Santiago’da Cuma Namazı
Çok bunaldığım, depresif bir dönemdi o günler: 2001 Haziranı. En son Mart–Nisan gibi yanına gittiğim Ethem dayımı kaybetmiştim. Merdivenden, gece saat 23.00’te bizi hasta hali ile uğurlayışını, sevgi dolu bakışlarını hiç unutmuyor, aklıma geldikçe, gözyaşlarımı zor tutuyordum. Yağmurun mis kokusu gibi, insanın içini ferahlatan bir haber gibi geldi, Santiago’daki kongre: Avrupa Cerrahi Araştırmalar Kongresi. Çok kalabalık geçmeyen ama hep gerçekten araştırmaya gönül vermiş, yalnızca araştırmaların sunulup tartışıldığı, genç-dinamik-sakin-güncel hırslardan uzak doktorların katıldığı bir kongre idi. Dört gün dahi olsa uzak yola değerdi. Ankara’dan, İstanbul’a, İstanbul’dan Barselona’ya, orada havaalanından hiç çıkmadan, Barselona’yı havadan görerek üçüncü uçakla Santiago’ya ulaşılan yorucu bir yolculuk. Barselona’da bilet bölümündeki Endülüs medeniyetinden etkilenip, sonra da Müslüman olan İspanyol görevli, bir sürpriz idi kuşkusuz.
Uçak İspanya’yı, daha doğrusu İber yarımadasını, bir baştan diğer uca Pirene sıradağlarına paralel uçarak kat etti. Dağların kuzeyi Fransa, güneyi İspanya… Altımızda yeşili bol, toprağı az bir sıradağ görüntüsü var. Ve uçak yolculuğu üç saate yakın sürdü. İndiğimiz yer küçük bir şehir, küçük bir havaalanı. Zaten uçak ta küçüktü, vardığımız toprak parçası da.
Burası Santiago del Compostela… İspanya’nın içişlerinde bağımsız, dışişlerinde bağımlı, yaşayanların kendini İspanyol değil İrlandalı gibi hissettiği, İspanyolluğu da İspanyayı da benimsemediği ama bunu düşmanca görmeyen, göstermeyen, adına Galicia denen bir bölgesi. Santiago denince Şili’nin, Galicia denince, istiklâl savaşımız sırasındaki cephelerimizden birinin hatırlandığı isimler bunlar…
Ama burası ne Şili, ne de bizim Galiçya dediğimiz yer değil, Galiçya diye okunan bir bölgenin Santiago del Compostela denen baş şehirciği. Otel yeşil tarlaların ortasında. İki katlı bir bina. Şehirden oldukça uzakta, yaya yürüyerek – tarlaların içinden geçen, tarlalarda güzel bahçeli evlerin olduğu – 10 km.lik mesafede, manastıra benzer bir beyaz bina. Ortasında haçtan bir heykelin olduğu, kapalı bir avlunun etrafındaki, ikinci kattaki balkonun etrafına dizili odalardan oluşmuş, beyazlığına inat kasvet veren bir otel. Kongre şehirde ve şehir bizden 10 km. uzakta. Galiçya İspanya’nın Atlas okyanusu ucunda, Santiago ise Atlas’a 100 km. uzakta. Taksi oldukça pahalı, biz uzman üç doktor, hem spor hem tasarruf için sabah akşam yürüyerek gidiyoruz. Nadiren, yorgunluk çökünce, ya da toplantıdan geç çıkınca taksiye biniyoruz ve taksi de bize hep fatura kesiyor. Takside de fatura kesildiğini ilk orada görüyorum. (Sonra başka ülkelerde de gördüm…).
Şehir tarihten fırlamış gibi. Yollar Arnavut kaldırımı, evleri taştan, meydanları çeşmeli, sular şırıl şırıl, ya akarsu –dere ya da çeşmede- hem de şehir içinde ve temiz. Sokaklar daracık, evler dip dibe yapışık, balkonlarda çiçekler, ufak ağaçlı meydanlarda yaşlı teyze-dedeler, minicik kahveler, meyhaneler. Bir de minicik, miniminicik, tavla zarı boyutunda kekler. Hiç onlara has yiyecekleri yok. Tek övündükleri, üstüne pudra şekeri serpilmiş kekleri. Bir tepsinin içine zar boyutunda dilimleyip üstüne birer kürdan takıyor, pastane kapısında yoldan geçene bir tanecik tattırıyorlar. Sonrada “Gel kek satın al” diyorlar. Kim yer bu numarayı (keki). Nerde bizim kekler-pastalar. Nerde Türk’ün bol kepçe cömertliği…
Şehrin tüm yolları ana meydana çıkıyor. Ana meydan katedrali sunuyor. Merdivenli sokaklar, çıkmaz sokaklar, yaşayan canlı eski evler, Anadolu’yu andırıyor. Ama… Ortada dev bir katedral… Çan çalıyor… İçine giriyorum görmek için. İçime kasvet çöküyor. Taş ve soğuk duvarlar, yüksek tavanlar, yarı loş, küf ve taş kokan bir hava, duvarlarda insanın üstüne üstüne gelen taş heykeller, ağır şamdanlar, taş zeminde çınlayan ayak sesleri, siyah cübbeli papazın cübbe hışırtısı, insanın beynine balyoz gibi inen çan sesleri, org sesleri, ağır tütsü kokusu… Her seferinde en çok ürperti veren ise Hz. İsa’nın tasvirinin, göğüs altından bıçaklanmış, kan akan, zapzayıf, kemikleri sayılan, ya bir azizin kucağında, yatarken ya da çarmıha gerilmiş haldeki tasviri… İçimiz sıkılıyor, dışarı atıyoruz kendimizi… Ve kongrenin açılışı şerefine katedralde verilen resitale (!) mahkûm etmiyoruz beynimizi.
Katedralin çevresindeki tüm binalar, şehir gibi tarihî dokusunu korumuş ve kullanılıyor. Dev taş binalarda hükümet, belediye, rektörlük, üniversite faaliyet gösteriyor. Öğrenciler tarihî binalarda yüksek tahsil yapıyor.
Her hediyelik eşyada, duvarlarda, taşlarda, yerdeki logar kapaklarında bile Galicia yazıyor; Galicia’nın haritası görülüyor.
* * *
Hacı hacıyı Mekke’de,
Hoca hocayı tekke’de,
Deli deliyi bir dakikada bulurmuş.
Kongrenin kayıt günü akşamki hoş geldin kokteylinde (ikramlık?) önce Brüksel’den gelen Mısırlı cerrah Muhammet ile ertesi gün de öğle yemeğinde oturduğumuz masada iki Filistinli doktor ile tanıştık ve kongrenin sekiz Müslüman doktoru (beşi Türk, bir Mısırlı, iki Filistinli) tesadüfen aynı masada toplandık. Herkes birbirine neyin yenip, neyin yenmeyeceğini, şüpheli yiyecekleri hatırlatıyor. Ve hiç akılda yokken, dünyanın bu öteki ucunda, Filistinli Dr. Ahmet bizi Cuma namazına götürüyor.
Dr. Ahmet, diğer vatandaşı gibi buraya okumaya gelmiş, üniversite tahsiline, doktor olmaya. Zor da olsa geçiniyorlarmış. Ve bir gün hekim olup döneceklermiş ülkeye, dönebilirlerse Filistin’e, dönemezlerse Ürdün’e. “Burada da Müslüman öğrencilerle tanıştık, bir aradayız. Bir evimiz var toplanmak, ibadet etmek için” diyor. Galicia hükümeti şehrin dışında, uzak, kibrit kutusu binalardan yapılmış bir kenar mahallede, onlara daire vermiş.
Yemekten çıktık dışarı, Ahmet önde, biz arkada peşi sıra gidiyoruz. Uçarcasına götürdü bizi bu küçük şehirde bir uçtan diğer uca. Ne kongredeki toplantı kaçmalı, ne de Cuma namazı. Nasıl gittiğimizi, daha doğrusu uçtuğumuzu tahmin etmek zor. Hem gidiyor, hem şehri incelemeye çalışıyorum: Bir küçük meydanda eğilip havuzlu, süslü çeşmeden su içen şişman kadını, daracık sokakları, ön cephesi ellenmeden bırakılmış, arkası tamamen yıkılıp yeniden yapılmaya çalışılan, ama şehrin tarihî havası bozulmayan binaları, merdivenli yokuşları ve duvarlardaki yerel dilde yazılmış sloganları…
Bir apartmanın ikinci veya üçüncü katına çıkardı bizi Ahmet… Erkekler abdest alıp salona, ben küçük bir odada onları beklemeye, geçtik içeri. Hutbeye yetiştiler. Bir avuç Müslüman erkek, Atlas okyanusuna 100 km. mesafede bir adı bilinmez toprak parçasında, Allah’ın huzurunda el bağladılar…
Ben de arkalarından geçtim banyoya. Bir küçük oda, eski bir küvet, rengi kreme dönmüş, kalitesiz seramik toprağından eski bir lavabo, bir küçük musluk, kenarlarından sırları dökülmüş bir eski ayna, küçülmüş-incelmiş bir el sabunu, kenara atılmış kurumaya bırakılmış toz bezleri ve yerde bir naylon terlik… Tıpkı memlekette ki gibiydi işte… Salonun aralık kapısından duyulan davudi dua sesleri, Kâbe’ye dönmüş çoraplı, huzurlu ayakuçları, göbekte bağlanmış erkek elleri…
* * *
Galicialılar gerçekte İspanyol değil mi idi? Bilmiyorum. Ama toplantının son gecesinde önce bir kültür merkezinde, kültürlerinden bir demet, sonra da şık bir uzak otelde yemek verdiler. Kültürlerinde ne Flâmenko dansı vardı, ne fırfırlı etekler ve ne de gitar. Bolca denizci atalarının hikâyesi ve neredeyse tamamı İrlanda kokan danslar, tiyatro eserlerinden kısa bölümler, hatta Viking dönemini hatırlatan gemici efsaneleri, Herkül yapılı insanlar… İspanya diye düşündüğüm bu coğrafyada İspanya yoktu. Zaten onlar da “İspanyol değil, İrlanda asıllıyız” diyorlardı.
Akşam davet edildiğimiz şık bir otelde, şık bir salonda, şık masalarda yemeğe oturduk. Garsonlar çok nizami, aynı anda bir dans gösterisi sunar gibi, yemek servisi yaptılar. Ancak şüphe (korku) dağları bekliyordu. Önümüze gelen etin ne olduğu tartışılıp çatal bile değdirmeden beklerken, imdada yemek listesindeki isim yetişti: Sığır eti imiş. Koyun-keçi etine alışmış ben, tabağı diğerlerinin önüne “Siz yeyin!” dercesine hafifçe iterken, uzak bir masada oturmuş olan Mısırlı Dr. Muhammet gülerek ve beyefendi bir eda ile yanımıza yaklaştı. Bu arada bir garson, kibarca önümüzdeki tabakları alıp uzaklaşıyordu. Dr. Muhammet’in sözleri, Galicialı garsonların hassasiyeti, mutluluk verici idi: “Et sığır ama üstündeki sosta d… yağı varmış. Size şimdi sossuz sade et gelecek”. Garsonlar biz Müslüman doktorlardan özür dileyerek servisi yenilediler.
Aklıma üniversitede uzmanlık eğitimi yaparken, bir bayan uzmanın anlattıkları geldi: “İngilizce bilmeyen enişteme, yazlıkta, lokantada, domuz etli yemeği ‘Bu lezzetlidir’ diyerek yedirdim. Çok komikti. Hiç anlamadı. Bilse beni öldürür, biraz gericidir de.”
Galicialı garsonların kendi ülkelerindeki hassasiyeti ve benim üniversiteli bayan öğretim üyemin anlayışları ne kadar benziyor değil mi?(!)
Türkiye’ de tüketilen etin neredeyse üçte birinin kaynağı belli değilmiş. Gizli, kayıt dışı çiftliklerde üretilen bazı hayvanların etleri, kilosu 1–2 TL’den, piyasada, çok ucuz sosis- salam-sucuk-dönerlerin içinde tüketiliyormuş. Oysa Santiago’da tüm dükkânların vitrinleri meşhur “Galicia pork” sucuklarının but şeklindeki paketleri ile doluydu ve her yer kötü kokuyordu.
Medeniyet ne idi? Ya dürüstlük?
* * *
Galicia, İspanya’nın içişlerinde serbest, dışişlerinde bağımlı bir bölgesi idi. Ayrı başbakanları, bakanları vardı. (Toplantının açılışına da gelmiş, ülkeleri adına “hoş geldiniz” demişlerdi). Soyları ayrı, dilleri bambaşkaydı. Aslında İspanyolların deniz aşırı değil, “denizaşmaz” sömürgesi idi. Ama terör de yoktu; ayrılıkçı örgütlenme de terörist(!) Galicialı da. Apo gibi uzaktan kumanda eden bir kanlı elebaşları da olmamıştı.
Galiba Galicialılar bağımsızlığın anlamını (!) ve kahramanlığı (!) da hiç duymamışlardı.
* * *
Atlas okyanusunu görmeden mi döndüm? Hayır, bir otobüse binip gittik. Galicia’nın en büyük şehri, futbolu ile meşhur şehri, okyanus kenarındaydı: La Coruna... Gördük. Küçücük bir kaya parçası adacıkta kurulmuş, oyuncak gibi bir kaleyi müze yapmışlar, İspanyol korsanlarından, balon etekli şövalyelerden, hatta Vikinglerden kalan az bir eşyayı, sazdan yapılmış ilkel salları sergiledikleri kaleyi gezdim; erkekler dışarıda oturup beni beklerken. Yürüyerek en uçtaki deniz fenerine gittik. Atlas okyanusuna karşı dimdik durmaya çalışan, hatta kafa tutmaya çalışan fener, sadece kendini kandırıyordu; onu görmeye gelenler de kendilerini. Ne rüzgârın gücüne, ne sonsuzluk hissine kimsenin engel olmasına, okyanus izin vermiyordu. Sert, karşısında durulmaz, şiddetli bir rüzgâr daima sahili dövüyor, saçımızı dağıtıyor, ayakta durmayı zorlaştırıyor, yün ceketlere sarılsak da bizi yaz günü üşütüyordu. Buraya gelenler çok da olsa, insan kendini dünyada yapayalnız kalmış gibi hissediyordu. Tek başına… Sonsuzluğun içinde sahipsiz bir kul… Aslında bunu, hepimiz, hep biliyorduk: Kalabalıklar içinde bile yapayalnız olduğumuzu…
Ama bu dayanılmaz duygu, yanına biri gelince, gelen de seninle vatan-millet-Allah sevgisini aynı hissiyatla paylaşınca tevekkül çıkıyordu karşımıza. Boynumuz bükük, razı olmuş olarak mücadele ediyorduk bu hayatta…
Ve Santiago’da hâlâ bir Cuma namazı kılıyorduk…