21 Haziran günün döndüğü gündür.21 Haziran en uzun gündüz ile en kısa gecenin oluştuğu tarihtir. Bugünden itibaren gündüzler kısalmaya, geceler uzamaya başlar. Gün dönümünden sonra gerçekten de doğada gözle görülür bir değişiklik, hızlı bir ilerleme izlenir. Ekinler daha bir sararır ve olgunlaşırlar, yaz meyveleri sırasıyla bir bir çıkar. Kısacası insan emeğinin derlenip toplanmasına başlanır.
Her gün dönümünde olduğu gibi bu yıl da on yıllar öncesinden günümüze kadar yaz günlerini düşündüm. Büyüklerimiz “Gün döndüğünde ak-gök belli olmaz…” derlerdi. Bu söz üzerinde uzun uzun düşünürdüm. Ak ile göğün belirsiz ve karmakarışık olması demek doğanın renk değiştirerek ekinlerin hasada doğru yol alması demekti.
Mayıs ayının başında bağlara göçülürdü. Mıncıraklı’daki bağımıza her yıl 1 Mayısta göçerdik. Aralıktaki komşularımız bizden biraz sonra göçerlerdi. Ama hemen hepsi de er geç mutlaka yazlamaya gelirlerdi.
Her gün dönümünden sonra tatlı bir telaş başlardı. Çünkü büyük ölçüde insan gücüyle işlenecek olan harman zamanı yaklaşmış olurdu. Hele hele ekinler “ütmelik” olunca telaş artardı. Tarlaya gitmek için bazı hazırlıklar yapılmalıydı.
(Ütmelik: Ekinin yeşilden sarıya döndüğü andaki mum gibi renkli haline ütmelik denir. Buğday bu duruma geldiğinde çalı alevinde ütülerek pişirilip yendiği için ütmelik adını almıştır.)
Her şeyden önce ekin biçmeden harman yeri sonuna kadar gerekli olan aletler hazırlanmalıydı. Rahmetli babam öncelikle orak ve ellikleri hazırlardı. Orak ve ellikleri bulundukları yerden çıkarır, eyeğilerdi. Şayet oraklar yetersizse perşembe günleri pazara gittiğinde Demirci İrbelek’ten en iyilerini alır gelirdi. Orakla birlikte diğer aletlerin de bakımını yapardı. Dergilerin ve dirgenlerin kırık parmaklarını değiştirirdi. Babama göre “aletin iyisi insanı yormaz”dı. Bu düşünceyle hemen her yıl paraya hiç acımadan en iyisinden bir iki dirgen, dergi, yaba alırdı. Dirgen, ellik, dergi ve yabayı Öteyakalı Hoyraz Dayı’dan (Osman Tutum) alırdı. Yeni yabaların desenleri çok hoşuma giderdi. Yaba ustası yaptığı yabaya katrandan öyle desenler çizerdi ki beyaz ağacın üzerinde bütün tonuyla kırmızı katran rengi kendini gösterirdi. Rahmetli dedem kasabada oturur o da iyi bir alet, iyi bir at görünce hemen alır babama gönderirdi. Babam, dirgen parmaklarının birleşim yerine ıslatıp yumuşattığı gönden kestiği sırımları (deri şeritler) sıkıca sarar ve çivilerdi. Bu işlem yapılmazsa dirgenin parmakları çabucak dağılırdı.
Babamın bir çift kır atı vardı. Bazı komşularımızın ise öküzleri vardı. Bütün işler bu hayvanlara gördürülürdü. Onun için atlar ve öküzler de harman zamanına hazırlanırdı. Öküz ve atların nalları kontrol ettirilir, genellikle de nalları yenilenirdi. Gezici nalbantların harman yerlerinde nal çakmalarını büyük bir merakla izlediğimi hatırlıyorum. Nalbandın suntıraçla tırnağın cansız bölümünü büyük bir dikkatle ince ince alışını, yanında getirdiği pırıl pırıl yanan yeni nalı tırnağa ölçüşünü ve ayarlayışını, “tıkı tık, tıkı tık” diye ahenkli bir ses çıkartarak nalı çakışını, çivi uçlarını kesip yamışını, sonra da törpüyle tırnağı düzenleyişini bütün inceliğiyle hatırlıyorum.
Atların nalı kolayca çakılırdı. Ama öküzler yıkılarak ayakları yukarı gelecek şekilde özel olarak kesilmiş üçayaklı bir ağaca bağlanırdı. Böyle bağlanan sarı bir öküzün gözünün yere doğru sarktığı bugün bile gözlerimin önündedir.
Babamın hemen herkesinkinden çok ekini olurdu. Önceleri ekinin tamamı “ kavrama orak” denilen elle biçilirdi.
Babamın çok ekini olduğu için kavramayla biçim çok uzun zaman alırdı. “Orak makinesi” denilen zamanın harika araçları çıkınca FAHR marka küçük boy bir makine aldık. Bu makinenin hikmeti görülünce ertesi yıl küçük FAHR marka makineyi satıp en büyük FAHR marka orak makinesini biz aldık.
Atların çektiği bu makine babama büyük bir kolaylık sağlamıştı. Her yıl orağa başlamadan önce babam bu makinenin de bakımını yapardı. Paletli koca tekeri söker gresle iyice yağlardı. Hemen her yıl bıçakları kırık olanlarıyla eskiyenlerini değiştirirdi. Bunda da çok titizdi, çünkü yeni bıçak iyi keserdi.
Anam ve komşu kadınlar da oraktan önce bir takım hazırlıklar yaparlardı. Oraktan önce bir gün çamaşır yıkanırdı. Bir gün de bolca yufka ekmek pişirilirdi.
Her yıl mutlaka bir Cuma gününde orağa başlanırdı. Cuma namazını kılmak için hep birlikte Hacı Ömer Ağa Camii’ne giderdik. Babam namazdan sonra kır atları orak makinesine koşumlar besmeleyle o gün sembolik olarak yakındaki bir ekinin bir bölümünü biçerek orağa başlardı.
Her yıl bizim gibi komşularımız da Cuma namazından sonra hasat işine besmeleyle başlangıç yaparlardı. Bundan sonra artık her günün sabahı daha güneş doğmadan herkes orak için tarlalarına doğru gitmeye başlarlardı. At arabası olanlar arabalarıyla giderler, kağnısı olanlar ise eşeklere binerek giderlerdi. Çünkü öküzler gerçekten çok ağırkanlı hayvanlardı, tarlaya geç varırlardı. Öküzü olanların genellikle tek eşekleri olurdu. Yiyeceklerin ve su testisinin konduğu heybe eşeğin semerine ardılırdı. Evin hanımı eşeğe biner, erkeği ise eşeğin yanında veya ardında yaya olarak yürürdü. Çocuklar da varsa biri eşeğin arkasına biner küçük olanı heybeye konurdu. Heybedeki çocuğun sadece başı gözükür, çevreyi seyrederek giderdi.
Eşeklerin yeni doğmuş sıpaları arkadan başıboş olarak gelirdi. Ama yollarda araba ve eşek kalabalığı olduğu anlarda sıpalar annelerini yitirir o taze sesleriyle henüz ilk anırışlarını gerçekleştirirlerdi. Onların o ilk anırışlarında çıkardıkları tazecik sesi ağlayan küçük bir çocuğun sesine benzetirdim. Sahipleri ise onları “kıryah, kıryah, kıryah…”diye çağırırlar, annelerini bulmalarına yardımcı olurlardı. Bazılarıysa annelerini bulamazlar, yolda tezikmiş olarak kalakalırlardı. Çünkü sıcak çökmeden tarlaya ulaşmak ve serinlikte biraz çalışmak isteyen sahibinin acelesi olduğundan eşeğin sıpasını bırakır giderdi. Sıpacık akşama kadar tozlu yolda nereye gideceğini bilemez, yoldan gelip geçen başka eşeklerin ardına düşmek ister, onun annesi olmadığını anlar, sonra yolun ortasında yine kalakalırdı. Ancak akşamüzeri dönüşte kendi annesini bulabilirdi. Bazı gençlerde ise o zamanlar alınması pek zor olan bisikletlerine binerlerdi. Bisikletleri yoksa onlar da tarlaya yaya olarak giderlerdi.
Ekin biçmeye gidecek insanlar bir gün önceden ayarlanır ve tarlaya varılırdı. Çalışacak kişi sayısına göre belirlenen her bölüme bir “eynel” denilirdi. En başa eynelin sonuna kadar dosdoğru gidebilecek biri geçirilirdi. Eynelin sonuna varılınca desteler toplanarak yığın yapılırdı.
Ekin orak makinesiyle biçilecekse atların çektiği orak makinesi tarlaya sokulur, tablası yatay olarak yere indirilir, küçük tekerleği sökülerek tablanın ucuna bağlanır, tabla ayarları da yapılarak ekin biçmeye hazırlanırdı. Babam elinde dizginler olduğu halde bir taraftan atları sürer bir taraftan da tabla dolunca desteciyi etkinleştirerek deste attırırdı. Desteler her sırada aynı yerde atılarak düzenli bir şekilde sıralanırdı. Destelerin düzenli olmaması ayıplanırdı.
Tarladaki ekinin tamamı bu şekilde biçildikten sonra desteciler de desteleri toparlayarak yine düzenli bir şekilde yığınlar oluştururdu. Destenin kucaklanma kuralları vardı. Bu kurallara uyarsan koca desteyi kolayca kucaklayıp yığına taşıyabilirdin. Şöyle ki; ekinlerin kök tarafı sağına gelecek şekilde yanaşılır, orağın ucu sağ elinle destenin altına dik olarak sokulur, sağ kolunun dirseğiyle desteye bastırılır, sol el ve kolunla da alttan kavranarak kucaklanırdı.
Destecilerin hemen ardından dergici işe koyulur. Destelerden kalan başaklar dergiyle toparlanarak yığına taşınırdı. Dergicinin çok dikkatli çalışması gerekirdi. Çünkü destelerden geriye hiç başak kalmamalıydı. Çünkü ”bereketin hangi başağın içinde olduğu bilinmez”di, onun için hiçbir başak bırakılmamalıydı.
Bir yıl komşularımızdan Abdullah Akıncı babama birlikte çalışmayı önerdi. Onun çok eski durumda olan FORDSON MAJOR marka bir traktörü vardı. Bu traktör çok güçlüydü. Sesi arka arkaya iki türlü çıkardı. Önce sanki “harım”, sonra da “hendek” derdi. Onun için traktörün adı “Harımhendek” olarak söylenegelmişti. Ama Harımhendek, akümülatörü olmadığı için kendisi çalışamazdı. Ya diğer komşumuz Etkafa Oğlu Hayri Uysal’ın tek silindirli Steyır marka küçücük traktörü asılıp çalıştıracak veya çok seyrek olarak yoldan geçen başka bir traktör Harımhendek’i çekerek çalıştırır ya da konduğu rampadan aşağıya hep birlikte itekleyerek çalıştırırdık. Çalışma anında tarlada iken Abdullah Dayı, Harımhendek’i kesinlikle stop etmezdi. Bir dağ veya yamaç yakınında çalışılırsa o zaman yamaca kadar gider rampada motoru durdururdu. Büğüş’te bir öğle vakti bu şekilde yamaca kadar giderek Harımhendek’i orada durdurduğunu hatırlıyorum.
İşte Harımhendek adını verdiğimiz bu traktöre FAHR marka orak makinesi bağlanarak bir yıl ekin biçildi. Atlara göre tabi çok daha rahattı. Ne de olsa hayvan gücü devreden çıkmış, yerini motor gücüne bırakmıştı. Traktör makineyi düzenli bir şekilde çekiyor, makineye konan oturaktaki kişi ise desteciyi yönetiyordu. Henüz çok küçük olduğum için her işin üstesinden gelemiyordum. Ama her işi de yapmak isterdim. Bir gün Bağbaşı’nda sarnıcın yanında bulunan tarlamızdaki ekini biçecektik. Bana desteciyi yönetmek işi düştü. Oturağa güzelce oturup tutundum. Traktör yürüdü, ekin biçilmeye başladı. Makinenin tablası doldu ama ben bir türlü desteciyi devreye sokamadım. Abdullah Dayı da hiç ardına bakmıyordu. Ha şimdi yaparım, ha şimdi desteyi attırırım diye bir yandan uğraşırken tablanın üstü iyice doldu, ekin yığıldı da yığıldı. Sanki minik bir harmancık oldu. Ama bir türlü desteciyi işletemedim. İşte tam bu sırada Abdullah Dayı arkasına bakıverdi. Tablanın durumunu görünce bir “cık cık cık” çekti, traktörü durdurdu, birazcık geri getirdi, sonra da bana “destecinin koluna bas” dedi. Ben de dediklerini aynen yaptım, koskocaman bir deste minik bir harman olarak hışırdayıp iniverdi. Meğerse desteci ara sıra böyle tutukluk yaparmış. O da bana denk gelmiş.
Kızgın sıcakta geçen bu olaydan başka Harımhendek’in ön lastiğinin patlayarak parçalandığını da çok iyi hatırlıyorum. O zaman Bucak’ta Harımhendek’e uyacak bir tek ön lastik bulunamadı. Çünkü ilçedeki toplam traktör sayısı iki elin parmakları kadar yoktu. Traktör parçası da elbette bulunmayacaktı. Ön lastiğin Abdullah Dayı’nın babası rahmetli İbrahim Ağa ( Akıncı) (Deli İbrahim) tarafından Antalya’dan bulunup getirildiğini çok iyi hatırlıyorum.
Tüm ekinini kavramayla biçenler de çoktu. Her gün sabahın erken vaktinde evden çıkarlar ve akşama kadar kavramayla ekin biçerler, akşam vakti yorgun argın eve dönerlerdi. Kara Dede’min (Kirli oğlu İbrahim Avcıl) kavramayla ekin biçişi çok muhteşemdi. Ellikleri ve orağı çok iyi olurdu. Bir dizinin üstüne geliverişi ve çelevreyi kavrayışı, orağı çelevrenin tabanına vuruşu çok ustacaydı. Çelevreyi çok büyük tuttururdu dedem. Eli dolunca biriken ekinleri hemen desteye atmaz, koluna biriktirir de biriktirirdi. Pek çok seferde biçtiği çelevreleri kolunda sanki küçük bir deste oluncaya kadar biriktirdikten sonra ancak desteye koyardı. Kara Dede’m sıcağa fazlaca aldırmazdı. Ramazan ayının denk geldiği yaz günlerinde bile çalışmaya ara vermez, siyah sakallarına siyim siyim inen ter damlalarını arada bir sakallarını sıvazlayarak siler, kuyunun başına giderek kafasına döktürdüğü bir kova soğuk kuyu suyuyla serinlemeye çalışırdı. Şapkasının kenarlarına tutturduğu uzun yağlık, boynunun sanki gölgeliği gibi olurdu. Dedem çalıştıkça ya da bazen geliveren sıcak yaz esintisiyle yağlığın uçları sallanırdı. Çoğu kavramacıların olduğu gibi Kara Dede’min üzerindeki gömleği de akşama kadar terden ıslanır, yol yol beyazlaşarak sanki rengini değiştirirdi. Akşam eve geldiğinde çıkarıp kenara koyduğu iş gömleği yere yığılmaz, terden kolalanmış gibi sertleştiğinden sanki korkuluk yeleği gibi dimdik ayakta dururdu. Babam orak makinesini aldıktan sonra Kara Dede’min ekinlerini de biçerdi. Ama dedem, makinenin çalışamadığı yamaç tarlalarındaki ekinlerini yine kavramayla biçerdi. Kara Dedem o zamanın çiftçilerine güzel bir örnekti, diğer çiftçilerin durumu da dedemden farklı olmazdı.
Yamaçlardaki tarlaların ekinleri kesinlikle kavramayla biçilirdi. Çünkü buralar eğimli ve mandal adı verilen dar ve taşlı alanlardı. Mandallarda ve yamaç tarlalarda orak makineleri kesinlikle çalışamazdı.
Ekinlerini kavramayla biçenler tarlaya vardıklarında at arabası varsa arabanın altına su testisini ve diğer yiyeceklerini indirirlerdi. Yoğurt kesesi varsa arabanın bir yerine asılırdı. Küçük bebek varsa arabaya bir yel beşiği (salıncak) kurulurdu. At arabası yoksa aynı işlemler yakında bir ağaç varsa onun gölgesinde yapılırdı. O da yoksa iki-üç küçük dal ile bir gölgelik yapılır onun altına konulurdu. Bebekten büyücek bir çocuk varsa o da bebeğin yanında bırakılırdı. Bebek uyanırsa diğer çocuk salıncağı sallayarak yeniden uyumasını sağlardı. Yine ağlarsa annesine çağırırdı. Anne bebeği emzirir ya da karnını doyurur, altını alır büyük çocukla ikisini yine gölgede bırakırdı. Bazen büyük çocuk da bunalır davı tutar, anneye iş keserdi. Aldatılır, avutulur ve küçük çocuğa bakması sağlanmaya çalışılırdı. Ekinler eynel tutularak biçilir, biçilir, biçilirdi. Zaten küçük olan diğer çocuk kardeşiyle ne kadar ilgilenebilecekti ki. Küçük çocuk toprağı avuçlar, ağzına götürür, ağzı çamurla dolardı.
Çubukiçi’ne böyle bir orağa gittiğimizi hatırlıyorum. Şoförpınarı’nın güney üst tarafındaki yamaçta bulunan bir tarlaya at arabamızla gitmiştik. Kocaman bir kayanın üzerinde bir çıtlık ağacı vardı. Arabayı oraya yanaştırdılar, eşyaları da çıtlıkla birleşen koca kayanın gölgesine koydular. Çıtlık dallarına getirdiğimiz urganla hemen bir salıncak kurdular, kardeşim Mehmet’i yatırdılar. Çok küçük olduğum için benim güneşe çıkmamamı tembihlediler. Onlar ekin biçmeye başladılar. Biraz sonra kardeşim uyandı, anamı çağırdım. Anam kardeşimi salıncaktan indirerek gölgeye oturttu, bana da onunla ilgilenmemi söyledi, tekrar ekin biçmeye gitti. Orada en son hatırladığım ise Mehmet’in ağzı ve çenesinin kıpkırmızı çamurlu halidir. Belli ki onunla ilgilenemedim ve o da kırmızı dağ toprağını ağzına doldurmuş olmalıydı.
Öğle vakti olunca biçilen ekinler yığınlar yapılarak tarladaki gölgeliğe gelinirdi. Birisi tarlaya getirilen atları veya eşeği çeker, eline su testisini de alarak en yakın kuyuya giderdi. Kuyuda hem hayvanlar sulanır hem de testi soğuk su ile doldurulurdu. Tarlada kalanlar kuyuya gidenin gelmesine kadar sofrayı hazırlarlardı. Asıldığı yerden yoğurt kesesi indirilir, çanağa çıkarılan süzülmüş katı yoğurt suyla ezilerek yumuşatılırdı. Tarlaya genelde ya bulgur pilavı ya da domates aşı götürülürdü. Sulu yemeklerin götürüldüğü de elbette olurdu ama ağırlık bulgur yemeklerindeydi. Süzgün yoğurtla bulgur pilavı iyi giderdi. Hele bir baş da soğan olursa başka bir şey istenmezdi. Yalnız çoğu zaman nereden haberleri olursa karıncalar mutlaka pilava musallat olurdu. O zaman pilavın üst bölümü alınıp atılarak karıncalar temizlenirdi. Malzeme getirilmişse salata da yapılır veya sadece domates doğranarak yenilirdi. Bazen de toz şeker suda eritilerek basit ağda yapılır taş gibi bulgur pilavı bununla itilip yutulmaya çalışılırdı.
Tarla yakınsa evin gelini veya hanımı tarlaya arkadan gelebilirdi. Evdeki işleri bitirdikten sonra yufka ekmekleri koyduğu büyücek bez çıkını beline sarar, çocuğunu kolanla sırtına yüklenir, aş bakracını bir eline alır, diğer eliyle de öteki çocuğun elinden tutarak sıcakta tarlaya yetişiverirdi.
Mandallardaki ekinlerin biçiminden sonra kağnı ve arabanın işlemediği Sazak’ın çok bölümleri, Barak, Tepebaşı, Harımcık, Çatalan, Onaç Yakası’nın üst bölümü, Çubukiçi’nin bir bölümü, Kalkanca, Kışlacık’ın bir bölümü v.b eğimli yerlerde ekin yığınları insanlar tarafından sırtlarında taşınarak düz bir yerde toplanıp harman yapılırdı. Birkaç yerde işlemek yerine bir yerde sürüp savurmak daha iyiydi. Buralardan elde edilen saman ve zahire de çuvallanarak eşeklerle eve taşınırdı.
Bazı çiftçiler tarlaları uzak olduğu için tarlada yatıya kalırlardı. Yukarıda belirttiğim dağ tarlalarında kesinlikle yatıya kalınırdı. Tarlanın tüm ekini biçilinceye kadar birkaç gün süreyle tarlada yatılırdı. Komşumuz Ali Paşa Oğlu Halil Dayı Kuyucak’taki ekinlerini biçip bitirinceye kadar evine hiç gelmezdi. Kara Mustafa (Tulum) Tepebaşı’nda, Osman Ali’nin Mehmet (Acat) Barak’ta, Avşar Süleymanı (S.Dağlı) Harımcık’ta, Ömer Konu ve Kırı Çatalan’da, Misiri Kalkanca’da, Ayıcı Alisi (A.Damarcan) Onaç Yakası’nda yatıya kalan çiftçilere örnekçiftçilerdendi.
Babam her yıl en az bir yardımcı çalıştırırdı. Bu yardımcı orak başlayınca işe başlar, harman yerinden kurtulunca ayrılırdı. Her işinde babamın bir numaralı yardımcısı olan bu kişi yaz boyunca aileden birisi olurdu. Mustafa Dilek, Mehmet Hayta, Süleyman Torun, Abdullah Akan hatırladığım yardımcılardan bazılarıdır. İsmail Aksel (Patirik) ise babamın candan arkadaşı ve destekçisiydi. Bununla birlikte hemen her yıl babamla birlikte orak bitinceye kadar ortaklaşa çalışan bir çiftçi de olurdu. Bu çiftçi, arabasıyla babamın orak makinesini izler, ona günümüzün deyimiyle lojistik destek sağlardı. Yiyecekler, yataklar, yedek alet ve araçlar, orak makinesinin yağları, atların yemi ve samanı bu arabayla taşınırdı. Babama yanaşan bu çiftçinin ekinleri de orak boyunca biçilirdi. Bu yanaşma durumu için babamın hangi şartlarda anlaştığını ise o zaman çok küçük olduğum için bilemiyorum. Bu çiftçiyle birlikte çalışma durumu orak sonunda biterdi.
Babamın ve babamla birlikte çalışanların da orak zamanı süresince eve geldikleri az olurdu. Çünkü her günün akşamı eve gelinecek olursa bu iş çok daha uzun sürerdi. Örnek olarak söylemek gerekirse Kestel Gölü yatağındaki tarlaların ekinlerini biçmek için gidilirse o bölgedeki ekinler biçilinceye kadar kesinlikle eve dönülmezdi. Ancak çalışanlara yemek götürülürdü. Gücük oğlu Mehmet(Gönen) ,babamla o yıl birlikte çalışıyordu. Bir seferinde Dikilitaş Mevkii’nde konaklamışlar. Harman yerine yatakları serip yatmışlar. Gecenin bir yerinde yatağın altından bir canlı yatağı itmeye başlamış. Yatağı kaldırınca bir yılan fırlayıp gitmiş. Meğerse yatak bir yılan deliğinin üzerine yapılmışmış. Bu olaydan sonra Gücük oğlu Mehmet bir daha yere yatmamış, hep arabanın üzerinde uyumuş.
Babamın ekini çok olurdu. Bir de birlikte çalıştığı arkadaşının ekinleri olunca işi bir kat daha artardı. Yani kendi işini ancak işleyecek zamanı vardı. Ama babam denk geldiği yerlerde ekinini biçtirmek isteyen tarla komşularını ve hemşerilerimizi kesinlikle kırmak istemez, paralı veya parasız olmasına bakmadan ekinlerini biçiverir, onların hatırını da hoş ederdi. Onun bu davranışından duyulan memnuniyetin yıllar boyunca unutulmadan her fırsatta gündeme getirildiğini, yeniden ve tekrar tekrar gönülden teşekkürler edildiğini hatırlıyorum. Yıllar sonra böyle komşularımız: Falan yerde yedi dönüm ekinim vardı. İki-üç gün çalıştım bitiremedim. Nereden geldiyse Gözlüklü orak makinesiyle çıkageldi. Yanına vardım, Pehlivan (Babam gençliğinde güreş de tuttuğu için çoğu hemşerimiz ona Pehlivan da derdi) ,agam kalan şu ekini biçiver diye rica ettim. Hiç ikiletmedi, derhal dedi ve ekini biçiverdi. Parasını da taa kışın bir denk gelişinde verdim. Onun bu iyiliğini dünya durdukça unutmam. Allah ondan razı olsun. derdi.
Orak makinesinin en çok bozulan parçası bıçak mastarını çalıştıran “bıçak kolu” idi. Bıçak kolu bıçakları çalıştıran ve sürekli olarak hareketli çalışan bir parçaydı. Bu yüzden sık sık kırılırdı. Bıçak kolunun kasabada tek tamircisi vardı. Kasabanın tahsilli ve tek tornacısı olan Şeref Aktaş, babamın bu konuda başvurduğu tek ustaydı. Aynı zamanda babamın eniştesi de olan Şeref Usta hiç yüksünmeden bıçak kolunu tamir ederdi. Hatta bir seferinde bıçak kolunu tornada yeniden imal etmişti.
Bıçak kolunun kırılması kır atlar için bir bayram vesilesiydi. Çünkü babam gelinceye kadar makine durur atlar da dinlenirlerdi. O zaman motorlu taşıtlar henüz hayatımıza girmediği için babamın kasabaya gidip gelmesi de uzun sürerdi. Ya yaya olarak ya da Antalya-Burdur karayoluna çıkarak denk gelen bir taşıtla ancak gidebilirdi. Tabi dönüşü de aynı yoldan olurdu.
Bu şekilde bütün ekinler biçilinceye kadar hiç ara vermeden çalışılırdı. Ancak bir yağmur yağarsa bu dinlenmek, kısa bir soluk almak için iyi bir fırsat olurdu. Ekin biçme işi bitince “oraktan kurtulduk” denirdi. Oraktan kurtulununca bir iki gün dinlenilirdi. Bu süre içinde anam geniş kapsamlı bir çamaşır yıkar, bolca yufka ekmek yapardı. Babamsa arabanın “kanat”larını kurar, tekerleklerini yağlardı. Kağnıyla ekin taşıyacak olanlar da kağnılarını hazırlarlardı. Onar da kağnının kanatlarını takarlar, o kocaman tekerleklerin milini yağlarlardı.
Kasabanın toprakları arasında hemen her bölgede harman yerleri vardı. Buralar geçmişte hayırseverler tarafından hasat için bağışlanmış alanlardı. Orak zamanı geldiğinde kim nereye harman atacaksa oraya bir işaret koyardı. Bir tutam ot veya diken gibi bitkiler demetlenir ve harman yerine belli alanlara konarak üzerleri beş-altı kg ağırlığında bir taşla bastırılırdı. Bu işaretin konulduğu yerin birisi tarafından harman yeri olarak belirlendiği anlamına gelirdi ki kimse bunu bozmazdı. Bu şekilde harman yerine işaret koymaya “harman yeri bastırma” denirdi.