Vasiyet
Hayatını, gözlerini kemanından kaldırmadan “çalarak” yaşıyordu. Tüm dünyası, babadan, ona da keman tamircisi olan dedesinden kalan antika değeri yüksek bu kemandan çıkan nağmelerdi.
Dedesi de zamanında iyi çalar, Osmanlı’nın son zamanlarında yetişmiş değerli saz - söz üstatlarının yanında meşk ederdi. Öyle bestesi güftesi yoktu, yaşlı dedesinin, kendi soyundan sopundan, azınlık denen o gruptan olmasına rağmen kendini bir Osmanlı sayan Udi Hırant, Nikoğos Ağa… gibi. Gece çağrırlarsa yaşlılığına bakmadan koşarak gider, bir köşkte, yalıda sazın - sözün içinde kendinden geçer, gece yarısı eve sakin ama mest olmuş adımlar ile gelir, uzun süre yatmadan kemanı elinde oturur, düşünür düşünür, ne düşündüğünü yakınlarına, en sevdiği eşine bile söylemeden dalar giderdi. Asıl kazancı gündüzleri severek yaptığı keman tamirciliğinden idi. Bir saz üstadından hatıra kalan kemanını ölümünden önce oğluna, sonra da yetenek ve merakı olduğunu gördüğü bu torununa vasiyet etmişti. Oğlu da bu dükkânın kapısını ölene kadar açık tutmuş, babasının hatıralarına da eski müşterilerine de sadık kalmıştı. Rutubetten etkilenmesin diye sık sık kapı-pencerelerini açık bırakıp havalandırdığı bu yüzden de ciğerlerinden bir türlü rahat edemediği bu ahşap döşemeli dükkan, sonunda babası için bile hayatının son anına kadar mekânı ve ekmek kapısı olmuştu. Baba vasiyeti, Osmanlı terbiyesi – göreneği ile İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk zamanlarında bile - insanların değil müzik aletini tamir ettirecek; yiyecek ekmeği karne ile aldığı o günlerde dahi – kapısına kilit asmamayı vazife bilmiş, dayanmıştı. Allah rızkını nasılsa veriyordu. Müslüman komşu esnaf öyle demiyor muydu her seferinde: “Her doğan rızkı ile beraber doğar. Rızıktan şüphe etmek doğru değildir”diye.Yokluk çekmiş, ama yine de az – çok ailesinin nafakasını, ekmeğini temin edebilmişti.
Şimdi sıra torundaydı. Terbiyeli, efendi, saygılı biri idi. Keman ile daha parmak kadar bir çocukken tanıştı. Ayaklarının uzanabildiği zaman dükkanda masasının üstünden kırılmasından korkarcasına alır, babasının kızacağını düşünerek önce onun gözüne bakar, âdeta izin ister, gözlerindeki gülümsemeyi gördüğü zaman çenesine dayar çalmaya başlardı. Onun bu hâlini dedesi de bildiği için vasiyetini doğru yapmış, bu nadide aleti ona bırakmıştı, oğlundan sonra.
Babasının vefatından sonra dükkânın kapanması çok zaman almadı. Artık insanların evlerinde geceleri saz – söz meclisleri kurmadıkları bu devirde keman da ya roman mahallelerinde ya da konservatuarın ilgili bölümlerinde çalınır olmuştu. Gündüzleri konservatuarda, geceleri küçük lokallerin gazinolarında, sanatçılar arkasında çalarak hem eve, annesine, kardeşine, hem de okul masraflarına yetişebilmişti. Konservatuardan sonrada, daha talebe iken klip çeken, kaset yapan dönem arkadaşları sayesinde bir sanatçının arkasında çalmaya başlamıştı. Eski sazende, zamanının ünlü, eskimeyen, yıllar geçtikçe estetiğin de yardımıyla gençleşen popçusunun arkasında. Pop bitince arkadan Türk sanat müziğinin sevilen eserlerinden bölümler okunmaya başlayınca o da işinin en güzel anlarını yaşar hâle geliyordu.
Bu gün de, yine o günlerden biri idi. Bir büyük firma, tanıtım toplantısının arkasında solo konser tertiplemiş, arkasında çaldığı ünlü popçuyu, saz ekibi ile beraber davet etmişti.
Yaşı 40’lara dayanmıştı artık. Özel hayatını kimse bilmezdi. Bildikleri tek şey gözlerini hiç kaldırmadan keman çaldığı idi. Değil bir “cins-i latif’e” yan gözle bakmak, arkasından çaldığı sanatçıyla bile göz göze geldiğini görmemişti hiç kimse. Boş parmaklarını görenler bekâr olduğunu tahmin ediyorlardı. Lakin içinde fırtınalar koptuğunu anlamıyorlardı. Arkasında çaldığı popçuya “yanık”olduğunu ona aşkını açıklayamayacak kadar “mahçup delikanlı” olduğunu düşünenlerde az değildi. Kemanı ile bu kadar bütünleşmesi, kemanını âdeta konuşturması başka şekilde açıklanabilir miydi hiç.
Orta yaşını devirmiş eski sazende, kıdemli popçu, kendi şarkılarını okumuş, arada espriler patlatmış, dinleyicilerin arasında dolaşıp, mikrofonu onlarla paylaşıp coşturmuş, kendi de coşmuş, performansının doruklarında dolaşıp duruyordu. Kırmızı, güllerle bezenmiş parlak tafta kıyafeti ve uzun kuyruğu ile dönüyor, bel kırıp göz süzüyor, şakıyor, coştukça coşuyordu.
Birden durdu, sırtını seyirciye, yüzünü o’na döndü, elindeki mikrofonu uzattı, saz ekibine eli ile “yavaşla” işareti yaptı, seslendi en ince, nazik sesi ile; boynunu eğerek, sanki yalvararak: “Dick çal, konuştur kemanı. Haydi Dick.”
Keman çaldı, eller, tırnaklar tellerin üstünde gezindi. Gezindikçe keman coştu, coştu, konuştu, ağladı, inledi. Koca salonda saniyeler içinde, ama insana dakikalar gibi gelen sürede sadece kemanın inlemeleri, konuşması duyuldu yalnızca…
Herkesin daldığı büyü sazendenin sesi ile dağıldı. Saz ekibi yeniden coşmuş, popçuya eşlik etmeye başlamışlardı:
- Burası Agora Meyhanesi
Orda yaşanır aşkların en divanesi…
Kemanın konuştuğu, aslında ruhundaki söyleyemediği, dudağından dökülemeyen sözlerin, tellerden name olup döküldüğü an… Tüm salonun nefeslerini tutup yalnızca kemanını ve onu dinlediği o an, mutlulukların en güzeliydi. Ama o kahrolası hitap yok mu? Ne olurdu bunu söylemeseydi, ona sadece“hadi, sıra sende artık sen konuş, dudağınla değil, kemanınla konuş”deseydi ve sussaydı, yeterdi onun için. Ama o her seferinde ısrarla ona dönüyor, sanki bu ismi söylerken onu yücelttiğini göstermek ister gibi ısrarla ismini söylüyordu:
“Dick hadi Dick benim için çal Dick Dick Dick…”
Aslında Dikran olan ismini kısa olsun diye Dick diye değiştirmişlerdi. Neredeyse asıl ismi unutulmuş, bu sazende de aynı şekilde çağırır olmuştu onu.
Tüm hırsını, öfkesini, ağlayan, inleyen kemanından alıyor, nota hâlinde döküyor döküyordu. Gözlerinden iki damla olarak akmaya hazır yaşlarını, ince çerçeveli gözlüğünün ardında saklamaya, gözlerini kapayıp, içine akıtmaya, çevreden gizlemeye çalışsa da buğulanan gözlerini yinede bazıları görmüştü. Zaten bu buğulu gözler değil miydi birazda, hakkında “sanatçısına aşık bir kemancı”dedikodusunu yaptıran.
Gözlerindeki yaşları içine akıtmak için gözlerini hızla kapadı - açtı, o anda fark etti önünde kırmızı tafta kıyafeti ile dönen popçuyu. Modeli neydi, sanatçının boyu posu, giydiği uzun âdeta tüm bacağını zırh gibi saran kırmızı saten çizmeler nasıldı, fark etmedi bile.
Fark ettiği yalnızca bir “al renkti” tıpkı o rüyalarını süsleyen tablodaki gibi. Gözlerini kapatmadı artık. Açık tutacak, ona bakacak, o rengi, gözlerindeki yaşa rağmen seyredecekti sisler arasından gözükse de.
-İçin için yanıyor, yanıyor bu gönlüm.
Onun için kanıyor, kanıyor bu gönlüm.
Onun da içi yanıyordu, yıllardır, taa çocukluğundan beri. Henüz küçük bir çocukken, ayak parmaklarının üstünden dikilipte masanın üstünden kemanı almaya çalıştığı o çocukluk günlerinden kalma en güzel hatıralardan biriydi o an işte. Dedesinin duvara astığı levhada gördüğü o renk.
-Unut onu gönlüm,
Unut onu sende…
Ama unutamamıştı. Ailesi dedesinin vefatından sonra, kendisini zaman zaman unutması için ikaz etmiş, hatta bazen zorlamışlardı bile. O gördüğü, sonradan babasının bile itirazına rağmen duvardan sökülen, fakat sırf can korkusundan daha fazla ileri gidemediği o tabloyu. İçine sinmiş o al rengi. Önceleri “neden neden unutayım?”“Dedem bana onu anlattı ben hikâyesini bile biliyorum. Ne zararı var size. Niye unutayım, seviyorum onu”. Ama kimseye anlatamamıştı bu sevgisini, dededen ona kalan, açıklamasa bile babasının da gizliden gizliye hayran olduğu o rengi, o tabloyu, o resmi. Ama bir gün, kulağını kopartırcasına çekip yanağına sert – kaba eliyle tokadı patlatan, sonunda tehdit eden Arto denen o çocuk yüzünden bir daha bu konuyu açmaz olmuştu sevgisini içine gömerek.
-Elbet bir gün buluşacağız,
Bu böyle yarım kalmayacak.
Bunu biliyordu. Buluşmasına kimsenin engel olmayacağı o an elbette gelecekti. Her insanın başına geleceği gibi. Vasiyetini gizlice yazıp hazırlamış, sevdiği can dostu, tek sırdaşı İsmail’e vermiş ve yemin de ettirmişti. Vasiyetini yerine getirmesi, ama o ölmeden vasiyetin içinde yazanı kimseye söylememesi için .
-Duydum ki unutmuşsun
Gözlerimin rengini
Yazık olmuş o gözlerden
Sana akan yaşlara…
Unutur muydu hiç o rengi. Baktığı her yerde sadece o rengi görüyordu. O al rengi. Gözlerinin önünden de şimdi raks eden, bel kıvıran, gerdan büken, bülbül gibi şakıyan bedendeki o rengi. Ne giydiğine bir gün bile bakmadığı bu sazende şimdi onun gözünde ulvi bir yere doğru çıkmaya başlamıştı. Bu rengi nasıl bulup, akıl etmiş, elbiseye hatta o parlayan saten kumaştan dikili çizmeye bile bu rengi nasıl da düşünmüştü. Belki, belki o da bu rengi seviyordu, onun için de tutkuydu bu, kim bilir. Acaba bir gün, bir gün onunla aynı noktada… “Yok daha neler”. Onun kıymetini sahipleri bile bilememişti, dedesi ve dedesinin de evvelindeki neslin dışında… Bu sazende mi…?
-Çile bülbülüm çile
Çileee….
Derken fark etti gözlerinin önündeki parlayan yıldızları. Olamazdı. Bu kadarı fazlaydı. O al renk, kıvrılan bedende dalga dalga sallanıyor, elbisenin kuyruğundan çıkan saten hışırtıları, rüzgarın sesini, rüzgar ile al rengin aşkındaki vuslatın sesini çıkarıyordu. Ama bu yıldızlar, nereden çıkmıştı şimdi. Al renk… Yanıp sönen yıldızlar… Başı döndü, döndü… Dizlerinin bağının çözüldüğünü hatırladığı son anlarda sahnedeki popçu oynuyor, kıvrıyor, kendinden geçip, zevkin doruklarında, nağmelerin alçalıp yükselmelerinde dönüp duruyordu. Masaların etrafındaki dinleyicilerin sazendenin, sırtına sürdüğü yaldızları pulları seyrettiği anlarda…
-Beni sarar melankoli
Aaaaah…
…
Gözünü açtığı hastane odasında, yanındaki sandalyede yorgunluktan bitap düşmüş İsmail’i gördü önce. Kendine gülümseyerek bakıyordu:
-Ne oldu aslanım.? Gene mi aşkın şamarını yedin? Bu kaçıncı? Artık yeter!. Taburcu ol da gel gidelim bizim memlekete. Değiştir nüfus cüzdanını, al yenisini. Kim bilecek adını değiştirdiğini. Bırak bilsinler seni Dikran diye. Zaten çevrendeki sanatçılardan kim asıl adını kullanıyor ki.?
Tam odadan çıkarken döndü.
-Ha unutuyordum az kalsın. Al, bu da senin hediyen. Evde açarsın paketi.
…
Özenle açtığı paketin içinden çıkan emaneti, dedesinden ilk kez gördüğü sonra duvardan zorla indirilip kırılıp atılan, ama onun sonradan bir akşam üstü seyyar satıcıdan –Galata köprüsünde- satın aldığı gizli çekmecedeki tablonun yanına özenle yerleştirdi. Ay yıldızın doğuşunu gösteren tarihi tablonun yanına. İçinde alev alev yanan aşkının nesnesi öz be öz kendisi olan BAYRAĞI. Ölçmüştü. Tam da tabutun üstünü örtecek boyutta almıştı İsmail onu.
“Deli oğlan” dedi içinden. “Vasiyetimi yerine getirecek, ama henüz değil. Önce nüfus cüzdanımı alıp ismimi değiştireyim, sonra. İsmime, bayrağıma doyduktan sonra… örtersin onu tabutumun üstüne…”