Yolum Iran’a Doğru

Türkyurdu Temmuz 2010 Cilt: 30 | Sayı : 275

14 Mayıs 2003 Çarşamba. Gazi ve Meşhet üniversiteleri arasında 2002 yılında yapılan antlaşma kapsamında, onlardan bir heyet bizim üniversiteyi ziyaret etmiş, biz de bu çerçevede onlara iade-i ziyarette bulunmak üzere İran yolundayız. Çeşitli fakültelerden 36 öğretim üyesi (hepsi de erkek), üniversitenin bir otobüsüyle sabah yola çıktık. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay da var. Herkes ön sıralarda bir yerlere oturmuş. Biz en arkayı tercih ettik. En rahat yer burasıdır dedi. İbadetini yaparsın, kimsenin haberi olmaz. Burada yatarsın, uzanırsın, herkesin ne yaptığını görürsün. Gerçekten haklı imiş. Yolculuk boyunca çok rahat ettik.
15 Mayıs 2003 Perşembe. Saat 10.00’da Erzurum Atatürk Üniversitesi kampüsünde mola verdik. Üniversite misafirhanesinde 2 saat kadar dinlendik. Öğle yemeğinden sonra şehrin, Abdurrahman Gazi Türbesi, Çifte Minareli Medrese, Yakutiye Medresesi, Aziziye Tabyaları gibi tanınmış tarihi yerlerini gezdik. Akşam yemeğinin ardından saat 20.00’de yeniden yola çıktık. Pırıl pırıl, mehtaplı bir gece. Yol boyunca Aras, bir görünüp bir kaybolarak uzun süre bizi takip etti. Doğu Bayazıt üzerinden saat 24. 00’te Gürbulak sınır kapısına vardık. Burada gezi boyunca bizimle olacak mihmandarlarımız tarafından karşılandık.

Tebriz'den Meşhet'e
16 Mayıs 2003, Cuma. 4 saatlik bir yolculuktan sonra sabah 7.00 sularında Tebriz’e vardık. Burada oyalanmadan saat 8.50 uçağı ile 10.30’da Meşhet’e ulaştık. Bizi İran İslâmî Kültür ve İlişkiler Merkezi temsilcisi Ahmet Mercani karşıladı. Meşhed Firdevsi Üniversitesi’nin Mihmanhanesine yerleştikten sonra saat 12.00’de üniversitenin sosyal tesislerinde öğle yemeği yedik. Misafirhanede 1,5 saat kadar dinlendik. Saat 17.00’de İran’ın meşhur şairi Firdevsi’yi anma törenlerine katılmak üzere Tus’a hareket ettik. Tus, Meşhet’e 40, Türkmenistan’a 300 km. uzaklıkta.

Firdevsi'nin Şehri Tus
Firdevsi'yi anma törenleri İran'da daima önemsenmiştir. 1934'te Firdevsi'nin doğumunun 1000. yılı görkemli törenlerle kutlanmış, Türkiye'den İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fuat Köprülü ve Doç. Dr. Ali Nihad Tarlan katılmış.
Törenler Firdevsi Anıtı önünde yapılıyor. Çok güzel bir anıt. Dört yanında Firdevsi’nin şiirleri yazılı. Geniş bir bahçe içinde. Önündeki büyük havuzda fıskiyelerden sular yükseliyor. Biz saat 18.00 sularında geldik. Tören başladı. Törende, önce İran İslâmî Kültür ve İlişkiler Merkezi Yetkilisi Emini ve ardından rehberimiz Mercani, Firdevsi hakkında birer konuşma yaptılar. Halkın coşkulu katılımı var.
Sahne tamamen halılarla kaplanmış. Kırmızı zemin üzerine çiçek motifleriyle bezenmiş halılar. Meşhet halısı olduğunu söylediler.
Önce, genç bir erkek dutar sanatçısı def eşliğinde Farsça, Türkçe şarkılar okudu. Türkmenistanlı dutar sanatçılarının üslûbuna benziyor. Bu benzerlik, aynı zamanda Fars kültürünün Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerdeki etkisinin de göstergesi.
Bu sanatçılar arkada icralarına devam ederken, elinde ney uzunluğunda ve iki ucu kırmızı bir sopa, başında krem rengi sikke olan milli kıyafetleri içinde bir sanatçı meddah gibi Şehname’den bazı şiirleri okudu; zaman zaman yanındaki iki sanatçı ile drama yaparak Şehname’den Rüstem ve Behram’la ilgili bazı sahneleri canlandırdılar. Bunu yaparken ellerinde tuttukları aslan, ejderha, ayı vb. maskelerden de yararlandılar. Müziğin ritmi, konunun akışına göre bazen hızlanıp bazen yavaşlıyor.
Meddah rolündeki kişi, şiirleri bazen düz, bazen besteli okuyor. Arada hikâyeyi konuşma tarzında naklediyor. Bestelerin geleneksel bazı ezgilere uyarlanarak okunduğunu sanıyorum. Bazılarının Azerbaycanlı büyük bestekâr Üzeyir Hacıbeyli’nin Leyli ve Mecnun’u ile benzerlik gösterdiğini fark ettim. Herhalde bizim İran’dan etkilendiğimiz gibi, onlar da bizden etkilenmiş olmalı.
Ben önde protokole ayrılan koltuklardan birine oturdum. Bu sırada sakallı, siyah sarıklı, krem rengi cübbeli genç bir molla gelip yanıma oturdu. Yanında normal giyimli sakallı bir kişi daha var. Buranın üst düzey yöneticilerinden olmalı.
Bu gösteri bir saat kadar sürdü. Saat 19.30’a geliyor. Akşam olmak üzere. Törenlerin ardından Firdevsi’nin anıtı altındaki mezarını ziyaret ettik. Galerinin duvarları Şehname’de anlatılan olayların kabartma figürleriyle süslü. Sahnede izlediğimiz tiyatro sanatçılardan birisi bunlar hakkında açıklamalarda bulundu.
İran’ın İslâm devrimi sonrası bile, İslâmiyet öncesi tarihine bu kadar önem vermesi ilginç. Rejim değişse bile, halkın ve yöneticilerin Şehnâme’ye, geçmiş bütün şairlere sahip çıkması, tarihi derinlik fikrini önemsediklerini gösteriyor.
1995'te Türkmenistan’da Mahtum Kulu anma törenlerine katılmıştık. Orada da aynı şekilde, geniş bir bahçe içerisinde büyük bir heykel vardı. Törenlere halkın ve yöneticilerin geniş katılımı vardı. Benzer rejimlerin bu gibi törenleri önemsediği anlaşılıyor.
Bu günler aynı zamanda Peygamber’in doğumu (mevlit) dolayısıyla kutlanan “hafta-i vahdet” günlerine denk geliyor.
Program bitince aynı bahçe ve aynı kompleks içinde özenle düzenlenmiş bir lokantada akşam yemeği yenildi. Önce yeşil mevsim salata geldi. Yanında yoğurt. Öğle yemeği de aynı idi. Ancak salatanın üzerine şekerli yoğurt dökülmüştü. Lavaşa benzeyen, daha sert ve kalın bir ekmek. Bizimkilere benzemiyor. Şişte et ve tavuk kebabı. Yanında pirinç pilavı. Üzeri zaferanlı. En meşhur pirinç “gülistan”dan yapılma. İsteyene çiğ tereyağı veriyorlar. Sıcak pilavın üzerine koyunca eriyor. En gözde yemekleri bu. Zaferanla kızartılmış tavuğa “cüce kebabı” diyorlar. Yani civciv/piliç kebabı. İçecek olarak pepsi ve 7up.
İran'daki yemek kültürü bize göre daha fakir. Bizim Anadolu'ya gelmezden önceki göçebe yemekleri gibi. En yaygın ve muteber iki yemek şiş kebap ve yağsız pirinç pilavı. Bizdeki ekmek veya hamur işi çeşitliliği yok. Bazı yerlerde yufka ile pide arası bir ekmek getiriyorlar. Sert, yemesi zor. Pek de lezzetli değil. Çorba, sulu yemek ve tatlılarını göremedik. Herhalde hamur işi tatlı pek yok.
Yemekten sonra saat 10.30 sularında İmam Rıza Türbesi’ne gideceğimiz söylendi. Gündüz çok izdiham olduğundan bu saat tercih edilmiş. Ancak postaneden Türkiye’yi aramak isteyenler olduğu için ziyaret ertelendi. İki ülke arasında anlaşma olmadığı için cep telefonları çalışmıyor. Meşhet’in merkezi bulvarlarından birinde bulunan postaneden telefon görüşmesi yaptık.
Bugün Cuma. Tatil olduğundan, akşam yolda gelirken piknik yapan çok sayıda aile gördük. Akşam hayat çok canlı. Bulvar kenarında işportacı sergileri var. Bir kasetçiden Türkçe mersiye cd’leri aldık. Geç vakit döndük.
Bizim katta bekleme salonunda yere halı ve battaniyeleri sererek cuma namazı kıldık. Namazı S. H. Bolay kıldırdı. Ezan kapalı devre okunuyor. İmam Rıza türbesi gibi yerler dışında mescitlerde ezan duyulmuyor.

Mimam Rıza'nın Şehri Meşhet
17 Mayıs 2003, Cumartesi. Saat 8.30’da Firdevsi Üniversitesi’ne geldik. Kampüs çok geniş. 3 milyon m2. Yüksek ağaçlarla kaplı bahçe içinde. Özenle yapılmış güzel binalar dikkati çekiyor. Kampusu otobüsle gezdirdiler, fakülteler hakkında bilgi verdiler.
Bizi büyük ve modern bir toplantı odasına aldılar. Rektör adına yardımcısı konuştu. Besmeleyle söze başladı. Vahdet haftamızı kutladı. Zahmet edip geldiğimiz için teşekkür etti. Ülkelerimizin tarihine bakarsak, ikisi arasındaki ilişkilerin gelişmesinin gereği anlaşılır dedi. Toplantı sonrası öğretim üyeleri, alanlarına göre ilgili fakültelerde görüşmelerde bulundu.
Meşhet, İran’ın iki büyük şehrinden biri. Nüfusu 2 milyon. Firdevsi, 1940’ta kurulmuş ana üniversitelerden. Toplam 12 fakültesi var; 10’u bu ana kampüste, ikisi dışarıda. Toplam 700 doktoralı öğretim üyesi, 15000 öğrencisi bulunuyor. Lisansta 70, Yüksek Lisansta 60, doktorada 31 bölüm eğitim veriyor. Bunların dışında bilgisayar merkezi, bilgi merkezi ve merkezi kütüphane var.
Öğretim üyelerinin yüzde 90’ı doktoralarını Batı üniversitelerinde yapmış. Mezun oldukları bu üniversitelerle ilişkilerini sürdürüyorlar. Resmi ilişki kurdukları üniversiteler de var: Kanada’da ziraat fakültesi, Belçika’da ilahiyat kürsüsü var. Çin’de de üniversite var. Başka üniversitelere Farsça hocası yetiştirmekte. Çek Cumhuriyeti, Ürdün, Özbekistan ve Londra’daki Farsça kürsülerine hoca gönderiyorlar.
Tahran’da Vahdet haftası münasebetiyle 25 İslâm ülkesinden katılımcıların yer aldığı üç günlük bir seminer yapılıyor. Kutlu Doğum Haftası’na davet edildikleri takdirde her türlü katkıyı sağlayacaklarını söylüyorlar.
Hocaların yüzde 25’i kadın, öğrencilerin yüzde 60’ı kız. Bazı bölümlerde bu oran yüzde 80’e çıkıyor. Beşeri bilimlere daha çok rağbet ediyorlar.
Saat 11.00’de Edebiyat Fakültesi’ne gittik. 90 öğretim üyesi, 3000 öğrencisi var. 8 bölüm bulunuyor: Filololji, Sosyoloji, Tarih, Coğrafya, İran Edebiyatı vs.
Fakülte, tanınmış bilim adamlarına sahip. Tarihçilerden Prof. Hâherî ve Nebeî ölmüş, Hüseyn-i İlâhî hayatta. İran çapında bir dergi çıkarıyorlar. Sorumlusu Dr. Unsurî Nejat. Azeri. Bize birkaç kitap ve dergi hediye etti. Bizim 68 kuşağından gibi. Tebriz’de bir arkadaşıyla birlikte Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ünü çevirip yayımlamışlar.
Fakülte kütüphanesini gezdik. Türkiye’den Aziz Nesin ve Nazım Hikmet’in kitapları var.
Yanımıza iki Azeri öğrenci geldi. Bize çok baskı yapılıyor, Türkiye bizi himaye eylesin dediler. Biri Coğrafya’da, diğeri Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaktaymış. Türk Dili ve Edebiyatı okumak istiyoruz ama maalesef İran’da böyle bir bölüm yok dediler. Bu, masum bir istek mi, yoksa dış kaynaklı ayrılıkçı bir hareketin etkisi midir, anlayamadık. Daha sonra karşılaşacağımız bazı olaylar bizi bu konuda düşündürdü.
Öğle yemeğini önceki gün olduğu gibi yine üniversite sosyal tesislerinde yedik. Menü hemen hemen aynı.
Yemekten sonra İmam Rıza Türbesi’ne gittik. Çook geniş bir mekân içinde büyük bir külliye. Asıl türbeye ulaşmak için iç içe avlular ve kapılardan geçmek gerekiyor.
Buranın giderleri külliyeye ait arazilerden elde edilen gelirlerle karşılanıyormuş. Külliye ayrıca 15 tarım kuruluşu, 21 endüstriyel şirket, 1 serbest bölge ve 13 ticarî teknik servise sahipmiş. Ziyaretçilerin türbeye bıraktıkları paralar da önemli bir yekûn tutuyormuş. Devletin herhangi katkısı söz konusu değilmiş. Külliyenin 100 bin kişiye yemek verebilecek bir salonu, yatacak yeri olmayanlar için yatakhanesi bulunmakta; ihtiyaç sahiplerinin yol masrafları da karşılanmaktaymış.
İçeri girince İran’a özgü etkileyici ve bıktırıcı bir tezyinat merakı kendini gösteriyor. Osmanlı’nın, sadelikteki güzelliği nasıl bulduğunu daha iyi anlıyoruz. Kesret/vahdet tezadı belki. Bütün duvarlar ve tavan küçük kristal aynalarla kaplı. Bunlar müthiş bir ışık ve aydınlık veriyor.
İnsanlar, insanlar… Türbeyi öpmek, elini sürmek için çırpınan insanlar… Müthiş bir coşku. Ellerinde dua ve mersiye kitapları çoluk çocuk, genç ihtiyar her yaştan ziyaretçi. Bir tarafta oturanlar, uyuyanlar… Yüksek sesle dokunaklı, gözyaşlı mersiye, dua okuyanlar. Burada bir hüzün ve yas havası hâkim. Akşam ezanından önce Kuran okunuyor. Ezan da Kuran da sanki mersiye havasında, içli, ağlamaklı. İnsanlar kadınlı erkekli namaza yetişebilmek için akşam alacasında telaşla, uçarcasına koşturuyorlar. Etkileyici bir manzara.
Burayı ziyaret etmek Şiiler için bir çeşit hac sayılmaktaymış. Bunlara Meşhedî denilmekteymiş.
Türbenin yanında İmam Rıza Kütüphanesi var. Acem mübalağası değilse, 1150 yıllık bir geçmişi varmış. 53 dilde 1,5 milyon kitap olduğu söyleniyor. Bunların katalogu 21 cilt imiş.
Modern kütüphanecilik hizmeti veriliyor. Yangın tedbiri holon gazıyla sağlanmakta. Depodan kitaplar ilginç bir elektrikli raylı sistemle çıkarılıyor. Bilgisayar ve internet imkânları iyi. Okuma salonları kız ve erkek yaş gruplarına göre ayrılmış: Birincisi 12 yaşına kadar; ikincisi 12-16 yaş; üçüncüsü 16-20 yaş; dördüncüsü 20 yaşından büyüklerin. Salonlarda kızlar çoğunlukta. Fakülte kütüphanesi de böyleydi. Erkekler futbol oynuyor, kızlar daha çalışkan diyorlar. Kütüphaneyi Dr. Mercayi gezdiriyor. Hindistan’da öğrenim görmüş. Tebrizli bir Azeri.
Akşam ezanıyla birlikte türbe ziyaretini tamamlayıp çarşıya alış verişe çıktık. Burada Nişabur’da çıkan firuze yaygın. Turkuaz rengi mavi. Bana biraz çiğ geldi, almadım. Margule denilen yapay inciden kolye, akikten yüzük ve küpe daha çok hoşuma gitti. Meşhet işi süslemeli yastık yüzü aldım. Ben tezgâhtara bunlar Isfahan işi mi diye sorarken, yolda geçmekte olan elli yaşlarında çarşaflı bir kadın, “Isfahan, nısf-ı cihan” diye kıkırdayarak yürüdü gitti. Çok şaşırdım.
Saat 7.30’da Meşhet’e 15 km uzaklıktaki Targobi/Torgabe Yaylası denilen yerde akşam yemeği yedik. Restoran-ı İrem’de yüksek çınarlar ve karaağaçların altında yan yana kurulmuş çardak/kerevetlere bağdaş kurup oturduk. Oturduğumuz halılar ve sırtımızı dayadığımız yastıklar Türkmen Teke halısıydı. Kemikli pirzola ve tavuk şiş yedik. Yanında ekşi ayran, sirkeli lahana turşusu, değişik terbiyelenmiş zeytin turşusu meyveli yoğurt… Bunlar bize pek hitap etmedi.

Nişabur
18 Mayıs 2003, Pazar. Sabah 7.00’de Nişabur’a gitmek üzere yola çıktık. Meşhet’e 120 km. Otobüsle yaklaşık bir buçuk saatlik bir yol. İç Anadolu’da yolculuk yapıyor gibiyiz.
Saat 9.00’da Dânişgâh-ı Âzâd-ı İslâmî Vâhid Nişabur Üniversitesi’nde düzenlenen Ömer Hayyam’ı anma toplantısına katıldık. Tacikistan vb. çeşitli ülkelerden konuşmacılar var. Konuşmalardaki ahenk çok etkileyici. Özellikle şiirlerde. Farsça ahenkli bir dil.
Sahnenin üstüne Hayyam’ın şu mısraını yazmışlar:
Hayyâm! Bûy-i aşk mî-dehed hâk-i kûy-i kûr (Hayyam, senin mezarının toprağından aşk kokusu geliyor.)
Nişabur’dan, Hacı Bektaş’ın doğduğu söylenen Fuşencan (yoksa Ferencan mı idi?) köyüne gittik. Yaklaşık 15 km uzaklıkta. Kerpiçten evler, tezek kokusu, bahçeler, meyve ağaçları… Anadolu köyleri gibi. Köylüler sırayla ellerimizi sıkıp hoş geldiniz dediler. Köy muhtarı kısa bir hoş geldiniz konuşması yaptı. Ardından tarih öğretmeni olan bir kişi bazı bilgiler verdi. Söyledikleri yüzeysel bilgiler, yeni bir şey yok. Bu konuda Nişabur’da bir ansiklopedi bürosunda bir çalışma yapılmış, yakında kitap olarak yayınlanacakmış.
Hacı Bektaş’la ilgili hiçbir bilgi, hatıra, gelenek, inanış yaşamıyormuş. Onun soyundan geldiğine inanan veya yolunu sürdüren kimse yokmuş. Önce Moğol istilası, ardından yaşanan depremler sonrası insanlar burayı terk etmiş. Şimdi yaşayanlar sonradan gelip yerleşmiş. Çevrede Türkmenler yaşıyor mu dedik, hayır dediler.
Hacı Bektaş’ın doğduğu evi sembolize eden yeni bir ev yapmışlar. Önünde bir havuz, etrafında yüksek ağaçlar. Bu ev bizimkilerin teşebbüsüyle mi yapıldı bilmiyorum. Herhalde bir dini turizm merkezi olarak canlandırmak istiyorlar. Evin önündeki eyvanda bulunan sedirlere bağdaş kurup oturduk. Meyve suyu ve yanında bir çeşit tatlı ikram ettiler.
Hayyam’ı anma toplantısı sonrası bir yatılı okulun yemekhanesinde öğle yemeği yedik. Çıkışta otobüsümüze binmeyi beklerken yanımıza iki kız öğrenci yaklaştı. Birisi Türk’müş, çok az Türkçe biliyormuş. Bizlerin Türkiye’den geldiğini öğrenince gözleri parlıyor, konuşmak istiyor. Mihmandarlarımızdan polis olduğunu sandığımız Ali Kemali her zamanki gibi hemen yanımızda bitti, haydi otobüs kalkıyor diyerek bizi oradan uzaklaştırdı. Kızlar melûl mahzun baka kaldılar. Halleri pek dokundu. Oysa otobüsün kalkması için yarım saat daha bekledik. Mihmandarlarımızın, bizlerin halkla temas etmememiz için gösterdikleri bazen komik, aşırı çaba bizi düşündürdü.
Yemekten sonra restore edilen bir kervansarayın açılışına katıldık. İçinde müze ve çeşitli hediyelik eşyanın satıldığı dükkânlar var. Eski müzik aletleri satan bir antikacıya girdik. Yaşlı bir Türkmen bize yardımcı olurken, aynı şekilde müdahale edildi ve uzaklaştırıldık. Arkadaşlardan biri santur aldı.
Nişabur firuzenin çıktığı merkez. Fakat alış veriş imkânımız olmadı.
Yol üstünde Ahşap Köyü ziyaret ettik. Köydeki ahşap ev ve cami dikkat çekici. Bunları yapan kişi, ABD’de öğretim üyeliği yapan ve emekli olduktan sonra köyüne yerleşen bir mimarın eseri. Kendisi çalışmaları hakkında bizzat bilgi verdi.
Vaktimiz daralıyordu. Hızlı bir şekilde Hayyam’ın kabrini ziyaret ettik. Yüksek ağaçların kapladığı geniş, büyük bir bahçe içinde. Çok yüksek bir anıtın altında yatıyor. Müzeyi gezemedik.
Meşhet’e hareket ettik. Akşam ezanında Firdevsi Üniversitesi mihmanhanesine geldik. Valizlerimizi alıp havaalanına yöneldik. 20.50'de uçağa bindik ve gece geç vakit 22.00'de Isfahan havaalanına indik. Otobüslerimiz hazır bekliyordu. Şehre varmak bir saat sürdü. Isfahan Teknik Üniversitesi’nin misafirhanesine saat 24.00’te varabildik. Çok yorgunduk. Dört kişilik odalar ayrılmış, itiraz edildi, üç kişiye razı olduk. Herhalde bir organizasyon hatası olmalı. Bize bir gecelik yer ayrılmış. Görüşmeler sonrası ertesi gece de kaldık.

Isfahan, Nısf-I Cihan
19-20 Mayıs 2003, Pazartesi-Salı. Isfahan, Şah Abbas’ın başşehri. Meşhet’ten daha güzel ve düzenli. Uzun, düzgün, iki yanı ağaçlarla kaplı caddeler dikkati çekiyor. “Isfahan, nısf-ı cihan” sözü herkesin dilinde. Alış veriş yaptığım esnaftan bir kişiye “İstanbul, nısf-ı cihan” dedim. Şiddetle itiraz etti. “İstanbul nısf-ı cihan; Isfahan, diğer nısf-ı cihan” deyince sulh olduk. Tebrizliler bu sözü şöyle bir ilave ile söylerlermiş: Isfahan, nısf-ı cihan; eger Tebriz ne-bâşed. Isfahan dünyanın yarısıdır; Tebriz olmasa!
Âşık Garip Hikâyesinde Tebriz vasfında söylenmiş güzel bir şiir var:

Tebriz’in etrafı dağdır meşedir
İçinde oturan beydir paşadır
Seksen bin mahalle, yüz bin köşedir
Çarşısı pazarı ili Tebriz’in

Başta Âşık Garip olmak üzere birçok halk hikâyesinde Isfahan’dan söz edilir. Karagöz oyunlarından birindeki Acem’in söylediği şarkıda da geçer:
Isfahan’dan men geçerem
Dolu bâdeler içerem
Hem ekerem hem biçerem
Ne yaman Acem güzeli

Isfahan’da bir kuyu var
İçinde nane suyu var
Her güzelin bir huyu var
Ne yaman Acem güzeli

Önce bu hikâyeleri, türküleri unuttuk, sonra da kültürümüzün, tarihimizin şehirlerini. Şimdi Tebriz, Isfahan insanlarımıza neyi hatırlatıyor?
Isfahan'da önce Tabiat Tarihi Müzesi’nin yanındaki Çihil-Sütun’u (Kırk Sütunlu Saray) ziyaret ettik. Şah Abbas’ın bayramlaşma törenlerini yaptığı, misafirlerini ağırladığı saray. Bahçesinde yüksek ağaçlar ve önünde büyük bir havuz dikkati çekiyor. Yüksek sütunları, işlemeli tavanları ve duvarlardaki zengin minyatürleri çok etkileyici. Bunlardan birinde büyük bir tablo halinde Yavuz Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran savaşı da resmedilmiş.
Öğle yemeğini Isfahan’da bir lokantada yedik. Ardından Şah İsmail’in torunu Şah Abbas’ın (1588-1629) yaptırdığı muhteşem Safevi eserlerini gördük. Nakş-ı Cihan da denilen Şah Meydanı ve dört yanında yükselen cami ve medreseler… Bunların tam ortasında Âli Kapu denilen Şah Abbas’ın sarayı. Bizim Bâb-ı Âli’ye nazire sanki.
Dört yanında Mescid-i Şah (İmam Mescidi), Şeyh Lütfullah Camii, Âli Kapu Sarayı gibi görkemli yapıların yer aldığı dikdörtgen şeklindeki bu meydan o kadar büyük ki insanı hayran bırakıyor. Dört bir yanı kapalı çarşılar, boydan boya sıra sıra dükkânlar… Meydanın ortasında geniş bir avlu ve avlunun ortasında büyük bir havuz yer almaktadır. Bu büyük meydanı boydan boya gezmek isteyenler için faytonlar bulunuyor.
Şah Abbas Camiine bu avludan geçerek gittik. Görkemli İran çinileriyle kaplı. Çağının en güzel örneklerinden birisini teşkil etmekteymiş. Meydanın bir köşesinde yer alan selâmlık binası şahların askeri selamladığı yermiş. Buradan şehri seyretmek mümkün.
Akşam yemeğini Isfahan’da bir lokantada yedik. Sonra şehrin ortasından geçen Zayende Irmağı üzerinde Şah Abbas’ın veziri Allahverdi Han’ın yaptırdığı köprüye gittik. Burası akşam vakti çok canlı bir yer. Otuz üç kemeri var. Drina Köprüsünü hatırlatıyor. Yan yana iki üç araba geçebilecek kadar geniş. İki yanında yaya yolu var. Ayrıca, yağışlı havalarda yolcuların ıslanmaması için bu yola paralel, üstü kapalı bir yaya yürüyüş yolu daha bulunmakta. Köprünün nehre bakan her iki yüzünde ayrıca birer yol daha var.
Köprünün ayağında bulunan çay bahçesinde çay içtik. Bu arada yaşlı hocalardan birisi biraz uzakta bulunan tuvalete gitmişti. Gülerek geldi. Birkaç çarşaflı kadın yanına yaklaşarak, "Bizde size yarayışlı bir şey var mı?" diye sormuşlar. Ben bunları Bağdat'ta İsmailiye Camii çevresinde de görmüştüm. Bunlar bir ekiptir. Evet derseniz, iki kişi gelir hemen muta nikâhı kıyarlar dedi.
Ertesi gün (20 Mayıs 2003, Salı) Isfahan Üniversitesi’nde görüşme olacaktı, olamadı. Herhalde iyi planlanmamış. İnsanların haberi yok. Belki de bizi davet eden birim ile bunlar arasında bir doku uyuşmazlığı var, anlayamadığımız bir iç politik mesele. Yine de sembolik bir görüşme yapılabilirdi. Kimseyle görüşemedik, hatta üniversiteye bile gidemedik.
Bunun üzerine otobüslere binerek sallanan minareyi gezmeye gittik. Yıkılan eski bir caminin iki minaresi ayakta; ziyarete açılmış. Görevlilerden birisi, minarelerden birini manivela ile sallayınca diğer minare de sallandı. Bu iş her saat başlarında otomatik olarak yapılıyormuş. Bizim için özel bir uygulama oldu.
Çok sayıda ziyaretçi var. Bunlar arasında Urmiye Azad Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden gelen Azeri Türkü kız ve erkek üniversite öğrencileri ile karşılaştık. Hemen bir sıcaklık oluştu, kan mı çekiyor ne, bol bol hatıra fotoğrafı çektirdik.
Buradan, Mecusilerden kalma Ateşgede veya Âteşgâh adı verilen tapınağa gittik. Yüksekçe bir tepenin üstünde. Oldukça dik bir patikadan saat 13.30 sularında öğle sıcağında kan ter içinde tırmandık. Nefes nefese kaldık. İnerken de zorlandık. Tabanlarımız kabarmış, su toplamış.
Bu tepeden Isfahan’ı seyrettik, fotoğraflar çektik. Öğle yemeğini program dışı olarak Isfahan'da bir restoranda yedik.
Öğle yemeğinin ardından, Şah Abbas’ın şehzadeleri için yaptırdığı Heşt Bihişt denilen sarayı gördük. Önünde havuzu olan, yüksek ağaçlarla kaplı, geniş bir bahçe içinde. Bugün Tevhit haftası dolayısıyla bayram. İnsanlar ailecek piknik yapıyorlar. İki Azeri çocuk yanımıza geldi. Polis okulunda öğrencilermiş. Bizimle konuşurken her yanları gülüyordu. Ne kadar mutlu oldular!
Öğleden sonra Şah Meydanına giderek alış veriş yaptık. Isfahan işi ipekli seccade, Kâşgay Türklerine özgü iki seccade ve yine Isfahan işi masa örtüleri aldık.
Saat 20.45’te uçakla Tahran'a hareket ettik. Yaklaşık 45 dakika. Tahran Bizi büyükelçiliğimiz III. Katibi Tunç Angılı karşıladı. Tahran Üniversitesi Dil ve Edebiyat Akademisinin Misafirhanesine yerleştik. (Devam edecek…)