Bad-El Harab-Ül Bağdat...
Cümle aslında “Basra” ile bitiyor. Ama anlamı değişmedikten sonra, ne zararı var: Bağdat harap olduktan sonra.
Gece 04.30'da kalktı uçak. Günün yorgunluğu iyice çökmüş göz kapaklarına, kurşun gibi. Gözlerimi açtığımda ufukta turuncu çizgi oluşmaya başlamıştı. Öndeki bir bey sabah namazı kılıyordu koltuğunda. Aşağıda önce karlı yüksek dağları, sonra bomboş çıplak düzlükleri, çölleri, en sonra da hurma ağaçlarını, ekili – sulak alanları, seraları seçtim, gün ağarırken... Altımdaki topraklar gittikçe canlandı, yeşerdi, Dicle hayat vermişti onlara... Ve konduk yere.
Türk ve Irak güvenlik ekipleri eşliğinde ayrıldık havaalanından. Sonraki ilk 5 km.'de beton bariyerler, dikenli teller, tank paletleri arasından zikzaklar çizerek, adım başı polis noktasında durarak Bağdat'a girdik. Saddam burayı gerçekten donatmış vaktiyle. Geniş düzgün yollar, binalar, meydanlar var. Ancak yıkılmış, bombalanmış, harap edilmiş. Ama “cami yıkılsa da mihrap yerinde”. Şehrin eski abad hali tahmin edilebiliyor. Şehir içinde de zaman zaman 100 m. sıklıkta dizilmiş güvenlik noktaları (Checkpoint), her köşe başında tank – cip, eli tüfekli askerler ve helikopterler ile emniyet (siz lik...) devam ediyor. Konvoy olarak gidiyoruz. Araya giren yabancı arabalar korna ile ikaz edilip hemen güvenlik güçlerince uzaklaştırılıyor. Bir sivil araba yanlışlıkla araya girdi, trafik durduruldu, yabancı arabanın sürücüsü, güvenlik güçlerinin elinden zor kurtuldu. Günlerden Cuma. Cuma kılmak için camiye gitmek yasak. Herkes otelde kalacak, akşamki toplantıya kadar.
Mezhep ayrılığı dolayısı ile hiç bir cami güvenli değil. Otelin önünde çakı gibi Türk özel timleri, kaldığımız sürece bizimle olacak. Onlarla selamlaşmak ve varlıklarını bilmek ne güzel bir duygu. Yüzleri ışık saçıyor hepsinin.
…................
Ne Şam'ın şekeri ne Arab'ın yüzü...
Sudan'da cumayı camide, huzur içinde, adeta “kutsal topraklarda imiş” ruhu ile geçirmiştik. Cami tozlu, etraf kirli olsa da, içeride ve dışarıda bulunan kadın ve erkeklerin yüzleri nur ile parlıyordu.
Bağdat'ta cumayı değil huzursuz, hiç kılamadık. Gidebilen kenar köşedeki sahipsiz camilerde kılıyormuş. Büyük camilerde hiç cemaat yok. “Bombaların tehdidinden cuma mı kılınır?” diyorlar. Karşılıklı çay ikram eder gibi şii-sunni ler arasında ´bomba teatisi ' varmış burada.
Sudan 'da gece 2 de bile tek başına hem de bayan olarak tehlikesizce dolaşmak mümkünken, burada gündüz bile otelin dışına eskortsuz çıkmamız yasak. Otelin pencereleri de sıkı sıkı kapalı. Arada bir caddeye kaçamak bakışlar atıyorum. O kadar...
…..................
Bağdat akşamları karanık ve sessiz. Ve dahi geceler de. Karanlığı delenler helikopter sesleri, bazen bomba, uzaktan uzağa kulağa yayılan bir Arap müziği, biraz araba kornası çoğu zaman da kocaman bir boşluk... Gece elektrik kesik. Jeneratörü olan onu kullanıyor. O da bir müddet sonra ısınıyor. Parası olan iki tane alıyor, sırası ile kullanıyor (Elçiliğimiz, resepsiyonun olduğu gün üçüncüyü taktırıyordu).
Hayat yine de akıyor burada. Hastaneler hastalarla doluyor, yollar yayalarla, okullar talebelerle... Açıkta pişirilen kebaplar bitiyor. Kokularını ve dumanlarını havaya savurarak. Ve cenazeler kalkıyor, çöp yığınları biraz daha büyüyor her geçen gün... Ve işi biten yine beton duvarların, pencerelere takılan demir kepenklerin arkalarına sığınıyor.
…................
Buradaki herkes soyunda Türk olduğunu belirterek “Ben de Türk'üm” diyor. Bu bir üst statü göstergesi. Sudan'da da öyleydi. Ve dahi Bosna Hersek'te de... Gerilere bakıyoruz sonra, çok değil 100 yıl öncesine... Zeytindağı'nda Falih Rıfkı Atay der ki: “...Suriye, Filistin ve Hicaz'da: Türk müsünüz?” sorusunun bir çok defalar cevabı: - Estağfurullah! İdi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu... Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor”(1)
Burada Bizim gibi yüz yıllarca değil bir kaç on yıl kalmış olan İngiliz'in varlığı devam ediyor, biraz eğitimli hemen herkes İngilizce biliyor ama Türkçeyi doğru düzgün konuşamayan bir dolu Türkmen de var, değil Türkçe konuşan Arap...
Soyunda Türk olduğunu söyleyen Araplar da Türkçeden bi-haber...
Türkçe geçer akçe değil yani.
Ve Falih Rıfkı devam ediyor: “Türkleşmiş hiç bir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e ise az rast geliyordum...
…..................
Türkmensiz Irak olmaz. Ama oldurmaya çalışıyorlar. Böyle olması için de Türkmen gardaşım buna çanak tutuyor, el ele tutmak yerine... Irak nüfusunun % 5 i Türkmen. Türkmenlerin kabinede 3 bakanı var. Bir de 12 tane partisi. Kimi Kürt'ü kimi şiiyi ,kimi sunniyi tutuyor ve birlik olmayınca Türkmen'in adı da olmuyor Irak'ın geleceğinde...Türkmen koltuk derdinde, vah Türkmen'e...
…...............
Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.
Şehirde berbat yoğunlukta bir trafik, kalabalık, kurşun yemiş yıkık dökük binalar, yine de umursamaz şekilde işinde-gücünde olmak zorunda olan insanlar var. Yöneticiler, bakanlıklar, elçilerle beraber ”yeşil hat”ın içinde halktan kopuk kararlar alıyorlar. ABD-İngiliz elçilikleri (yalnız Türk Büyükelçiliği yeşil hattın dışında) ile Irak savunma bakanlığı binaları da yan yana... Çöpler toplanmıyor. Her 100-500 m. de bir check point denilen güvenlik noktaları, buralarda eli tüfekli, çelik yelekli tam donanımlı askerler bekliyor. İnadına devam eden inşaatlar, süslü bakımlı kadınlar, toza bulaşmış binlerce hurma ağacı, toprak renginin hakim olduğu bir şehir var. Aylardan muharrem ve şehirde milyonlarca Hz. Hüseyin bayrağı asılı. Şehir Şiilerin kontrolü altında adeta.
Sürekli polis kontrolünde, politik-dini bölünmüş kimlikler altında, beton-tahta-çelik duvarlar, dikenli teller ardında; inşaat, bomba, tank, siren, polis alarm sesleri arasında yaşamak nasıl bir duygudur? 30 yaş altında olan tüm insanların yalnızca savaşı bilmeleri, normal hayatı bilmemeleri nasıl bir duygudur? Nüfusun % 70 i kadın, evlilik sıkıntılı, erkekler 30 yıldır devam eden savaş düzeninde erimiş gitmiş.
…................
“Her can ölümü bir gün tadacaktır.”
Gece Firdevs meydanından geçiyoruz. Issız, sessiz, ne ışık var ne hayat belirtisi. Bir köşede Firdevs camii, bir köşede bombalanmış Filistin oteli ve ortada dev boyuttaki sadece bir ayağı kalmış Saddam heykelinin olduğu yeşil göbekte ise heykelin kaidesi... Bu meydanın etrafındaki yollara hep bu anıtlı alanı dolaşarak (adeta Saddam'ı tavaf ederek) giriliyor, artık adı olmayan Saddam'ı. Şehirde ondan tek bir hatıra bırakılmamış. Ben-i Sadr'ı 1980'de astırdığı yerde, 30 Aralık 2006 'da aynı saat ve yılın aynı günü Şii cellatlar tarafından Ben-i Sadrın adı haykırılarak idam edilmiş.
İhtişamlı Firdevs meydanında artık yalnızca derin bir karanlık ve ıssızlık hakim… 35 yıl süren hakimiyet sona ermiştir. Her zülum bir gün biter elbet.
………………..
“Bir avuç Türk, bütün kıtayı tuttu”(2)
Hastanenin bahçesindeki Türk şehitliğini ziyaret ettim ,yanımızdaki 2 güvenlik ile. Uzun hurmaların gölgesinde sessizliğe gömülmüş temiz bir şehitlik.1911-14 arası şehit düşmüş 203 gencecik Anadolu Türk'ü, on yedi yaşında iken 1614 de şehit düşmüş Genç Osman ile beraber huzur içinde yatıyorlar, üstlerinde, yaptıkları fedakarlığı bilmeyen, ingilizle beraber ihaneti vazife edinmiş bir kabile topluluğunu seyrederek...İçim sızlıyor,nefesim ve kalbim göğüs kafesimde sıkışıyor, gözyaşım pınarlarında, taşmak için bekliyor. Aynı fedakarlığı Türkler için bu kabile topluluk yapar mıydı acaba ?
“Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız:Arap meselesi, arap saçına döner.”(3)
“Suriye'de hristiyanlık, Müslümanlık; Filistin'de Araplık, Yahudilik ,Hicaz'da şeriflik, ve vehhabilik meseleleri,bizzat Türk-Arap meselelerinden daha azılı,idi .Nitekim biz çıktık, nifak, bütün Akdeniz, Kızıldeniz ve çöller boyunca yanıp durmaktadır.”(4)
Aradan 100 yıl geçti. “Zeytindağı'nda” yazılanlarda hiç bir değişiklik yok.
…....................
Bağdat'ta güvenlik sebebiyle, tabiri caiz ise burnumuzu otel ve hastaneden dışarı pek çıkaramadık. Ama üç yeri, güvenlik desteği altında ziyareti ihmal etmedik:
Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Kabri etrafındaki medrese şeklindeki tarihi yapılar önce Kanuni Sultan Süleyman, IV. Murat, II. Abdülhamit tarafından sonra da Saddam ve Abdullah Gül tarafından yapılmış, onarılmış, restore edilmiş. II. Abdülhamit Han'ın annesi tarafından hediye edilen altın muhafazalı Kuran-ı Kerim türbede saklanıyor. Kapıdaki dilenci çocuk ve kadınlar, orada duyduğumuz huzuru azaltmıyorlar.
İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin türbesi ve camii muhteşem ahşap işçilikli süslemelerle kaplanmış, hepsi Fas'ta yapılıp getirilmiş. Sadelik, azamet, huzur dolu her yer. Ekibe bir gariplik, bir huşu çöküyor. Eller açılıp dualar ediliyor, namazlar kılınıyor. Ve herkesin ayağı oradan ayrılırken geri geri gidiyor, gurbete gider gibi...
Orada bulunan bir yaşlı Iraklı “Türk 'müsünüz?” diyor. “Evet “cevabına şu karşılığı veriyor: “Siz buraya yeniden gelseniz, biz de kurtulsak”.
Suriye'deki bir imamın ise “Siz gittiniz, iffetimizi kaybettik” sözünü hatırlatıyor bir arkadaşımız. Peygamberimizin ayağının izinden giderek oralarda şehit düşen milyona yakın Anadolu Türkünün davasını, saf niyetini, çilesini bu topraklardaki kaç kişi anladı?
…............
Bağdat'ın Ben-i Sadr Mahallesi 2.5 milyon nüfuslu imiş. Semt, büyük kardeşi Libya'da kaybolan (?) kendisi 1980'de, kardeşi ise daha sonra Saddam tarafından idam edilen Ben-i Sadr'ın resimleri ile çevrili. Musa Kasım cami de burada. Özellikle İran'dan gelen Şiiler tarafından Hac gibi kutsal sayılıyor. Uzun bir yolu ortadan ikiye bölen kaldırımın 2 yanına çok büyük siyah sayısız bayraklar asılmış. Araç girmeyen bu yoldan sonra kırmızı ışıklarla donatılmış Kasımiye' karşımıza çıkıyor. İçeriye baş örtülü girmek yasak, ancak siyah çarşafla girişe izin veriliyor. İçi ayna ve porselen parçalarından yapılmış mozaiklerle donatılmış. Müthiş bir ihtişam ve pırıltı hakim... İçeride ve dışarıda göğüslere vurularak yapılan ayinler, avluda imamlar eşliğinde farklı topluluklar halinde ve Kerbela toprağından yapılan yuvarlak taşların alına koyulması ile kılınan namazlar,12 imamdan birinin torun ve çocuklarının kabrinin olduğu bu yerden akılda kalan kareler....
…...............
Alabildiğine düz bir alana rahat rahat yayılmış Bağdat'ta, Dicle durgun, boz renkli ağır ağır akıyor. Türk'ün Dicle'sinin nimetini iki kenarındaki yeşil bahçeleri ile Irak yiyor. Şehir içindeki mezarlıkta üstünde isim olmayan kerpiçten yapılmış türbe tarzı mezarlar var. Türk dizilerine hayranlık (özellikle Kurtlar Vadisi ve Murat adı ile bilinen Polat Alemdar'a ), saat 14.00 – 15.00'de biten mesai, şehre giremeyen ABD askeri, Dicle'den tutulup pişirilen mezguf denen leziz balık, kuzu eti ile yapılan lezzetli pilav (havuçlu, üzümlü, bademli), pideye benzeyen güzel ekmekler, bolca sallama çay, betondan yapılmış koruma blokları (bunlar için 7 milyar dolar harcanmış), barikatlı-kapanmış yollar, binlerce polis noktası, silahlı-çelik yelekli askerler, toza bulanmış hurmalar, koruma duvarı ardına sığınmış hayatlar... Bağdat'tan geride kalanlar işte bunlar...
…...............
“Çöl ve yarı çölde menfaat ve kuvvetten başka hiç bir kuvvet hüküm sürmez”.(5)
Irak'ta bu kadar çok petrol,ABD ve Avrupa'da satılacak silah, İsrail'de toprak hırsı olduğu sürece bu topraklarda daha çok kan akar gibi görünüyor.
…..................
Ali Baba ve kırk haramilerin, Simbat'ın ülkesinde şimdi masallar yok. Hurmaların gölgesinde değil, silahların ve bombaların gölgesinde anlatılan savaş anıları var.
Çöllerde şehit düşmüş Anadolu Türk'ünün de masalları işitilmiyor hiç.
...........................
2010 Aralık
-----------------------------
(1) Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB Yayınları, Ankara, 2001, Sayfa 36-38
(2) (3) (4) a.g.e: sayfa 38 - 41
(5) a.g.e: sayfa 42