevsime göre yeni işlere başlanılırdı.

1970’li yıllara gelindiğinde çevremize bazı yenilikler gelmeye başladı. Bir yaz günü bağımızın ön tarafındaki tarlalardan birine biçerdöver denen bir araç geldi. Sarıoğlu’nun tarlasındaki buğdayı biçiverdi. Bu aracın nasıl çalıştığını görmek için mahalleden pek çok kişi izlemeye gitmiştik. Fakat ekinler çok yukarıdan biçilmişti, tarlada çok ekin sapı kaldığı için pek beğenilmedi.

Sonraki yıllarda Afyonkarahisar ve Konyalılar biçerdöverleriyle geldiler. Onlar da çok yüksekten biçtiler. Ayrıca ekinin anızları hep yere döküldüğü için saman ihtiyacını karşılayamama korkusu vardı. Biçerdöverin anızını getirip harman yapan ve eskisi gibi dövenle sürenler oldu. Ama bu anızların sürülmesi çok zordu. Çünkü anızlar dövenin altında yuval yuval oluyor, döven bir türlü eritemiyordu.

Biçerdövercilerin özen göstermemeleri ve zayiatın çok olması, saman ihtiyacının zor karşılanması biçerdövere ilginin çok geç oluşmasına neden oldu. 1970’li yılların ortalarına doğru Deli İbrahim lakaplı İbrahim Akıncı’nın oğlu Ali Akıncı( “Hökümet” ) “kara patoz” denilen bir araç getirdi. Herkes bu aracı da çalışırken seyretti, inceledi. Traktörün kuyruk miline bağlı bir kasnağın gücü uzun ve enli bir kayış aracılığıyla patozun kasnağına ulaşıyor, patozun içinde hızla dönen demirler atılan sapı eritiyordu. Dirgenlerle atılan saplar bir çırpıda malama olarak patozun arkasından dökülüyordu. Patozdan çıkan malamanın tınaz yapılarak savrulması gerekiyordu. Patozun samanı çok yumuşak, tozlu ve kılçıklıydı. “Bu samanı mallar yemez” diye pek çok hemşerimiz kara patoza itibar etmedi. Eski usullerle harmanını işlemeye bir süre daha devam ettiler.

Hökümet Ali patozun altına bağladığı bir düzenekle yine kara düzen bir savurma mekanizması ekledi. Bu mekanizma ek bir kayışla patozun kasnağına bağlıydı ve patozun kasnağı dönünce savurma da devreye giriyordu. Bu savurmayla samanın tozu gerçekten uçup gidiyordu. Malamayı da birazcık savurduğu için halk bu sefer patoza itibar etmeye başladı. Ekini biçerdöverlere biçtiriyor, anızı toplayarak patozdan geçiriyorlardı. Kasabamızda ve köylerde bu düzende pek çok patoz oldu. Yine bu yıllarda kasabamız ve köylerine pek çok traktör girdi. Atlar ve öküzler yavaş yavaş devreden çıkmaya başladı.
Halk ekini daha tabandan biçtirebilmek için biçerdövercilere sigaralar, yemekler taşıyordu. Onlar da bunu kötüye kullanıyorlar, daha tarlaya başlamadan “Dayı, cara getir! Dayı, yemek getir, açız!” gibi isteklerde bulunuyorlardı. Bunlar getiriliyor,”ikram” ediliyor, sonra biçerdöver onun tarlasına yöneliyordu. Ekin sahibi tarlaya girmeye hazırlanan biçerdöverin önüne düşerek tarlanın anından yürüyor, fırdolayı tarla dolaşılıyordu.

Savurmalı patoz

1970’li yılların sonlarına doğru savurmalı patozlar çıktı. Savurmalılar taneyle samanı çok güzel bir şekilde ayırdıkları için halk tarafından tutuldu. Bilhassa samana çok ihtiyacı olanlar yine orak makinelerine ekinlerini biçtiriyorlar, savurmalı patozla dövüyorlardı. Kara patozlar bir anda devreden çıkarak yerlerini savurmalı patozlara bıraktılar. Aynı yıllarda Bucaklı hemşerilerimizden bazıları da biçerdöverler aldılar. Hatırladığıma göre kasabamıza ilk biçerdöveri Arif Ağa (Arif Akıncı) getirdi. Daha sonra Yalancıoğulları, Gilikler (Hüseyin Türker), Ahmedinin İbrahim (İbrahim Deryal), Gümüşoğlu Süleyman (Süleyman Gümüşsoy),Ütücü (Mustafa Coşkun), Gotanak (Hüseyin Aytaç) ,Türüdünün Ali (Ali Mutlucan) gibi hemşerilerimiz biçerdövercilik yaptılar. Hemşerilerimizin biçerdöver almasıyla ekinlerin daha tabandan biçilmesi de öğrenilmiş oldu. Halkın ihtiyacı ve isteğine uygun olarak ekinleri biçilmeye başlandı.

Ali Mutlucan biçerdöveriyle Bucak Ovası’nda-1970’ler

Harman yerlerinde bu yıllarda artık harmanlar her yıl biraz daha azalmaya başladı. Yollarda da at arabaları ile kağnılar da azalmaya başladı. At arabaları ve kağnıların yerini renk renk, çeşit çeşit traktörler alıyordu. Babam kendisi kullanamamasına rağmen 1970 yılında ilk traktörü almıştı. Traktörü alınca çok sevdiği kır atlarını sattı. Zavallı Keçeli Bucak dışında bir yere satılmıştı. Bir yaz günü anam Keçelinin o ironik sesiyle kesik kesik değişmez kişneyişini duydu. Keçeli koşulu olduğu arabayla ana yoldan geçiyordu. Aynı şekilde üç kere kişneyen eski atlarını gören anamın gözlerinin dolu dolu olduğunu ve Keçeli’nin koşulu olduğu arabayı gözden kayboluncaya kadar izlediğini hatırlıyorum.

Bir süre daha biçerdöver anızlarının saman yapılmasından sonra yine Afyonkarahisarlılar ve Konyalılar’ın kasabamıza getirerek çalıştırdıkları saman makineleri büyük ilgi görmeye başladı. Kasabamız esnaflarından Ali Başarır ve kardeşleri BUMAK adıyla bir saman makinesi imal ettiler. Seri bir şekilde üretilen BUMAK saman makineleri her yerde büyük ilgi gördü. Artık orak makineleri ile batözler devreden çıkarak yerlerini biçerdöverler ve saman makinelerine bıraktılar. Biçerdöver ekini biçiyor, saman makinesi samanı yaparak römorka dolduruyordu. Dolan römork götürülüp ihtiyaç duyulan yere boşaltılıyordu. Her şey çok kolaylaşmıştı.

1990’lı yıllara gelindiğinde artık harman yerlerinde tek ekin harmanı görünmez oldu. Ancak bazı harman yerlerinde küçük küçük nohut harmanları olurdu. Büsbütün hasat işleri tarlada makinelerle çok kolay bir şekilde ve kısa sürede işleniyordu.1990’lı yılların sonlarına doğru saman makinelerine balya makineleri de eklendi. Bunlar anızı istenilen kalınlıkta parçalıyor ve balya yapıyorlardı.

Bucak’ta üretilen saman makinesi

2010 yılına gelindiğinde balya makinelerinin yanında saman makineleri de büsbütün terk edilmedi. Barak, Harımcık, Çubukiçi, Kışlacık, Kalkanca, Onaç Yakası gibi yamaç tarlaların çoğu artık ekilmez oldu. Kasabamızın bazı engebeli bölümlerinde yine savurmalı patozlar kullanılıyor. Ama çocukluğumuzda bizim de fiilen çalıştığımız harman yeri işleri tamamen ortadan kalktı. Yaklaşık olarak en az dört ay süren harman zamanı şimdi birkaç haftaya düştü.
Harman yeri kültürü de diyebileceğimiz yüzyıllarca süren bir zamanda oluşturulmuş bir kültür de tarihteki yerini aldı. Artık kavrama ve orak makinesi ile ekin biçme, eynel, orak, ellik, dergi, dirgen, harman yeri bastırma, sap çekme, harman, harman yeri, atanak,  malama, aktarma, yaba, tınaz, namlı,  döven, döven taşı (çakmak taşı) çekgi, boksak, tıraf, honu, holus, kes, bereket taşı, eyef, kağnı, kağnı çulu, koca yaba, samanlık deliği, delik eşme… gibi pek çok deyim ve kelime de sadece yazıda kaldı.

Müzede yerini alan tarım araçları

Harman yeri kültüründe kullanılan orak, ellik, dergi, dirgen, yaba, döven, çeç küreği, holus gibi araçlar yeni nesle aktarılabilmesi için müzeler ve koleksiyonlardaki yerini aldılar.

Ellikler

Her gündönümünde “ak, gök belli olmaz” sözünü hatırlarım. Hazirandan sonra sanki koşar adım gelen temmuz ayı bende  bir anda eski orak günlerini çağrıştırır.

Ne zaman ekin biçtirmek için tarlaya gitsem tarlalarda rahmetli babacığımın ayak izlerini, Keçeli’nin o hırçınlığını, Molla’nın kayıtsızca hamuta yüklenişini görür gibi olurum.

Kızılciğer’den her geçişimde üçayağıyla Kızılciğer’den Eskiköy’e bıkmadan, usanmadan yürüyen ve Mehmet Ali’nin ölümünü sanki haber veren sarı öküzü hatırlarım.

Sahibinin “kıryah, kıryah, kıryah” seslerini alamayıp anlayamayıp anasını kaybetmiş sevimli sıpacıkların sıcakta yollarda o tazecik sesleriyle sanki ağlayışlarını yeniden duyarım.

Her temmuz geldiğinde babamın yardımcılarını, çalışanlarımızı ve on yük yedi kilelik ortakçı payını hatırlarım.

Kağnıların, at arabalarının geçtiği eski tozlu yolları her düşünüşümde masum yavukluları ve tertemiz aşklarını hatırlarım.

Cevizler Harmanyeri’nin kuyusu örümcek bağlamış

Daracık yollardan geçtikçe Döl Kuyusu, Karanlıkdere ve Kocaharmanyeri’nde, Dikilitaş’ta, Kızılciğer’de ve öteki harman yerlerinde sıra sıra göbekli harmanları hayal ederim.

Öğle sıcağında yorgun, bezgin at ve öküzlerin o hayattan ve her şeyden bıkmış halleriyle sanki uykudaymış gibi döven dönüşlerini görür gibi olurum.

Dövenlerin üstünde en az at ve öküzler kadar yılgın, yorgun ve bitkin bir halde ayakta uyuyan kendimi ve benim gibi olanları görürüm. 

Karaali Kuyusu Harmanyeri balyalarla dolmuş.

Beş dakikalık soluklanma ve dinlenme anlarında gölge tarafına yoğurt kesesi asılmış küçücük bir çardağın altına sığınmaya çalışan, yarı beline kadar güneş gelmiş yaşlı çiftçileri hatırlarım.

 Kara Dedem’in dizi üstüne geliverip kavramayla ekin biçişini, su dökülmüş gibi kara sakallarına siyim siyim inen terleri hatırlarım.

 Hasan Dede’min o aksakallı haliyle eşeğin üzerinde Mıncıraklı’ya gelişini hatırlarım. Dede’min heybeden çıkarıverip de sanki uzatıverdiği o Babadağı Eriğinin ya da kan kırmızı alalı ak şekerinin tadını damağımda yeniden duyarım.

Balya makinesi

Topakyer’den her geçişimde kesiğin başında devrilen sap yüklü at arabasının arka tekerleğini bilmeden yine döndürürüm.

Yaz yağmurlarının tıpırtılarında harman yerinin o günlerdeki telaşını hep duyarım. Kavruk toprağa düşen ilk damlalarla çıkan toz bulutçuğunun içinden burnuma hatta beynime kadar gelip işleyen fırından yeni çıkmış taze ekmek kokusu kadar tatlı o toprak kokusunu yeniden hissederim.

Yaz yağmurlarında, sabah çiylerinde oluşan hani o ıslak saman kokusu vardır ya o ıslak saman kokusunu duyar duymaz hayalimde Mıncıraklı Harmanyeri’nin en dik köşesine attığımız ve tepesinde başakların çimlendiği o ıslak göbekli harman yeniden canlanır.

Bugün biçerdövere ekin biçtirirken hilallerin, çörtüklerin, püreğenlerin, acı otların kokuları etrafa yayılırken, taa burnunuza kadar yine geliverir. Otların o taze kokusunu duyunca saman tozundan yanan genzim tıpkı yıllar önceki gibi yine yanar.

Molla Abdullah Kuyusu :Çölde tek başına gibi-Sadece kuşların mekanı olmuş
Ay ışıklı yaz akşamlarında ve gecelerinde Antalya-Burdur karayolunda ilerleyen yorgun kağnıların gıcırtılarını yeniden ve bütün tazeliğiyle yine duyarım.

Döl Kuyusu’nda, Deliktaş’ta, Molla Abdullah Kuyusu’nda, Kelleci Kuyusu’nda sanki daha şimdi çekilmiş kovadan buz gibi suyu dudaklarımın kenarından yanan bağrıma döke döke sanki yeniden içer, serinlerim.

Kelleci Kuyusu’nu dikenler sarmış

Ben buralardan geçip giderken kuşluk vaktinde kolanla sırtına sarılmış, boynu devrilmiş halde uyuyan çocuğu görürüm. Bir elinde yemek bakracı, diğeriyle yürüyen yavrusunu sanki asılıp çeken, belinde ekmek çıkınıyla orak tarlasına ya da harman yerine doğru hızlıca yürümeye çalışan fedakâr anamın, teyzemin ya da ablamın önünde saygıyla eğilirim.

Yıllar geçse de o günleri yaşayan demircisinden saracına, döven ustasından ellik, dirgen ve yaba ustasına, nalbandından çingenesine, armutçusuna, çakmaktaşçısına harman yeri bağışlayıcısına, kuyu kazıcısına kadar tüm çilekeş insanımızı hayal ederim. Onları hayal ederken insanı ve hayvanıyla hepsini birlikte gayretlerinden, fedakârlıklarından dolayı imrenerek yeniden selamlarım.

Ellerimi göğe açarak o günlere emek verip bu dünyadan göçüp gidenlerin hepsine Yüce Mevla’dan bol bol rahmetler dilerken hatıraları önünde saygıyla bir kere daha eğilirim.

Yolumun düştüğü her harman yerinin önünden bu duygularla gözlerim dolu dolu geçer giderim.

Rahmetli babam Gözlüklü  Mustafa ve iki arkadaşı adliye önünde–1951

Bucak’ın uzunca bir döneminde verdikleri emek, gösterdikleri çalışkanlık ve fedakârlıklarıyla birer adım öne çıkanları bir bir yeniden hatırlarım. Başta rahmetli babam Gözlüklü Mustafa (Konu) ve onun şahsında tüm harman zamanı çalışanlarını gönülden bir kere daha yâd ederim.

 Onların da beni hissettiklerini hayallenir mutlu olurum.

Bucak/ 12.07.2010

SON