Bucak’ta Harman Zamanı-3

DÖVEN-YAZ YAĞMURU - TINAZ SAVURMA

Hemen her yıl iki dövenle harmanları sürmeye başlardık. Bir seferinde dövene yeni koşulan yedek atların alışkın olmadıkları için ürktüklerini hatırlıyorum. Döven ve atların ayakları yeni indirilen sapın üzerinde ilk kez yürürken hışır hışır ses çıkarırdı. Yeni alınan atlarımız bu sesi tanıyamadıkları için ürküp dövenle birlikte kaçtılar. Bahçemizin kapısından çıkıp tarlalara atladılar. Taş ve toprağa sürten dövenden daha değişik sesler çıkınca atların korkuları bir kat daha arttı daha hızlı koşmaya başladılar. Dövenin falakaya bağlandığı zincir kopunca döven tarlalarda kaldı. Falaka atların arka ayaklarına çarpınca daha da ürküp korkarak koşmalarına devam ettiler. Bahçemizin çevresindeki alanlar o zamanlarda bomboştu. Kaçak atlar Antalya-Burdur karayolunu da atlayıp Höyücek’e vardılar. Orada herhalde korkuları geçti ki yavaşlayıp durdular. Gidip atları getirdik. Tarlaların içinden döveni alıp geldik, onararak yeniden atları dövene koştuğumuzu da çok iyi hatırlıyorum.

Dövenin altı
Harman yerinde sıra sıra ve kocaman göbekli harmanlarımızın üstüne çıkmak yasaktı. Koca harmanın üstüne çıkmayı, oradan etrafa bakmayı çok istediğimi hatırlıyorum. Ama babam buna kesinlikle izin vermezdi. Misafir olarak gelenlerin çocukları da aynı bizim gibi harmana çıkmak isterler, ama onlara da izin verilmezdi. Eğer harmanın üzerine çıkılırsa ekin saplarının duruşu ve harmanın düzeni bozulurdu. Uzun süren harman zamanında yağabilecek yaz yağmurlarında harman zarar görürdü. Eğer harmana çıkılmazsa yağan yağmur suları siyim siyim akarak harmanın kenarlarına iner ve zarar vermezdi. Ama düzeni bozulan harmanın üzerine düşen yağmur suları harmanın ortasına iner ve sürülünceye kadar kurumaz, harmanın çürümesine sebep olurdu. Böyle ıslanan harmanların işlenmesi de çok zor olur, harman dağıtılarak kurutulmaya çalışılır, çok yorucu olurdu. Ayrıca babam, hava bulutlandığında bütün harmanların konimsi bir biçim alması için harmanların düzensiz bölümlerini yere indirir, üç parmaklı dirgenle kaldırarak sapları harmanın en tepesine atardı. Buna “harman kaldırma” denirdi. Harman kaldırılırsa yağmurun zararı en aza inerdi. Tınaz savrulmuşsa saman da toplaştırılır, saman yığını üzerinde hiç esikli yumrulu bir yer bırakılmazdı. Esikli yerlere yağmur işler, samanın yığınının tabanına kadar inerek çürütürdü. Yağmurun yağması kesin gibi görülürse harmanın sürülen malama bölümü toplanarak harmana yamanırdı. Yaz yağmurları da mutlaka yağdığı için tedbirli olunmalıydı. Onun için harmana çıkamaz, harmanın tepesindeki o zevki de yaşayamazdık.

1960’lı yılların başlarında (yanlış hatırlamıyorsam 1962 ya da 1963 olabilir) çok şiddetli bir yaz yağmurunun yağdığını hatırlıyorum. Bu yağmurda Onaç Çayı taşmıştı. Çayın taşkın suları Köpekçiesiği (Kahveler’den kasaba merkezine giderken yaklaşık yüz elli metre sonraki köprü) denilen yerdeki köprüye ulaşmış buradan geçerek İnceyol Harmanyeri’ni basmıştı. (Köpekçiesiği’ndeki köprü bu vadiden her zaman akabilecek sular için yapılmış bir köprüydü. Oradan geçen su, tarlaların içinden giden kıvrım kıvrım yolunda devam ederek İnceyol’a ulaşır, oradan Topakyer, şimdiki Demirezenler Camii’nin güneyinden geçerek bizim bağa girerdi. Bağımızın batısında bulunan köprüden geçen su, tarlaların içindeki yolundan devam ederek Uzunyaka’ya, sonra Sarnıçburnu’na (şimdiki Bölge Trafik Denetleme İstasyonu’nun bulunduğu yer) ulaşırdı. Oradan da yine yoluna devam ederdi.İnceyol Harmanyeri’ndeki harmanların neredeyse yarısına kadar çıkan bu taşkın suları bizim harmanlarımızı da iyice ıslatmıştı. Islanan harmanlar uzun süre kuruyamamış, sürülememişti. Her harmanın sapları indirilir, kuruması için bir süre beklenirdi. Koca göbekli bir harmanın böyle kurutularak sürülmesi öncekine göre iki kat zaman alırdı. O yıl harman zamanı daha bir uzun sürmüştü. Rahmetli babam ekim ayına kadar harman yerinde çalışmıştı. O yıl Mıncıraklı Harmanyeri’nin güneybatı köşesindeki (burası harman yerinin en dik yeriydi, buradaki harman su basmasına karşı en sona bırakılmıştı.) son harmanımızın tepesindeki başakların çimlendiğini, harmanın tepesinde yemyeşil ekinlerin büyüdüğünü çok iyi hatırlıyorum.
Yaz yağmuru da insanın içine değişik duygular doldururdu. İri yaz yağmuru tanelerinin düşmeye başlamasıyla birlikte kavruk topraktan, otların, harmanların üzerinden gelen o tıpırtıyı çok severdim. Düşen her damla yerden kendi büyüklüğünce bir toz parçası kaldırırdı. Bu toz parçaları bir dalga oluşturur, yağmur yere düşerken toz dalgası da yukarı kalkmaya uğraşırdı. Toz-toprak, otlar, ekinler, yollar, tarlalar kısacası doğadaki her şey haftalardır sıcaktan yanmış kavrulmuştur. Yağmurun başlamasıyla birlikte çok güzel bir koku da oluşurdu: Toprak kokusu! Doğadaki toz, toprak, ekin, ot… ne varsa düşen ilk yağmur damlaları bunlardan aldığı o değişik kokularla birlikte buharlaşıverirdi. Birbirine bir anda karışan ve tarifinde hep zorlandığım güzellikte bir koku ciğerlerimizi doldururdu. Ancak toprak kokusu diyebileceğim bu koku bana sanki bir zindelik, hayata daha sıkı bağlanma duygusu, kısacası yeni bir güç verirdi. Yaz yağmuruyla birlikte ortaya çıkan o eşsiz toprak kokusu çocukluğumdan beri özlemle hatırladığım bir güzelliktir.

Sap çekmekten sonra artık herkes döven sürmeye başlardı. Bazı komşular bizim gibi atlarıyla sürdüğü gibi bazıları da öküzleriyle sürerdi. Bir komşumuz da tek öküzünün yanına ya ineği koşumlardı ya da eşeği koşumlardı. Öküzle inek veya eşek uzun süre uyum sağlayamazdı. Öküz dosdoğru giderdi. Fakat eşi olan inek ya da eşek bir türlü ona uyamazdı. Komşumuz hem kendisi çok yorulurdu, hem de hayvanlar çok yorulurdu.

Sabah erkenden döven sürülmezdi. Mutlaka kuşluk vakti olacak çiy düşmüşse kalkacaktı. Ancak poyrazlı günlerde çiy düşmeyeceği için erkenden dövene başlanabilirdi.

Cıllı Hasan Erk harmandan sap indiriyor
Önce harmandan “sap indirilir”,güzelce yayılırdı. Sonra atların koşulduğu döven yürütülürdü. İndirilen “sap eridiğinde” oluşan dairenin kenarlarında kalan sapların da eritilmesi için “harmanın içi, dışı atılırdı”.Onlar da eriyince atlar yulaf harmanına çekilerek gemleri çıkarılır ve yulaftan yemeleri sağlanırdı. Atlar dinlenip beslenirken yeniden sap indirilirdi.

Döven sürerken hava ısındıkça ekinin kokusunu duyardınız. Arpanın kokusu bir başka, buğdayın kokusu bir başka olurdu. Hele bir de ekinin biçildiği tarlada çörtük, püreğen, hilal, sarı ve ak papatya, deve duşağı, devedikeni, kazayağı, acı ot, köy göçüren dikeni, sarmaşık gibi bitkiler varsa döven döndükçe bu bitkilerin kokuları burnunuzu doldururdu. Bunların yanında destelere pis kokulu otlar da karışabilirdi. Böyle pis kokulu otların kokusu da döven sürerken ortaya çıkardı.

Ayrıca öğle sıcağında dövenle dönerken ısınan sapın ve malamanın içinde bulunan bütün bitkilerin kokularının karışımı olan hoş bir koku çıkardı ki bu koku insana yıllar sonra da olsa duyulunca döveni hatırlatan güzel bir kokuydu.

Koca harmanın sapı iki parmaklı ağaç veya demir dirgenlerle azar azar indirilip yayılırdı. İndirilen sap dövenle sürülür, eriyince yine sap indirilir sürülürdü. Harman bitinceye kadar bu böyle devam ederdi. Babamın ahenkli bir sap indirişi vardı. Önce sapı harmandan çeker, indirdiği koca desteyi iki parmaklı dirgenle aşağıdan yukarıya silkeleyerek iyice dağılmasını sağlardı. Ben de ona özenir babam gibi yapmak isterdim ama gücüm pek de yetmezdi.

Harmanın dirgenle çekilemeyen yukarıdaki saplarını ağaçtan yapılmış olan kanca şeklindeki “çekgi”yle çekerdik. Çekgi kocaman desteyi asılır gelirdi, sonra dirgenle dağıtırdık.

Çekgi modeli
Dövenle parçalanan sapların oluşturduğu saman ve tane karışımına “malama” denirdi. Babam malama kalınlaşınca bir yerinden başlayarak tüm malamayı ters yüz ederek karıştırırdı. İçinde parçalanmayan saplar da böylece parçalanırdı.

Harman bitince uzun süre malamanın üzerinde döven döndürülürdü. Döven süren kim olursa olsun ayakta olmalıydı. Yaşlı komşumuz dövenin üzerine ahşap sandalyeyi çivilerle tutturur ve oturarak sürerdi. Fakat babam böyle bir şeye kesinlikle izin vermezdi. Ona göre döven sürerken oturulmazdı, mutlaka ayakta durulmalıydı. Eğer dövene veya bir sandalyeye oturursan mutlaka ayıplanılacağını söylerdi. O babasından böyle görmüştü, biz de öyle yapmalıydık. Çok yorulmamıza rağmen hiçbir zaman oturarak döven sürmemişizdir. Döven sürerken döveni malamanın saplı yerlerinin üzerine götürtmeye “uğratma” denirdi. Eğer oturulursa döven uğratılamazdı. Bir süre dönülen harmanın etrafında sık sık gidiş yönü tam ters yönde olmak üzere değiştirilirdi. Atların harmanın çevresindeki dönüş şeklinin değiştirilmesine de tıraf denirdi. Tıraf yapılırsa daha iyi uğratma olur, sap da daha çabuk erirdi.

Harmanı öküzle sürenler bir harmanı daha uzun sürede bitirebilirlerdi. Çünkü sıcakta öküzler iyice yorulur ve gevşerler, iyice bunalırlardı. Yürümeye mecali kalmayan hayvanlara sürücü övendireyle dürter, yürümesini sağlardı. Öküzlerle döven sürenlerin ayrıca dikkatli olmaları gerekirdi. Hayvanın dışkısının malamaya düşmemesi gerekirdi. Sürücü, hayvan pisleyeceğinde çok çabuk davranıp dövende hazır bekleyen “boksak”ı hayvanın ardına tutmalıydı. Sıcakta öküzle böyle ağır ağır neredeyse durma hızında döven sürenlerin üzerine bir ağırlık çöker, ayakta uyuklayanlar bile olurdu. Ama çaresiz o sıcakta o zavallı hayvanlarla o yorgun bedenler tarafından o döven mutlaka döndürülürdü..

Bazı komşular da tek atlarıyla döven sürerlerdi. Bu da çok zorlu bir işti. Çünkü döven tek ata ağır gelir hayvan çok yorulurdu. Öküzlerin ağır durumu olmasa da tek at da çok zorlukla ve ağır ağır bu işi işlerdi.

Cıllı hasan Erk döven sürüyor
Harmanın bitmesi insanın içinde bir sevinç dalgasının yayılmasına sebep olurdu. Çünkü koca göbekli harman işte yere serilmiş, malama olarak yatıyordur. Öyle inanıyorum ki bu görüntüden atlarımız bile mutlaka sevinç duymuşlardır. Çünkü dön Allah dön, günlerce aynı harmanın etrafında dönmek mutlaka onlara da sıkıntılı anlar yaşatmıştır

Harman bitince atlar yine yulaf harmanına çekilir, dinlenmeye bırakılırdı. Dairevi şekilde yerde yayılı olan malama, yabalarla harmanın yerine en ortaya toplanırdı. Koca harmanın malamasının toplandığı bu küçük yığına “aktarma” denirdi. Babamın aktarma yapmak için özel olarak yapılmış orta büyüklükte bir yabası vardı. Buna “aktarma yabası” denirdi. Aktarma yabası ne saman atma yabası kadar büyük, ne de tınaz yabası küçük olurdu. İkisinin ortası büyüklükte bir yaba denilebilirdi. Aktarma yabasını sadece babam kullanabilirdi. Bizim gücümüz onunla malamayı atmaya yetmezdi. Aktarma, yabalarla bir taraftan yeniden yayılır, bir taraftan da yayılan yerde döven yeniden döndürülürdü. Hiç ara vermeden aktarma harmanı yayılır, döven de dönerdi.

Artık bu harmanın sürme işi böylece tamamlanmış olurdu. Döven ve atlar sırası gelen diğer harmanın yanına çekilirdi. Yerde yayılı olan malamanın tınaz yapılmasına sıra gelirdi. Tınaz genellikle doğu batı doğrultusunda düzenlenirdi.

Tınaz genellikle akşamdan sonra yapılırdı. Gündüz sıcakta bir de samanın tozu çalışanları çok rahatsız ederdi. Ayrıca gündüz diğer işler yapılır, tınaz yapmaya pek fırsat da kalmazdı. Hele tınaz yapma işi ay ışıklı akşamlara denk gelirse çok keyifli de olurdu. Babam önce boynuna kocaman bir yağlığı mutlaka bağlardı. Babamın yağlıksız çalıştığını hiç hatırlamıyorum. Yağlık insanın boynuna saman ve toz girmesini önlerdi. Babam bize de pazardan renkli yağlıklar alırdı. Ama biz yağlığı bağlamada dikkatli sayılmazdık. İşte babam yağlığını boynuna bağladıktan sonra tınazın başuçlarını belirler, biz ise yanlarını toparlardık. Tınaz yaparken de aktarma yabasını kullanırdı. Babam özel yabasıyla tınaz yaparken şalvarını, ayakkabılarını çıkarır, yalınayak ve akdoncak çalışırdı. Biz de ayakkabılarımızı çıkarır yalınayak çalışırdık. Onun tınaz yaparken yabayı malamaya daldırışı, dolu yabayı tınaz yığınına savuruşu bile ayrı bir ahenk ve güzellikte olurdu. Malama dairesinin ta ucundan kaldırdığı yabayı öyle bir savururdu ki malama taa ortaya fırlar giderdi. Hemen yeni bir daldırış daha yapardı. Onun çalışmasını seyretmek bile bize gurur verirdi. Onun bu savuruşuyla oluşan beyaz toz dalgası havadaki hafif esintiye uyarak kendisine bir yol belirler, ovaya veya yol boyunca geniş bir katman halinde uzar giderdi.

Bu sırada bağımızdaki üzümler de erer, yenecek kıvama gelirdi. Tınaz yaparken bağdan rasgele üzüm salkımları koparır gelir, kısa dinlenmelerde yerdik.

Tınaz şeklini alırken babam tınazın bir başından üzerine çıkar, yabayı önüne koyar, tavşanın yürüyüşünü taklit eder gibi zıplayarak tınazın öbür ucuna kadar gider, tınazı adeta basarak sıkıştırırdı. Biz de yapmak istesek, bizim hafif olduğumuzu belirterek bize yaptırmazdı.

Yabaların ağzına gelmeyen malamayı tarlada kullandığımız dergiyle toplardık. Dergiyi ters çevirir, malamayı önüne katarak tınaza kadar iteleyerek götürürdük. Bu işlemden sonra o günkü çalışma biterdi. Ertesi gün malamanın yatağı harman süpürgesiyle hiç tane kalmamacasına güzelce süpürülürdü. Süpürme işinden sonra artık tınaz savrulmaya hazır olurdu.

Ters çevrilen dergiyle malama toplanırdı.
Babam harmanların sürülmesini öyle ayarlardı ki hiçbir işi aksamasın, çalışanlar da zarar görmesin isterdi. Bazılarının harman yerinde tozda çalışmayı haklı çıkarmak için söylediği geleneksel söz olan “bir rençber yılda bir kağnı saman yutar” sözünü hiç de olumlu bulmazdı. Bir harman bitince yeni bir harmanın sürülmesine hemen başlanılırdı. Bir iki kişi harmanı sürerken rüzgâr çıkarsa tınaz savurmaya başlanılırdı. Tınaz savrulurken tozunun bilhassa atlara ve komşulara varmamasına çok dikkat ederdi. Bu kadar yıl rençperlik yapan babamın, atlarının ve komşularının üzerine bir kerecik olsun tınaz savurduğuna hiç kimse şahit olamamıştır. Babamın atları diyorum, atlarını çok düşünürdü babam. Mutlaka bizleri ve diğer insanları çok sever, sayardı ondan hiç kuşkum yok. Ama atlarına gözü gibi bakardı. Atları olmasa hiçbir işinin olmayacağının bilincindeydi. Onun için harman sürmeyi, tınaz savurmayı hesaplı yapardı. Kimsenin rahatsız olmasına meydan vermezdi.

Tınazların genellikle doğu batı doğrultusunda yapıldığını söylemiştim. Kuzey veya güney rüzgârlarından hangisi esecek olursa o rüzgârda savurmak için doğu batı doğrultusunda yapılırdı. Çünkü başka yönlerden esen rüzgârlar kısa süreli olduğu için tınazın savrulmasına yetmezdi. Yarım kalan tınaz ise çok zor paklanırdı. Kuzey rüzgârına genel olarak “hoyraz” (poyraz),güneyden esene ise “aşağı rüzgâr” denirdi.

Babam, rüzgârın çıkışına göre samanın gideceği yöne tam tınazın taban sınırına belli aralıklarla dört veya beş tane çıta dikerdi. Bunlara “honu” denirdi. Honular tınazın taneli ve savrulduktan sonra yığılan samanın arasındaki sınırı belirten işaretlerdi.

Babam tınaz savurmaya başlayınca bazen dedemin yeğenleri ve aynı zamanda komşularımız da olan Hacebiş oğullarından yardıma gelenler olurdu.

Tınaz savurma yabası
Babam ve diğer savurucular yan yana durarak bellerini kırarlar sanki teraziyle ölçmüşçesine belirledikleri ve yabaya aldırdıkları aynı miktardaki malamayı yukarı ve rüzgâra doğru atar da atarlardı. Öyle ahenkli atarlardı ki dantel işliyorlar sanırdın. Bu şekilde tınazın bir başından öteki başına kadar giderler oradan dönerek aynı şekilde diğer başa varırlardı. Savruldukça kırmızı taneler tınazın rüzgârdan tarafında kendini göstermeye başlardı.

Bir süre sonra tınazın üzeri genişlerdi. İşte o zaman tınazın üzeri boydan boya ikiye bölünürdü. Buna “namlı yarma “ denirdi. Namlının biri savrulur bitirilir, sonra diğerine geçilirdi.

Tınazın rüzgârdan tarafında taneler kızarınca biz çocukların işi başlardı. Ekin saplarının boğumları ile bazı ekin başakları (bunlara ekin kellesi de denirdi) dövenle tam olarak ezilemediği için ağır olur, rüzgâr alıp gidemezdi. Taneyle karışık olan bu boğumlarla ovalanamayan kellelere “kes” denirdi. Biz çocukların görevi işte bu taneyle karışık durumda olan bu kesleri elemekti. Kes, holusla elenirdi. Arpa ve buğdayın holusu ayrı ayrı olurdu. Buğday holusunun gözenekleri biraz dar, arpanınki ise ondan birazcık genişti. Kesin holusa konan miktarı da belli bir ölçüde olmalıydı. Çok doldurulursa hem zor elenir, hem de insanı yorardı. Tınazın savrulması boyunca kes eleyen çocuklar olarak bizler bu işten sıkılırdık. Ayrıca kes elemek henüz küçük olduğumuz için çok da yorardı. Kes elerken insanın belinin çok ağrıdığını hatırlıyorum. Ben çoğu zaman tanenin kenarına taranan kesler çabucak bitiversin diye holusu çok doldururdum, babam ve anam da hep uyarırlar, ısrar edince de çekişirlerdi. Hâlbuki şimdi düşünüyorum da holusa konan kes az olursa birkaç çalkalamadan sonra taneler eleniverir fazla da yorulunmazdı. Ama işlenen işlerin çokluğu demek ki biz çocukları da bıktırmış olmalı ki değişik uygulamalara başvuruyormuşuz.

Holus
Tınaz savururken biz çocukların bir görevi de kuyudan soğuk su getirmekti. Tınazın tozu her ne kadar doğrudan insana gelmese de yakardı. Ayrıca sıcak havada çalışan insanın soğuk suya mutlaka ihtiyacı vardı. O dönemlerde hiç kimsenin buzdolabı yoktu. Tek soğuk su kaynağı kuyulardı. Taze taze testilere doldurulan soğuk sular çabucak ılımazlardı. Ama kuyu yakında olduğu için çabuk çabuk doldururduk. Getirdiğimiz suyu içenlerin “ooh, suyun çok soğukmuş!” deyivermeleri şevkimizi artırırdı. Biraz sonra “senin getirdiğin su soğuk oluyor, hadi bakalım, deminki gibi kuyunun soğuk yerinden bir daha çek gel” demeleriyle birlikte kuyuya doğru fırladığımız bir olurdu.

Mıncıraklı’daki tınaz savuruculara su taşıdığım şimdi emekliye ayrılmış kuyumuz
Geçmişin harman zamanında elbette çok yorulunuyordu. Çünkü ekinler biçilecek, sap çekilecek, döven sürülecek, tınaz savrulacak, çeç elenip çalkanacak, saman ve çeç kasaya taşınacak… Bu işlerin hepsi insan ve hayvan gücüyle yapılacak. Yani zamana karşı bir yarış olacak. Onun için dinlenme amacıyla bile olsa çalışmaya hiç ara vermemek gerekirdi. Devlet dairelerinde bile haftada bir buçuk günlük dinlenme tatili vardı. Ama çiftçinin tatili kesinlikle olmazdı.

N. Ağabey ekinleri ailecek kavramayla biçtikten sonra kağnıyla sap çekmeye başlamıştı. Biri ak, biri kara iki öküzü vardı. İnceyol tarafından yüklediği sapı bizim oradan yani Mıncıraklı’dan geçerek taşırdu. Elinde uzun övendiresi olduğu halde hiç kağnıya binmez sürekli olarak kağnının gölge tarafında yürüyerek giderdi. Ekinleri biçer biçmez bir-iki güncük dinlenmek istemiş, ama babası buna izin vermemişti. Çünkü adamcağızın acelesi vardı. Babasının ısrarı karşısında N. Ağabeyin sap çekerken söylediği “Devlet baba bile çalışanlarına dinlensinler diye bir buçuk günlük tatil vermiş. (O zaman hafta tatili 1,5 gündü) Ben de çalışıyorum, dinlenmek benim de hakkım. İleşberin (rençper) tatili yok mu?” sözü hâlâ kulaklarımdadır. Ama maalesef “ileşberin tatili yoktu!”

Hayvanlar bile her halleriyle yorgunluklarını belli ederlerdi. Kır atlarımızdan birinin adı Molla, diğerinin adı ise Keçeli idi. Molla, sakin olduğu için bu adı almıştı. Hiç bir uygunsuz davranışı olmaz, verilen emre kayıtsız itaat ederdi. Keçeli ise Keçeli adında bir hemşerimizden alındığı için bu adı almıştı. Molla’nın tamamen zıddı bir karakteri vardı. Molla’nın hiç kişnememesine karşılık Keçeli ara sıra kendine has ironik sesiyle kesik kesik kişnerdi. Ele avuca sığmayan bir karakteri vardı. Fazlaca yorulursa Molla’nın hiç bir tepkide bulunmamasına karşılık Keçeli bunu kesinlikle kabullenmezdi. Kendine has o ironik sesiyle bir iki kere kişner, birkaç kere çifte atar ve öfkeyle arabanın oku üzerine yatıverirdi. Onun bu yatmasıyla ok kırılan bir ağaç dalının çatırdamasına benzer bir ses çıkarır ve kırılırdı. Keçelinin oku kırmasıyla babam da öfkelenir dizginlerle hayvanı dövmeye çalışırdı. Dövmeye çalışırdı diyorum çünkü Keçeli dövülmemek için değişik hareketlerle kendini kurtarmaya çalışırdı. İnanın Keçeli oku kırınca her seferinde bende hayvana acıma duygusu üstün gelir, içimden “babam Keçeli’yi dövmese” veya birkaç vurmadan sonra “artık bırakıverse” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. İşte o anda çevrede kimler olursa hemen geliverirler babamı sakinleştirirlerdi. Oku kıran Keçeli de artık sakinleşir, okun onarılmasını veya çevredeki bir arabadan ödünç olarak alınan bir okun arabaya uydurulmasını usluca beklerdi. Okun kırılmasından yeniden hareket edilmesine kadar geçen sürede Keçeli dinlenmiş olur, öfkesi de geçtiğinden aynı davranışı aynı anda iki kere yapmazdı. Bütün gücüyle çeken kayışlarına yüklenir, arabayı asılır, Molla da ona sadece uyardı.

Keçeli’nin böyle bir ok kırması Akbaba Sokağı ile Gazi Caddesi’nin kavuşum noktasında pazarın köşesinde gerçekleşmişti. Babam keçeli’yi dövmek istemiş orada bulunan Rahmetli Alıbazın Mustafa (Ayaz), babamı o tatlı diliyle sakinleştirmişti. Mustafa dayı, Ömer ağabeyimi Cumhuriyet İlkokulu’nun köşesine kadar götürmüş, o sokağın ötesinde bulunan ve duvarında “ARABAÇI” yazan araba tamirhanesindeki oku getirtmişti. O ödünç okla yolumuza devam ettiğimizi atlarımızın koşarak okulun köşesini döndüklerini döşeme yolda sanki arabayı uçuracaklarmış gibi götürdüklerini ve bizim de sıkıca tutunduğumuzu bugün gibi hatırlıyorum. Büyüğü küçüğü ve hayvanlarla birlikte bütün çalışanlar olarak herkes harman zamanında çok yorulurdu.

Tınazın tabanında hiç malama kalmayıncaya kadar savurma işine devam edilirdi. Malama bitince harman süpürgesiyle taban iyice süpürülerek savrulurdu.

Harman süpürgesi
Birkaç saat önceki tınaz şimdi honulardan öteki tarafta oluşan uzun saman yığını ile namlının iki başına yığılan konimsi zahire olmak üzere iki bölüme ayrılmış olurdu. Bu durumu gören babamın yüzünde dikkatli bakınca hemen görülebilecek olan sevinç dalgası oluşurdu. Bu emeklerin sonunda ortaya çıkan üretmenin verdiği sevinç ve mutluluktan başka bir şey değildi.