Bosna Hersek Podgorica (Podgoritsa) ve Priştine
Karadağ’ın başkenti ve en büyük şehri olan Podgorica’ya, Bosna Hersek’in Trebinje şehri üzerinden geçiyoruz. Buradaki küçük köylerden birinde yeşillikler içinde bembeyaz taşlarla yapılmış ve kaymak taşıyla çatılanmış minyatür bir camiyle karşılaşıyoruz. Trebinje’de 2008’de Çentikler tarafından yakılan caminin yerine TİKA tarafından yaptırılan camiyi göremesek de yol boyu karşımıza çıkan şirin eserlerle yetiniyoruz. Karadağ sınırlarına girdikten sonra aynı şekilde Niksiç şehir merkezine de uğramadan masmavi küçük göller ve etrafındaki yemyeşil dağların seyrine dalarak başkente doğru ilerliyoruz. Dağların heybeti ve koyu yeşilliği karşısında ülkeye bu adın verilmesinin çok isabetli olduğunu düşünüyoruz.
Karadağ; Yugoslavya’dan ayrıldıktan sonra, bağımsızlığını kazandığı 2006 yılına kadar, Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyeti olarak anıldı. Ancak Karadağlı Sırplar, kendilerini farklı gördükleri için, halk oylaması sonucu, ayrı bir devlet olarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Başkentleri Potgorica, ismini etrafındaki küçük tepelerden almış. ‘Tepe altı’ anlamına gelen Podgorica, yeni yeni gelişmeye başlayan küçük bir şehir. Yugoslavya döneminde burası, kırk yıl kadar Titograd (Tito’nun şehri) olarak adlandırılmış.
Podgorica’da ilk dikkatimi çeken, Osmanlı eseri olduğunu belli eden ve daha çok gözetleme kulesine benzeyen eski saat kulesi oluyor. Yolu bulmamıza eşi Sancaklı olan Karadağlı bir bey yardım ediyor. Hatta sonra eşiyle beraber iyi bir pansiyon bulmamızı da sağlıyorlar.
Osmanlı döneminden kalma saat kulesinin yanında büyük bir cami varmış; ancak şimdi boş bir meydan. Meydanın sağ sokağında ülkenin bağımsızlığından önce onarılmış camilerden Glavatoviçi Camii bulunuyor. Biz oraya vardığımızda, gün batıyor ve akşam ezanının insanı dinginliğe çağıran nağmesi yayılıyor ortalığa.
Bir gün sonra, meydanın solundaki Podvolad yani Kemeraltı adlı yerleşimden gezimizi sürdürüyoruz. Osmanlı döneminden kalma bu sokak, kemerlerle süslenmiş girişlerin olduğu ve yirmi kadar Müslüman ailenin yaşadığı bir bölüm. Kemer altından geçip yaşlı bir Boşnak nineyle karşılaşıyoruz. Bize oralarla ilgili bilgi veriyor. Küçük bir kuyuyu göstererek ‘bunar’ diyor. ‘Pınar’ kelimesinin halk ağzındaki söyleyişi… Bunun gibi, Sırpçada pek çok Türkçe kelimenin yaşadığını hatırlatan kelimeleri işitiyoruz Boşnak ninemizden. En büyük kemerin altı bir aile geleneği olarak lokanta olarak işletiliyor. Şehrin en ünlü et lokantası olduğu söylenen bu mekânın içinde, Podgorica’nın eski hâlini gösteren karakalem çalışmaları ve bakır tabakalara işlenmiş manzaralar bulunuyor. Saat kulesinin yanında şimdi olmayan büyük caminin, eski Kemeraltı’nın, gösterişli kalenin, pek çok Osmanlı evlerinin ve camilerinin birbiriyle uyum içindeki, sade dokusunu yansıtan resim ve fotoğraflar… Verimli Zepa ovasına kurulmuş Podgorica, zirai ve ticari öneminden dolayı Osmanlı tarafından imarına önem verilmiş bir yerleşimmiş. Hanlar, hamamlar, camiler, köprüler… Artık resimlerde kalan bu mamur şehir, özellikle II. Dünya Savaşı’nda yerle bir edilmiş. Lokanta sahibi, şehrin Naziler tarafından 84 kez bombalandığını anlatıyor.
Osman Agiç (Osman Ağa) Camii, şehrin en eski camisi… Güzel bir şekilde onarılmış caminin sadece cuma günleri açık olduğu söyleniyor ve biz gittiğimizde de kapısını kapalı buluyoruz. Sonra surları yıkılmış, virane bir hâldeki kalenin meydanına varıyoruz. Bir zamanlar insanlar, 15. yy. yapısı olan bu kaleden, beyaz Ribritsa ve türkuaz Moraça nehirlerinin birleşiminin eşsiz manzarasını seyrederlermiş. Şimdi kalenin içindeki cami de o manzaranın seyredileceği surları da yok.
Ancak kalenin aşağısına indiğimizde geçen zamana rağmen, Ribnitsa ve Moraça nehirlerinin güzelliklerini bozmadıklarına şahit oluyoruz. Ribnitsa nehri, üzerindeki şirin taş köprünün rengi kadar beyaz; Moraça nehri ise etrafındaki yeşillikleri özümsemişçesine türkuaz… İki nehrin renkleri öylesine birbirinden ayrı ki birleşme noktasına bakıldığında, üzerindeki akış fark edilmese, birbirlerine karışmadan donup kaldıkları yanılsamasına kapılmamak işten bile değil.
Yine Alman saldırılarına kadar, Ribritsa’nın üzerindeki şirin kemerli köprünün daha da gösterişlisi olan “Vezirov Most” adındaki köprü, Moraça nehrinin üstünü süslemekteymiş. Şimdi Moraça’nın üzerindeki, en yeni köprü modern bir asma köprü olan Milenyum köprüsü… Ribnitsa nehrinin yukarı kıyısında yer alan Türk hamamıysa şehirde aslını en çok koruyan yapılardan birisi. Fakat “Banja Varoş” adıyla kültür merkezi olarak kullanılan hamam, sonradan bozuk şehirleşmenin bir sonucu olarak, üzerine yapılan büyük köprünün atında sıkışıp kalmış. Beton yapının gölgesinde eski güzelliğini yitirmeye başlamış.
Podgoritsa’da Osmanlı döneminden kalma tarihi bir kilise de bulunuyor. Ayrıca barok tarzda yapılmış katedral ve kiliseler de yer alıyor.
Podgoritsa yakınlarındaki Tuzi’de, Tika tarafından yaptırılmış büyük bir medrese bulunuyor. Çoğunluğu Müslüman olan ilçe halkının ihtiyacını karşılayacak şekilde düzenlenmiş modern bir yapı. Ayrıca burada pek çok eski cami de yer almakta. Orada tanıştığımız Tika görevlileri büyük Osmanlı Mezarlığı ve camisinin düzenlenmesi için de izin beklediklerini söylüyorlar. Taşlarını üzerindeki kitabeler okunamayacak derecede silikleşmiş eski mezar taşlarının bazısı boynunu bükmüş, bazısı yosun tutmasına rağmen dimdik ayakta kalmış; ama hepsi de altlarında yatan naaşlar kadar değerli ve kendine has. Öyle ki üzerlerinde kendiliğinden yetişen mor süsen çiçeklerinin hoş kokusu ve letafetiyle kendisine bir korunak yapmış bile. Fatihalarımızı isimlerini dahi okuyamadığımız ecdatlarımıza gönderdikten sonra Kosova’ya doğru yola koyuluyoruz.
Ve Priştine
Karadağ’dan Priştine’ye giderken, yeni yapılan yolda köprü çöktüğü için başka bir istikameti kullanmak zorunda kalıyor ve üç saatlik mesafeyi altı saatte alıyoruz. Bu süre canımızı sıksa da yeşilin bin bir rengini taşıyan dağları izlemek çok keyif verici oluyor. Öyle ki bazı yerlerde dağların zirvesine yaklaşıyor, mayıs ayı olmasına rağmen karlarla kaplı çamların soğuk esintisini hissediyoruz. Şimdiki adı Peç olan ve içinde halen pek çok Osmanlı eseri bulunan kültür şehri İpek’ten geçiyoruz. İpek aynı zamanda büyük şairimiz M.Akif Ersoy’un, değerli babası Tahir Efendi’nin doğduğu memleket… İnsanları, pazarı, evleri bize çok aşina geliyor. Şehrin içini gezmeye vakit bulamadan yemyeşil dağları tırmanmaya devam ediyoruz.
Kosova, 2008 yılında bağımsızlığını ilan eden en genç ülkelerden birisi. Bu yeni oluşum yollarda ve gümrükte de kendisini hissettiriyor. Her yerde tamirat, yenileşme ve karmaşa mevcut diyebiliriz. Özellikle başkent Priştine yakınlarında yol çalışmaları artıyor. Şehrin içinde de bu trafik karmaşası devam ediyor. Yine başka bir karmaşıklık da yapılaşmada görülüyor. Yapıca ve boyca uyumsuz binalar yan yana sıralanmış. Priştine’de dikkatimi çeken diğer bir unsursa, Amerikan özentisi ve hayranlığının sokaklara yansıyan manzaraları: B. Clinton’un bir binayı kaplayan dev resmi, Amerika bayrakları, Amerika’ya dair cadde isimleri… Hemen hemen her yerde Kosova, Arnavutluk ve Amerika bayrakları yan yana… Türkiye, Kosova’yı tanıyan ikinci ülke olmasına ve çok sayıda Türk yaşamasına rağmen Prizren’e kadar Türk bayrağı göremiyorum.
Sebze meyvenin yanında giysi, çiçek… bulunduğu Türk pazarından geçerek Priştine’nin en büyük camisi olup 1461 yılında yapılan Fatih Camisi’ne veya diğer adıyla İmparator Camisi’ne doğru gidiyoruz. Bu cami, şehrin en büyük camisi olduğu için, halk arasında “Büyük Cami” olarak da biliniyor. Caminin minaresi, 1955 yılındaki depremde yıkıldığı için o tarihte yeniden yaptırılmış. Şimdi de TİKA tarafından restore ediliyor. Tüm bunlara rağmen, mavi çiçekli süslemeleriyle çok hoş görünüyor. Kapısının üstünde kitabe bulunuyor ve tam tepesinde ise servilerle dolu bahçesi olan güzel bir cami resmedilmiş. Bu şekilde bir manzaranın, camiye resmedildiğine ilk kez şahit oluyorum.
Caminin civarı uzun yıllar insanların buluşma merkezi olmuş. Cuma günleri halen, caminin avlusundan taşan büyük bir kalabalık olduğu söyleniyor. Caminin yanındaki 15.yy yapısı, Büyük Osmanlı Hamam’ı da şimdi İsveç Kalkınma Ajansı tarafından onarılıyor. Bu hamam, 1994’te geçirdiği yangın sonucu kullanılamaz hale gelmiş. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet, Fatih Camisi’nin yapımında görevli olan işçilere, bu hamamda her gün temizlenmelerini emretmiş. Bu olay, Fatih’in ibadethanelere yapımı sırasında dahi ne derece saygı duyduğunun örneklerinden sadece birisi olsa gerek.
Fatih camisinin tam karşısında 26 metrelik bir saat kulesi bulunuyor. Kulenin yanındaki büyük Osmanlı konağıysa Priştine Sanat ve Fen Akademisi’ne dönüştürülmüş. Konağın sundurması eğreti bir şekilde camla kapatılarak üniversite havası verilmeye çalışılmış. Ahşap kısım oldukça orijinal görülüyor; ancak fakülteye dönüştürme fikrini beğenip beğenmeme konusunda kararsız kalıyorsunuz. Oradaki bir görevli, konağın Priştine’nin en eski yapısı olduğunu söylüyor. Hatta Fatih Camisi’nden daha da eski olduğunu; çünkü camiyi yapan ustaların orada konakladıklarını anlatıyor. Fatih Camisi’nden bir asır sonra, onun yapımında kullanılan taşların benzerleriyle Pirinaz Camisi yaptırılmış.
Şehrin en eski camisi ise I. Beyazıt tarafından, 1389’daki fetih anısına yaptırılan Yıldırım Beyazıt Camisi… Geçmişte camiye nazır bir bedesten yer aldığı için, halk arasında daha çok Çarşı (Piyasa) Camisi olarak biliniyor. Caminin, ön kısmındaki son cemaat yeri, sonradan kapatıldığı için cami farklı bir görünüm kazanmış. Çarşı Camisi ve Kosova Müzesi arasında yer alan şadırvansa daha önceleri şehrin pek çok yerinde olan çeşmelerden kalan nadide bir örnek. Yine bu civarda yer alan Yaşar Paşa (Orta) Camisi, sadece cuma günleri açık olan eski ve önemli camilerden bir diğeri… Ancak bu cami de onarıma muhtaç. Maalesef, nem almış duvarlarıyla her an çökecekmiş korkusu veriyor.
Priştine’de pek çok eski cami var. Fatih Camisi’nin dışında camilerin isimleri üzerinde yazmıyor ve maalesef sorduğumuz pek çok insan, bunların içinde Kültür Bakanlığı’nda çalışan bir kişi de var, yakınındaki caminin adını bilmiyor. Bu nedenle camilerin adlarını öğrenmek konusunda, epey uğraşıyoruz.
Beyazıt Camisi’nin karşısında bağımsızlıktan sonra yapılmış modern bir anıt var. Şehrin şimdiki buluşma merkezi ise, İskender Bey Meydanı… Bu meydandaki heykel, Almanlar tarafından Arnavutların milliyetçilik duygularını uyandırmak için, 15. yüzyılda Osmanlı’ya isyan eden İskender adına yaptırılmış. Bu meydanın etrafı geniş bir yürüyüş yoluna dönüştürülmüş. Yol kenarlarında çocuklardan yaşlılara, genç kızlardan sakallı dedelere kadar yüzlerce fotoğraf yer alıyor. Çoğu geçen yılların, güneşin ve yağmurun etkisiyle solmuş olan bu çehreler, son savaşta kaybolan ve hâlen haber alınamayan Kosovalılara ait.
Şehirden 5 km ötede bulunan Sultan Murat türbesine doğru yola koyuluyoruz. İlk olarak daha yakın mesafede olduğu için Gazi Baba veya diğer adıyla Bayraktarlar Türbesi’nin bulunduğu tepeye çıkıyoruz. Bir rivayete göre, fetihten çok önce İslamiyet’i yaymak için Kosova’ya gelen Gazi Baba’ya, bir diğer rivayete göre ise Kosova Savaşı sırasında şehit olan iki meçhul dervişe ait olan türbe, küçük yeşil kubbesi ve bembeyaz duvarlarındaki sadelikle karşılıyor bizi. Ancak türbeye yaklaşınca üzücü bir manzarayla karşılaşıyoruz. Çünkü türbe 2007’de uğradığı saldırı sonucu epey tahrip edilmiş. Mezar taşları kırılıp yakılmaya çalışılan türbe, sonrasında tam olarak onarılmadığı için şimdi hak etmediği bir vaziyette. Buna rağmen pek çok insan tarafından ziyaret edilmeye devam ediyor ve artık başında Türkiye tarafından görevlendirilmiş bir bekçi bulunuyor.
Karşı tepedeyse Kosova Savaşı’nda yaralılara yardım edilmesi için bizzat ovayı gezen muzaffer sultan I. Murat’ı, yaralı taklidi yaparak sinsice öldüren Miloş Obiliç’in, 1953’te Sırplar tarafından 1953’te dikilen anıtı var. Sırp lideri S. Miloseviç, 1989’da burada yaptığı konuşmayla soykırımın fitilini ateşleyerek savaşa zemin hazırlamış. Rehberimiz, bu anıtın duvarlarında, Osmanlılar ve savaştan kaçan Sırplar için lanet içeren yazıların bulunduğunu söylüyor. Upuzun beton kuleyi andıran anıt, uzaktan dahi soğuk göründüğü için merakımızı çekmiyor. Şimdi bu anıt Kosova polisi tarafından korunmaya başlanmış.
Sultan Murat Hudavendigar’ın şehit edildiği ve iç organlarının gömüldüğü yere, oğlu Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılmış türbe, ayrıca bölgenin en eski Osmanlı yapısı… 2005 yılında onarılan türbe, biz gittiğimizde de pek çok misafiri ağırlamaktaydı. Geniş, ferah bahçesinde Türbedar ailesine ayrılmış bir ev ve misafirhane bulunuyor. Türbenin karşısında gövdesi ikiye ayrılmış, belki türbeyle yaşıt bir çınar bulunuyor. Manevi atmosfer hazırlayan bu ağacın karşısından, türbenin içine geçiyor ve fetih coşkusunu duyarak şehit olan sultanımıza fatihalarımızı bağışlıyoruz.
(Kardeş Kalemler, Sayı 45, Eylül 2010)