Prag Baharı...
Prag’a yaklaşık dokuz yıl önce günü birlik gelmiş ve dönmüştüm. Sabah dokuz - akşam onsekiz arası gördüğüm Prag ya da karayolu ile Viyana-Prag seyahatimin intibaları iyi idi. Bol turist, tarihine çok sadık bir ülke, hiç bozulmamış, olduğu gibi korunmuş ve yaşayan eski bir Prag. Şehrin ortasında nazlı akan Vltava (Elbe’nin kolu), canlı-aktif- cıvıl cıvıl bir gençlik, ince-uzun manken gibi kızlar. 1968 Prag baharı- aslında kanlı baharı-nın hafızamda uyanışı ile neşeli gençliğini bağdaştıramamanın düşünceleri, Ağustosta bile titreyerek dolaşmak, dönüş yolunda ormanda gördüğüm üstü benekli -bambi- ceylan ve güzel tabiat…
İntibalarım iyi idi. Görülmeye değer bir şehirdi. Dokuz yıl sonra bir kongre daveti ile yeniden geldim, üç gün için. Kongre için bizimle gelen orta yaşlı, İstanbul’lu bir bayan meslektaşım, kısa şortlu kıyafeti ile yanıma oturdu. Uçak kalkarken ve inerken yaptıkları ile hafızama kazındı. Önce gözlerini kapadı. Ellerini öne doğru uzatıp, oje kurutan hanımlar gibi havada aynı hizada tutup bekledi. Sonra seviyeyi biraz aşağıya indirdi, yine bekledi. Sonra ikisini İseviler gibi önde bir araya getirip yüzünün hizasında bekledi, sonra iki elini çaprazlama göğsüne koyup bekledi. Tüm bu seremoni ( ? ) sırasında hiç gözünü açmadı. Tam uçak kalkarken ve inerken aynı hareketleri derin bir huşu içinde ifa eden meslektaşımın yaptığı bir derin düşünme miydi? Budist duası mı idi, bilmiyorum. Ama İslami olmadığı, hatta islamiyetin kıyısından bile geçmediği kesindi. Ama bir faydası dokundu ki bana… Hemen kendi dualarımı yapmaya başladım.
Türkiye’de yalnızca misyoner Hıristiyanlık değil, Budistler de dolaşıyor. Ve derin düşünme adı altında, entelektüel (?) kesimi modernite(?) diyerek dinden uzaklaştırıyorlardı.
Prag sisli, yağışlı. Hava gri renkli ve tatsız. Prag’da ağaçlar çiçek açmış, yollar, dallar, bahçeler yemyeşil. Şehrin ruhu mu (?) insanın ruhu mu (?) bilinmez, kıştan henüz çıkmamış. Prag baharı henüz başlamamış. Aslında 1968’deki kanlı olaylar –Rusların ayağa kalkan gençlere kanlı müdahalesi - neden Prag baharı oluyor da, kanlı bahar olmuyor, kafamda henüz oturmamış. Elimdeki broşürde diyor ki: “Kırk yıl (1945–1989) komünizm idaresinde kaldıktan sonra, demokrasiye geçse de, kırk yılın etkisi ile hâlâ halkın % 50 si ateisttir.” Oysa şehrin her yeri kilise dolu. Azerbaycan’ı düşünüyorum. Yıl 1991 Haziranı. Kanlı ocak katliamı olalı henüz altı ay olmuş.
Yaklaşık yetmiş yıl komünizm - ateizm etkisi altında kalan bu Türk yurdunda Gence’li bir genç diyordu ki: “Ateizm dersine girerken, Allah’a dua edip giriyoruz, iyi not alalım diye”. Ve ilave ediyordu: “Müslüman’ız elhamdülillah, Müslümanız ama nasıl ibadet edilir, hangi dualar okunur bilmiyoruz”.
On yedi yıl önce yetmiş yıllık komünizm - ateizm baskısından yeni çıkan Türk genci, yine de Müslüman’dı. Kırk yıllık komünizmden çıkan ve çıkalı neredeyse yirmi yıl olan Çek halkının ise hâlâ yarısı ateist. Müslümanlık ve Hıristiyanlığın insan ruhunu nasıl etkilediğini çok iyi görüyordum. Ben bunları düşünürken akşam yemeğinde masamda oturan akademisyen hanım “benim domuz eti yeme-yememe kaygım yok. Ama kokusu ve tadı kötü geliyor bana” diyordu ve konuşmasını devam ettiriyordu. “Türk kadını tembel, tüm derdi zengin bir koca bulup, ona tabi olmak, çalışmamak… Eğer adamın parası varsa, kocası istiyor diye kafasını (türban) örtmek…”
Aslında “aydınlık kafa, millî kafa”nın kariyerden farklı olduğunu, kafama tekrar tekrar yazıyordum.
Prag’a bahar, çiçeği ile yeşili ile gelmişti. Aylardan Nisan sonu, Mayıs başı idi. Ama Çek halkının ruhuna henüz bahar gelmemişti. Ateizm denen, ruhun bomboş olması, yalnızca dipsiz bir karanlık idi. Bahar değil…
Oranın nüfusu sekiz milyon. Yılda yirmi milyon konaklamalı, yüz yirmi milyon günübirlik turist geliyormuş. Prag Avrupa’nın kültür şehri olarak tanıtılıyor. Evet, burası güzel korunmuş, el dokunmamış tarihî, temiz sokakları, tabiatı, temiz nehri ile. Nehir şehrin ortasında nazlı nazlı akıyor ve üstünü çok sayıda köprü süslüyor…
Ama hiçbiri İstanbul’un yerini alamıyor. Peki, İstanbul’a günübirlik veya konaklamalı kaç turist geliyor. Eğer çekler yılda nüfuslarının on beş katı, günü- birlik turist, 2,5 katı yatılı turist çekiyorlarsa hikmeti ne?.. Üstelik garsonları ve insanları saygılı- sevgili değil, kaba iken. Hırsızlık, fahiş fiyatlı taksiciler, pahalı bir Avrupa şehri iken. Yiyecek Türkiye’den çok pahalı iken. Kaleyi ve katedrali çevreleyen alan mahşer yeri gibi. Aradaki farkı, trafiğe mi, kendimizin bile tarihimize yeterli ilgi, sevgi ve değeri vermeyişimizde mi, turiste fazla alaka gösterip onları bıktırmamızda mı, onların kendileri gibi hıristiyan ülkelerini daha çok desteklemesinde mi, mesafe olarak yakın olmasında mı? Aramak lazım? Sorgulamak gerekiyor.
Turist çok mu gerekli? Tartışılabilir. Para getirirken, değerlerimizin de bir kısmını götürdükleri kesin. Ama Viyana ve Prag’ın, İspanya’nın (hatta İtalya ve Yunanistan’ın) sanayiden değil, ekonomilerini-bellerini turizmden doğrulttuklarını düşününce, satışın –ülke albenisinin- farklı unsurları olduğunu, kültürümüze sıkıca yapışıp onu kaybetmeden, yabancıya duyulan hayranlık huyundan vazgeçerek ve kahrolası aşağılık kompleksinden kurtularak para kazanmanın mümkün olduğunu, hatta kültürü kaybetmek yerine, kültürümüzü ihraç etmenin bile mümkün olabileceğini düşünmemek mümkün değil…
Ana - baba günü olan kale içindeki alanda, sarayda, hâlâ cumhurbaşkanı çalışmaya devam ediyor (muş). Hiçbir ziyaretçi de “bu alana girilmez, yasak bölge“ muamelesi görmüyor. Yöneticiler vatandaşla, turistle içli dışlı yaşıyor. “Resmi ziyaretlerde ne oluyor” diyoruz. Cevap basit. “Hiç bir şey değişmiyor” Bu alan yalnızca bir kez turiste- ziyarete yasakladı. Bush geldiği zaman”. Çek cumhurbaşkanı huzur içinde kalabalığa rağmen çalışmaya devam ediyor. Bush için ise (dünyada her yerde) korku dağları bekliyor. Beklesin, o zaten bu korku ile yaşamayı hak ediyor.
Koca meydanın alt kısmında, meşhur Charles köprüsüne giderken yolun sağındaki astronomi saatinin kenarındaki figürlere bakıyorum. Bir osmanlı, eli torbalı bir Yahudi, ayna tutan biri ve bir iskelet… Saat başı açılan kuledeki pencerelerden başını sallayarak geçen heykeller… Anlamını soruyorum. Rehber Ludmilla (yirmisekiz yıl Türkiye’de yaşamış. Türk olan eşi ölünce geri dönmüş ülkesine) diyor ki: “Osmanlı şehveti, Yahudi cimriliği, ayna tutan kibri gösteriyor. İskelet ise ölümün olduğunu hatırlatıp, “kendinize gelin” diyor. Üsteki pencerelerden başını sallayarak geçen heykeller ise “hayır ölmeyeceğiz “diyerek dünyaya sarılmaya ve huylarına devam ediyorlar…” Elinde sımsıkı torbasını tutan yahudinin ticari huyunu, cimriliğini kabul etmeyen yok. Ama Osmanlının şehveti temsil ettiği yanlış. Aslında şehvetten kastı “dünya imparatorluğunu Türklerin kurması şehveti-belki ihtirası – demek istiyordu. Ama bu da ihtiras değil… Yalnızca ihtişam. Ve Türk’ün büyüklüğüne duyulan öfke ve kötüleme arzusu…
Büyük meydana açılan daracık sokaklardan birinde, üçgen bir üç sokak arası alanda modern bir heykel var: Bu bir bronz dev adam heykeli, ayakta duruyor ama kafası yok. Kafa olması gereken yere bir ufak adam oturmuş. Eli ile gösterdiği istikamete, omzuna bindiği adamı sürüklüyor. Bütün dünya aslında böyle, hatta bizim ülkemiz de. Dev gövdeleri, büyüklüğünün farkına varamayan büyük güçleri, aslında ihtiraslı cüceler yönetmiyor mu? Azınlık daima hileli yollar ile başa geçmiyor mu? T.C de hep “seçimi sağ kazanır, sol yönetir” denmiyor mu? ABD nin yöneticisi İsrail değil mi? Her görünenin bir görünmeyen yüzü yok mu?
…
Şehirde ne mi var? İçinden geçen büyük, geniş, nazlı akan Vltava, içinde yemyeşil iki-üç ada, yüzen ördekler, turist gezdiren gemiler, tümüyle korunmuş dik çatılı, tipik Avrupa evleri, dar, Arnavut kaldırımlı (asfalt, ana yollar dışında yok ) sokaklar, gotik-barok tarzı sivri kuleli, bol heykelli, taş kiliseler- katedraller, bolca haç figürü, bira ve ağır yağ-et kokusu, her yerde domuz sosisleri-butları, birahaneler, dekolteli kadınlar, korunmuş yeşil, korunmuş tarih… Şehir güzel, canlı, görülmeye değer. İlelebet yaşamaya değil…
Aslında Avrupa’nın heryeri aynı, birini görmek demek hepsini görmek ve anlamak demek. İki-üç tanesinden sonra tüm farklar bitiyor, sıradanlaşıyor. Her gezdirilen katedralde insanın içini hafakanlar basıyor. Loş, taş, kara duvarlar, bol heykel, bol ikon, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş kanlı tasvirleri, şamdanlar- mumlar, ağır tütsü kokusu, taş zeminde çınlayan ayak sesleri, izbelik, korkutan bir ruh hali. Camiden ne kadar farklı… Yumuşak halılar üzerinde yürürken duyulan huzur ve cennete kavuşma hissi, katedralde yerini cehennem ızdırabına, korkusuna, kokusuna bırakıyor.
Gece yağmur başladı. Bardaktan boşanırcasına. İyi ki lokantadayız. Karşımda nehir ve karşı kıyıda Prag kalesi. Kale içinde ki St. Vitus katedrali ve tüm heybetli tarihî binalar ışıklandırılmış. Gecenin içinde tarihin ışıkları ve bu ışıkların nehre düşen akisleri pırıl pırıl. Göz alıyor. Yağmurun kokusu da üstüne ekleniyor.
Yemekten çıkınca taş Arnavut kaldırımlarda, gecenin içinde düşünüyorum. Neden tüm Avrupa tarihine sahip, korunmuş ve daha yeşil? Biz nerede hata yaptık? Aslında tüm suçun bizde olduğunu düşünmekte de hatalıyız. Yılın çoğunda yağmur yağan bir ülkede yeşilin olması ne kadar kolaysa, çoğu karasal iklim olan ülkemizde de sarı rengin hâkimiyeti o kadar doğal. Bizim ahşap evlerimizin sık sık yanması, çürümesi, eskimesi, tahtakurularına yem olması ne kadar doğalsa, onların kültürlerinde ki kara taş binaların yüzyıllar boyu dayanması da o kadar doğal. Onların sabit olan doğurulmayan nüfuslarına, mevcut evler yeterken, bizim sürekli köyden kente göçen, hükümetin oy kaygısı ile de hazine arazilerinde önce gecekondu sonra site-apartman olarak peşkeş çekilen şekilsiz kibrit kutusu binaların artması da o kadar doğal.
Ama yine de onların tarihine duydukları saygıyı, korumacılığı kıskanmamak ta elde değil.
Prag baharı… Yağmurlu, sisli,
Prag baharı… Yarısı ateist çeklerin ruhları henüz bahardan bihaber. Geri kalan %50 de İslam baharından bihaber.
Prag baharı… Tarih koksa da, tarihinin özünde de, taş yollar-binalarda ve yüzyılların kiri ile siyaha dönmüş taş kilise duvarlarında da henüz kış var…
Prag baharı yalnızca kitaplarda, tarihin tozlu yapraklarında var.
Prag baharı, 1968 in baharında, açmış olan çiçek yapraklarında, manolya-lale yapraklarında kanlı birer hatıra olarak var.