Özet
Çağdaş Türk düşüncesi, “aydın”ı, kendi kültüründen ilham alarak, ilmi ve bilgisiyle fikir üreterek, karanlıkları aydınlatan kişi olarak tanımlar. Bu bağlamda Cemil Meriç, Erol Güngör, Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu ve Sabri Ülgener gibi aydınlarımızın çağdaşlaşmaya bakışı önemlidir. Tarihte Türk çağdaşlaşması üzerine bir yolculuk yaptığımızda, aydınlarımızın birçoğunun, çağdaşlaşmayı Batı taklitçiliği olarak algıladıklarını, bu sebeple de kendi toplumlarına Batı’nın bakış açısıyla baktıklarını ve millete hizmeti esas almadıklarını görmekteyiz. Bunun neticesi olarak, Türk milletinde aydının değeri ve itibarı azalmış; çöküşe ve geri kalmaya karşı bulunacak çareler, üretilememiştir. Günümüze gelindiğinde, tahsilli gençlerimizin cehaleti, aydın kavramına ve millî kültüre yabancı oluşu, üretici rollerinin olmayışı Türk Dünyası’nın en büyük problemlerinden biridir. Günümüz gençlerinin günü kurtarmak şeklinde yaşama alışkanlığı, sanat, felsefe ve din konularında geri kalmasına neden olmuştur. Bu bağlamda İsmail Bey Gaspıralı’nın hem gerçek bir aydın olması hem de faaliyetlerinin başarılı neticesini kısa sürede alması bakımından “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarı günümüzün müstakbel aydınları tarafından iyi anlaşılmalıdır. Gençlerimizdeki mefkûresizlik, sorumsuzluk, okuma ve öğrenme alışkanlığının olmayışı gibi problemlerin en büyük çaresi, ciddi bir eğitim reformunda aranmalıdır.
Anahtar Sözcükler: “çağdaşlaşma”, “millete hizmet”, “dilde, fikirde, işte birlik”, “aydın”, “Gaspıralı”
Giriş
“Aydın” kelimesinin sözlük anlamı, “ışık, ışıklı alan”dır. Öncelikle Türk kültürüne baktığımızda aydının karşılığı “âlim, bilge, aksakal ve arif”tir. Sonraki dönemlerde bu kelimeler, yerini “münevver”e daha sonraları da “aydın” kelimesine bırakmıştır. “Aydın” kelimesinin Batı’daki karşılığı ise “entelektüel”dir. “Aydın”ın birçok farklı tanımını yapabiliriz. Eğer genel bir tanımlama yapacak olursak, aydın veya entelektüel kişi, sıradan bir okur-yazar olmanın dışında, bildikleri ve okuduklarıyla fikir üretebilen, aklını kullanabilen yani düşünen kimsedir. Biz burada “aydın”ı, çağdaş Türk düşüncesine göre anlamaya çalışacağız.
Cemil Meriç, aydınının görevinin “karanlıkları aydınlatmak” olduğunu söyler ve şöyle der: “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.”[1] O hâlde, Cemil Meriç’e göre, aydın, ancak içinden çıktığı milletin kültürü ve kendisinin seçkin birikimiyle toplumu aydınlatır ve ileri doğru götürürse aydın olabilmektedir. Erol Güngör ise, Türk aydınlarının Batı özentiliğiyle, kültüründen ve kendi halkından ayrıştığını söyler ve bunun sonucunda oluşan aydın-halk çatışmasına yer vererek, aydının olması gereken konumunu anlatır. Gökalp’ı okuduğumuzda o, halkı “millî kültürün canlı bir müzesi” olarak görür ve bu sebeple, aydınların halka gitmesi gerektiğini, halkçılık kavramı kapsamında açıklar.[2] Nurettin Topçu ise insanı merkeze koymuş ve aydın olmanın şartı olarak “halka hizmeti” vurgulamıştır. Mümtaz Turhan da benzer şekilde millî karakterden yoksun aydınların halkın itibarını kazanamayacağını söyler ve bunu maarif hatalarıyla açıklar. Bu bağlamda gerçek bir aydının; fikrinden, yaratıcılığından, kendi kültüründen doğan ışığını, toplumuna doğru çevirebildiği ve milletine hitap edebildiği, yani adeta bir lider gibi milletini yönlendirebildiği ölçüde aydın olabileceğini bilmemiz gerekiyor.[3] Peki, çağdaşlaşma tartışmalarıyla boğuştuğumuz yüzyılı aşkın zamanda Türk aydınları, hakiki aydın olmayı ne ölçüde başarabildi veya başarabildi mi? Bunu anlayabilmek için iki asır geriye gideceğiz.
1. Tarihte Türk Çağdaşlaşmasına Bir Yolculuk
Batı’da Sanayi Devrimi’nden sonra yeniden doğuşun başlamasıyla Türk dünyasında da bir çöküş yaşanmaktaydı. Özellikle Osmanlı Devleti’nde, Tanzimat’la birlikte yenileşme çalışmalarına başlansa da ve hatta bazı çözüm yolları bulunsa da çöküşün geç fark edilmesi, yenileşme çabalarının köksüzlüğü, istikrarsızlığı ve uygulamadaki yetersizlikler sebebiyle çöküş, engellenemedi. Çöküşün getirdiği bilgisizlik, cehalet ve çağdaşlaşma sorunu, tüm Türk dünyasına yayıldı. Neydi bu çağdaşlaşma sorunu? Batı’yı iyi okuyamamanın, bilimi takip edememenin neticesinde yapılan taklitçilik ve de geri kalışın sebeplerini yanlış yerde, yanlış şekilde aramak. Çağdaşlaşma sorununu çözecek olanlar kimlerdi? Türk aydınları. Fakat Türk aydını, henüz çağdaşlaşma sorunu karşısında yerini bulamamıştı ve her ne kadar bu sorunun çözümünde kilit rol üstlense de aynı zamanda en önemli sebebiydi. Batı medeniyetinin oturduğu temeller; bilim, bilimin faaliyete geçirilmesi sonucu oluşan teknik, insanı merkeze koyan hukuk ve hürriyetten ibaretti.[4] Çağdaş olabilmek için öncelikle bu temellerin bilinmesi ve esas olarak da bu temeller doğrultusunda zihniyetin değişmesi gerekliydi. Zihniyetten kastımız bir bilimsel bir zihniyettir[5] ve bununla yapılması gereken, Batı medeniyetinin temellerinin şekilde değil özde anlaşılmasıdır. Türk aydını, zihniyet değişimini doğru anlayamamasının yanında gerçek bir bilim ve ilim adamı olarak aydın olmak yerine, halkı ve geleneklerini küçük görerek, toplumla kendi arasında bir set çekerek aydın olmayı tercih etti. İşte bu tercih, aydının toplumu yönlendirmede “lider” olarak algılanmasından çok “ukala” olarak algılanmasına sebep olmuştur.[6] Böylece aydının temsil ettiği çağdaşlaşma hareketi de halk tarafından yanlış anlaşılmıştır. Günümüze kadar gelindiğinde durum, çok da değişmiş gözükmüyor. Merhum Mümtaz Turhan, “Garplılaşmanın neresindeyiz?” sorusunu cevaplarken aydının neden bu hâle geldiğinin de ipuçlarını vermektedir: “Sırf bize ait olduğu için birçok iyi şey bırakılıp karşılığında fena şeyler alınmış; kabul edilebilen iyi şeyler arasında da bunların fenaları seçilmiştir. Terk ettiğimiz unsurların içinde fenaların bulunmasına mukabil bizi büyük millet yapan, diğer birçok milletlerin başaramayacağı muvaffakiyetlere götüren, hakkımızda ‘beşerüstü insanlar’ hükmünü verdiren kıymetler de vardır. Bugün bile bunların sayesinde yaşadığımızın farkında olmadan hâlâ onları tahrip etmekle meşgulüz. Aslında hakiki garplılaşmanın bir manada bize has olan bu kıymetleri muhafaza edip geliştirmekten ibaret olduğunu kavrayamamış, onları zedelemeyi marifet saymışız. Onun için bu değişmelerin bahası çok ağır olmuştur.”[7]
2. Örnek Bir Aydın: İsmail Bey Gaspıralı
Bütün bunlara rağmen, her zaman ve her devirde istisnai şahsiyetler ortaya çıkmıştır. Yukarıda açıkladığımız gerçek aydın modelinin en güzel örneklerinden birini, geçen asrın başlarında İsmail Bey Gaspıralı yaşatmış ve Türk-İslam dünyasındaki çağdaşlaşmaya yeni bir soluk getirmiştir. “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarıyla yola çıkan Gaspıralı İsmail Bey, “elinden gelen işle başlamış”, önce yazdığı yazılarla, sonra çıkardığı Tercüman gazetesiyle, okuma yazma oranının hayli düşük olduğu, gazete alışkanlığının hemen hiç olmadığı, hurafelere ve temelsiz inanışlara bağlılığın yüksek olduğu bir toplumda cehaletin kırılması konusunda büyük adımlar atmıştır. Eğitimde yenileşmeyi savunan Gaspıralı, hedeflediği yeni mekteplerin kurulabilmesi için gerekli olan Öğretmen Okullarını kurmuş ve buralarda geleceğin aydınlarını yetiştirmiştir. Onun çabaları sonucunda açılan usûl-i cedid mekteplerinin sayısı kısa sürede beş bini bulmuş ve Tercüman gazetesinin aboneleri Türk dünyasının her tarafına ulaşmıştır. Gaspıralı İsmail Bey’in başarılı olmasında izlediği istikrarlı, tutarlı ve gerçekçi politikanın yanında; eğitime, dil birliğine ve halkla beraber olmaya verdiği önem büyüktür. Çünkü o, halka hizmeti ve halkı “bahtiyar” etmeyi amaç bilmişti.
İsmail Bey Gaspıralı, paramparça olmuş bir Türk İslam medeniyeti karşısında gün geçtikçe yükselen Batı medeniyetini iyi okumuş ve bizzat yerinde inceleme imkânına sahip olmuştu. Böylece o, Türk İslam dünyasının köklü yeniliklere ihtiyacı olduğunu ve bu yeniliklerin ancak Türk İslam kültürü tabanında yapılabileceğini fark etmişti. Çünkü eğer ortak hafıza varsa ortak bilinç oluşabilirdi. Bilinç ise birlikten geçmekteydi; önce dilde birlik, sonra fikirde birlik ve en son da işte birlik.
2.1. “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” Üzerine Notlar
Uyanışın yani ortak bilincin gerçekleşmesi için öncelikle iletişim gerekliydi yani “ortak dil”. Çünkü ortak bir yazı, ortak bir edebiyat ve ortak bir Türkçe, tüm Türk dünyasını bütünleştirebilirdi.[8] Ona göre bu ortak dil; “Balkanlardan Çin’e kadar her yerde anlaşılacak, Boğaziçi kayıkçıları tarafından kullanıldığı gibi Kaşgar devecilerinin de işine yarayacaktı.” Nitekim İstanbul Türkçesiyle yazılan Tercüman gazetesinin, büyük ölçüde amacına ulaştığını söyleyebiliriz.
Dille konuşulur, yazılır ve düşünülür. Düşünmenin sonucunda fikir doğar ve ancak fikirle mefkûre oluşabilir ve böylece medeniyet inşa edilir. Türkler de medeniyetlerini inşa ederken bir cihan hâkimiyeti mefkûresine sahipti, fakat kaybolan birlik, bu mefkûreyi akıllardan sildi, gönüllere hapsetti. İsmail Bey Gaspıralı’nın gönüllerde hapsolanı ortaya çıkarmak için öncelikle uyanışı gerçekleştirmesi, çağdaşlaşmaya ve aydınlara bir yol çizebilmek için halka seslenebilmesi şarttı.
İş kavramı ise, bir yönüyle her türlü eylem ve faaliyet, bir yönüyle yapıp ettiklerimizi yani yaratıcılığımızı, üreticiliğimizi başka bir yönüyle de mimarimizi, musikimizi, sanatımızı ve medeniyetimizi ifade etmekteydi. Bu sebeple İsmail Bey Gaspıralı’nın projeleri çok yönlüydü, birçok farklı amacı gözetirdi.[9] Bu amaçların birleştiği nokta ise millete hizmetti. Gaspıralı, kendi milletinin hâlini bilmeden, onu tanımadan aydın olamayacağının, ancak ilmi ve fikriyle ışık tuttuğu milletinin her kesimine karışarak, halkını eğitmek ve bilinçlendirmekle milletinin uyanışı gerçekleştirebileceğinin farkına varmıştı.[10] Bu farkındalıkla usûl-i cedid mekteplerini açarak gerektiğinde kahvehanelerde bile ders veren Gaspıralı’nın kurduğu hayır cemiyetleri ve vakıflar da millete hizmeti esas almıştı. O, sadece Türk dünyasının değil tüm İslam dünyasının problemlerini çözmeye gayret etmiş ve bu uğurda toplantılar düzenlemiştir.
İşte bu şekilde Gaspıralı İsmail Bey, dilde, fikirde, işte birlik ilkesi ile halka öncü bir aydın olmuştur. Bugün bize düşen, yeni Türk Cumhuriyetlerinin de ortaya çıkması ile önümüze açılan yeni ufuklarda, çağımızın genç Türk aydınlarını nasıl yetiştirebileceğimizin yollarını aramaktır.
3. Çağımızın Genç Türk Aydını
Günümüze gelindiğinde, tahsilli gençlerimizin cehaleti, aydın kavramına ve millî kültüre yabancı oluşu ve üretici rollerinin olmayışı, Türk dünyasının en büyük problemlerinden biridir. Çağımızın gençleri Türkçe kelime yerine yabancı kelimeler bir yana kirli, kuralsız ve anlamsız kelimeler topluluğuyla konuşmaktadır. Liselerimizden üniversitelerimize kadar “yabancı dilde eğitim” özendirilmektedir. Dil bilmek elbette çok önemlidir, fakat bir Türk genci, öz dilini iyi bilmeden lise veya lisans eğitimini yabancı bir dilde aldığında, sonuç hem eğitimi hem kişiliği açısından hüsran olmaktadır. Bir kavram kargaşası aldı başını gidiyor. Misal, millet ve ırk, milliyetçilik ve ırkçılık kelimeleri birbirine karıştırılmaktadır. Türk kelimesinin kapsayıcılığı Orhun Yazıtları’nda taşlara kazınmışken, hâlâ Türk demeyi ırkçılık zannetmekteyiz. Ayrıştırıcı söylemlerden kaçınmayı, kelimeleri bilinçli kullanmayı bir türlü kavrayamadık; en basitinden Kazak yerine Kazak Türkü, Azeri yerine Azerbaycan Türkü, Kırımlı yerine Kırım Türkü demeyi hâlâ dilimize yerleştiremedik. Edebiyat bilgimiz yeterli değil, okuma alışkanlığımız yok. Nihayetinde, Türkçe doğru kullanılmadığı için, Türk toplumu birbirine önyargıyla yaklaşmakta ve birbiriyle anlaşamamaktadır.
Herkesin anlaşabildiği ortak bir dil bulunmadığı için ortak düşünememekteyiz. Felsefe, okullarımızda önemsenen bir ders olmaktan çıktı. Özellikle imam hatiplerde ve ilahiyat fakültelerinde felsefe derslerinin azaltılmasıyla, günümüz Müslüman gençleri İslam’da hür düşüncenin ve bunun devamı olarak da hoşgörünün varlığından habersiz olarak yetişmektedir. Gençlerimizin birçoğunun bir davası, bir mefkûresi, bir hedefi yok. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bitaraf olan bertaraf olur.” sözü hatırlanmamakta ve tarafsız olmak, meselelere objektif bakabilmek marifet sanılmakta, mefkûresizlik özendirilmektedir. Hâlbuki özü olan insanın tarafı da olur. Tarafsız bakan insan, kendi vatanının milletinin menfaatlerini başka milletlerle bir tutar ve hâl böyle olursa, geleceğin aydını, kendi toplumunun sorunlarını çözmede yetersiz kalır. Misal verecek olursak, tıp fakültelerinin durumuna bakabiliriz. Mefkûresi olmayan bir tıp öğrencisi, halkına hizmetten ziyade para kazanmayı veya rahat yaşamayı düşünürse, hastasıyla iletişimi kopuk, milletiyle arasına mesafe koyan bir hekim olacaktır. Ayrıca ne yazık ki hekimler de günümüzde, cehaletin de destek verdiği, şiddet yanlısı bir kesimle karşı karşıya. Bunun sonucunda kopukluk daha da artmaktadır. Diğer fakültelerimizde de bu problem mevcuttur, ama sonucu daha farklı şekillenmektedir. Bunun sebebi, hem eğitim sisteminin hem de çevrenin etkisiyle, meslek seçiminde amacın, öğrencinin kendi becerilerine uygun, vatana millete hizmet edebileceği bir alan değil, daha çok para kazanabileceği ve rahat edebileceği bir alan olarak gösterilmesidir. Bu şekilde yanlış ve niteliksiz hedefler gösterilmesinin neticesinde, kendi bölümünden mutsuz, halkıyla kopuk gençler yetişmektedir.
Mefkûresi olan gençler veya mefkûresi olduğunu sanan gençlerin birçoğu ise mefkûresini bilmemekte, okumamakta ve buna rağmen siyaset tabanlı bir yol izlemektedir. Burada siyaset yanlıştır, kötüdür demek istemiyoruz. Siyaset en son iştir, bir devleti yönetmek en zor iştir. Nitekim büyük işler başarmış olan Gaspıralı’ya siyasi bir hedefi olup olmadığı sorulduğunda, bunun öncelikli bir hedef olmadığını, öncelikli hedefin millî ve manevi uyanış olduğunu söylemişti. Bu yüzden siyasetin temeline insan ve ahlaki değerler konulmayıp makam ve mevki hedefi öne çıkarsa mefkûre değil menfaat kazanacaktır. Maalesef, işte bundan dolayı Türkiye’de “kirli siyaset” algısı bulunmaktadır. Hâlbuki Farabi’nin Medinetü’l Fâzılası’nı, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’ini okuduğumuzda görürüz ki, siyaset aslında bir kut ve erdem kazanma yarışıdır. Bu sebeple siyaset, saf tecrübe ve politikayla değil, ilimle, bilgiyle, akılla ve ahlakla gelinebilecek bir noktada olmalıdır.
Günümüz gençliğinin en büyük hedefi dilde, fikirde ve işte birlik olmalıyken, gençlerin ortak faaliyet sahaları belli başlı kurumların veya siyasi partilerin gençlik kollarından ileri gidememektedir. Bunun belki de en önemli sebeplerinden biri, gençlerimizin yeterli birikime sahip olamayışıdır. Yeterli birikimden kastımız nedir? Bir Türk gencinin sosyal hayattan soyutlanarak sadece sınav geçmeye ve diploma avcılığına odaklanmayıp, kendi kültürünün, benliğinin bilincinde olarak ülkenin güncel ve tarihi problemleriyle ilgilenmesi, kafa yorması ve bu konularda bilgi sahibi olmasıdır. Aynı zamanda, insani ilişkilerden kopmadan, kendi alanında uzman olmasıdır. Genç Türk aydını, ancak bu şekilde fikir ve düşünce konusunda üretici olabilir, aydınlara ve halkın birçok kesimine seslenebilir. Yine biraz önce bahsettiğimiz sanat, mimari, musiki gibi alanlardaki yaratıcılığı sayesinde, Türk milletinin manevi birliğini ortaya koyabilir. Bütün bunlar ancak ve ancak ciddi bir eğitim reformu sayesinde gerçekleşebilir.
Bireyin beden ve ruhtan oluşması gibi millet de iki unsurdan oluşur: Biri ecdadından getirdiği medeniyet ve kültür, diğeri de eğitimidir; bir bakıma eğitim, milletin ruhudur.[11] Nurettin Topçu şöyle der: “Bize bir insan mektebi lâzım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlâkî değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.”[12] Bu sözden de hareketle, ancak millî ve yerli eğitimin, bizi kendi ruhumuza kavuşturacak olan uyanışımızı gerçekleştireceğini söyleyebiliriz. Okullarımızda verilen eğitim, bilgi ezberletmeyi, sınav geçmeyi değil de öğrenciyi hakikatin peşinden sürüklemeyi ve Türk aydınları yetiştirmeyi amaçlarsa millî olabilir. Eğer eğitimimiz, ahlak ve adalet temelleri üzerinde şekillenirse, işini en iyi şekilde yapmaya çalışan, hakkı tutup kaldıran ve milletine hizmeti amaç bilen nesiller yetişir. Bundan dolayı başta ailede, sonra okullarımızda öğretmenin önemi kavranmalıdır; öğretmenlerimiz her anlamda donanımlı olmak ve bu millete yön verecek aydınlar yetiştirdiğinin farkında olmak zorundadır. Okullarda hür düşünce ve ilim hâkim olmalıdır, öncelikli olarak Türk kültürü, Türk müziği, Türk mimarisi, Türk düşüncesi okutulmalıdır ki Türk genci, ayakları yere sağlam basarak kendi kültürü ve medeniyetinin fikirlerini üretsin, Batı’nın karşısında ezilmişlik psikolojisiyle kendini ve milletini küçümsemesin; yaşadığı vatanla, mensubu olduğu milletle gurur duysun. Eğitimde ciddi bir reformla kastımız budur ve ancak bu şekilde zihniyetimiz değişir, genç Türk aydınlarımız yetişir.
Sonuç
Türk gençleri olarak, gerçek birer aydın olabilmek için merkeze insanı, hedefe hakikati koyarak millete hizmet yolunda ilerlemeliyiz. Günü kurtarmak şeklinde yaşama alışkanlığımızı bırakmalı, milletimizi yönlendirecek gerçek bir aydın olmanın sorumluluğunu almak zorundayız. Sıradan okuryazar olarak yığınla bilgi depolamak değil, okuduğumuzun üzerinde düşünerek fikir üretmenin esas olduğunu bilmeliyiz. Çağdaş Türk düşüncesini iyi anlamak zorundayız; bu düşünceye yön vermiş Cemil Meriç, Erol Güngör, Mümtaz Turhan ve Nurettin Topçu gibi aydınları okumalı, Batı medeniyetini gerçek manada incelemeliyiz. Siyaseti tek çıkar yol olarak görmekten vazgeçmeli, çareyi bir önder beklemekte veya öndere bağlılıkta değil, kendi tarihimizden ve ecdadımızdan kuvvet alacağımız irademizde ve çabamızda aramalıyız.[13] Yol ne kadar zor ve çetin olsa da Türk’ün heybesinde umutsuzluk olamaz. Nasıl ki İsmail Bey Gaspıralı yılmadan, usanmadan bu uğurda çalışmış ve başarılı olmuşsa, biz de onu anlayarak ve şiarını sloganımız bilerek bu yolu aşacağız. Yeter ki kızıl elmamızı önümüze koyalım ve artık milletimizi bahtiyar etme zamanının geldiğini bilelim.
Kaynakça
DÖNMEZ, Süleyman, “Gaspıralı’nın ‘Dilde, Fikirde, İşte Birlik’ İdeali ve Türk Devlet Felsefesi”Ölümünün 100. Yılında Gaspıralı Dilde Fikirde İşte Birlikte Neredeyiz? Uluslararası Sempozyumu Bildiriler, Haz. Türk Ocakları İstanbul Şubesi, İstanbul 2015, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
GÜNDOĞAN, Ali Osman, “Türk Düşüncesi İçin Bir Zemin: Dilde, Fikirde, İşte Birlik”, Ölümünün 100. Yılında Gaspıralı Dilde Fikirde İşte Birlikte Neredeyiz? Uluslararası Sempozyumu Bildiriler, Haz. Türk Ocakları İstanbul Şubesi, İstanbul 2015, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
GÜNDOĞDU, Abdullah, “İslâm Toplumlarının Çağdaşlaşma Sorunu Karşısında İsmail Gaspıralı’nın Yenilikçi Çizgisi”, Vefatının 10. Yıldönümünde Gaspıralı İsmail Bey, Eskişehir 2014, T.C. Eskişehir Valiliği Yayınları
GÜNGÖR, Erol, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, İstanbul 2011, Ötüken Yayınları
İLGEN, Abdulkadir “Gaspıralı’nın İzinde Türk Dünyasını Yeniden Düşünmek”, Ölümünün 100. Yılında Gaspıralı Dilde Fikirde İşte Birlikte Neredeyiz? Uluslararası Sempozyumu Bildiriler, Haz. Türk Ocakları İstanbul Şubesi, İstanbul 2015, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
KÖSOĞLU, Nevzat, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp, İstanbul 2013, Ötüken Yayınları
MARAŞ, İbrahim, “İsmail Gaspıralı ve Siyasi Faaliyetleri”, Vefatının 10. Yıldönümünde Gaspıralı İsmail Bey, Eskişehir 2014, T.C. Eskişehir Valiliği Yayınları
MERİÇ, Cemil, Kırk Ambar I, İstanbul 2004, İletişim Yayınları
TOPÇU, Nurettin, Türkiye’nin Maarif Davası, İstanbul 2016, Dergâh Yayınları
TURHAN, Mümtaz, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, İstanbul 1974, Yağmur Yayınları
ÜLGENER, Sabri F., Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, İstanbul trz., Derin Yayınları
Dipnotlar
[1] Cemil Meriç, Kırk Ambar, İstanbul 2004, İletişim Yayınları, 1. Cilt s.453.
[2] Bkz: Nevzat Kösoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp, İstanbul 2013, Ötüken Yayınları
[3] Bkz: Sabri F. Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, İstanbul trz., Derin Yayınları, s. 91
[4] Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, İstanbul 1974, Yağmur Yayınları, s. 49
[5] Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?,s. 62
[6] Sabri F. Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, s. 95
[7] Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, s. 61
[8] Abdulkadir İlgen, “Gaspıralı’nın İzinde Türk Dünyasını Yeniden Düşünmek”, Ölümünün 100. Yılında Gaspıralı Dilde Fikirde İşte Birlikte Neredeyiz? Uluslararası Sempozyumu Bildiriler, Haz. Türk Ocakları İstanbul Şubesi, İstanbul 2015, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, s. 45
[9] İbrahim Maraş, “İsmail Gaspıralı ve Siyasi Faaliyetleri”, Vefatının 10. Yıldönümünde Gaspıralı İsmail Bey, Eskişehir 2014, T.C. Eskişehir Valiliği Yayınları, s. 30
[10] Abdullah Gündoğdu, “İslâm Toplumlarının Çağdaşlaşma Sorunu Karşısında İsmail Gaspıralı’nın Yenilikçi Çizgisi, Vefatının 10. Yıldönümünde Gaspıralı İsmail Bey, s. 41
[11] Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, İstanbul 2016, Dergâh Yayınları, s. 31
[12] Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, s. 47
[13] Bkz: Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, s. 28
[i] Bu makale, Eskişehir Türk Ocağı tarafından Anadolu Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin destekleri ile Eskişehir Türk Dünyası Bilim, Sanat ve Kültür Merkezinde 6 - 7 Mayıs 2017 târihleri arasında gerçekleştirilen “Dilde, Fikirde, İşte Birlik Yolunda Türk Dünyası’nın Çeyrek Asrı” konulu V. Gençlik Kurultayında tebliğ olarak sunulmuştur.