Selamlar ezanlara karışırken… Defalarca yok edilmeye çalışılmış, yalnızlığının perişanlığında harabeye dönmüş ama ruhu sapasağlam bir cami geliyor hatırıma. Caminin hemen önünde oturmuş, kahraman bir nefer gibi nöbet bekleyen o ihtiyar amcayı fark ediyorum sonra. Ona doğru yürüyorum. Türk olduğumu anladı galiba. Gülümseyerek, Türkçe “Hoş geldin” diyor bana. Ama bir yandan damla damla düşmeye başlıyor gözyaşları. Buruşmuş elleriyle silmeye çalışırken onları: “Türkiye’den mi geldin?” diyor titrek sesi. “…İyi ki geldin…”. Yanı başındaki tabureye oturtuyor beni. Ve başlıyor anlatmaya:
Mavinin her tonunun yeşile sevdalandığı yer Bosna. Ahududusunun pembesinden, elmasının alına kadar… Her rengin ahenginin kavuştuğu yer burası… Dağlar, taşlar, hayvanlar dalıp gider Neretva Nehri’nin zümrüt berraklığında. Ve kelebekler sarhoş olur, Bosna çiçeklerinin kokusuyla…
Bir derviş de aşkın sarhoşluğuyla ayak basmıştı bu cennet topraklara.Sarı Saltuk… Allah aşkıyla yanan bir Alperen… Ahmet Yesevi’nin çerağlarındandı. Aralamaya gelmişti gönüllerin fetih kapılarını, ekmeye aşkının tohumunu ve yeşertmeye İslam’ı… Balkanların her köşesine taşıyacaktı sanatı ve zanaatı. Aşkının sıcaklığıyla ısıtacaktı gönülleri ve öğretecekti dostluğu, sevgiyi, karşılıksız vermeyi, insanlığa hizmeti… Müslümanlara, Hıristiyanlara, Musevilere ve bütün mazlumlara kucak açacaktı tekkeleri. Zalimin elini kıracaktı ve çiğnese de, çiğnense de hakkı tutup kaldıracaktı.Ve nihayet ismi dillerden dillere destan olacaktı…
Sarı Saltuk’la açılmıştı Bosna’nın gönül kilidi. Gönüllerin kutlu fethi bekleniyordu şimdi. “Saray gibi ova” diyerek geçti Saraybosna’nın kapılarından Fatih Sultan Mehmed Han. “Sarayovası” denecekti yüzyıllarca bu şehre. İlk işi Sarayovası’nın sınırlarını Allah’ın kelamıyla korumaktı; her bir köşesinde Kur’ân-ı Kerim’in bütün ayetleri yankılandı.Hani bir rüya görmüştü fetih gecesi. Yanan bir ateşin etrafına dört güzel insan dizilmişti. En güzellerinden… İlk önce Peygamber Efendimiz’i(s.a.v) gördü ateşin yanı başında. Fatih Sultan Mehmed’e baktı önce Muhammed Mustafa, ardından tüm Bosna’da gezdirdi gözlerini. Sultan Mehmed bildi ki; ebediyete kadar sönmeyecek Bosna’da İslam’ın kutlu güneşi. Sonra yanındaki kişiye çevirdi gözlerini. Hz. Ebu Bekir (r.a.)… Gönüllere yerleşmişti onun dostluğu ve sadakati… Sultan Mehmed bildi ki; bu topraklardaki insanlar, yaşatacaktı vefayı ve sadakati. Ateş bir diğerinin yüzünü aydınlattı sonra. Hz. Osman (r.a.)… Güzel ahlâkıyla anılan… Sultan Mehmed bildi ki; buralarda Boşnaklar yaşayacak, güzel ahlâkla yoğrulan. Hz. Ali (r.a.) görüldü hemen ardından. Cesareti aslanları andıran… Sultan Mehmed bildi ki; cesur ve korkusuz insanlara olacak bu yerler, vatan… Neden sonra söndü ateş Hz. Ali’nin bakışlarında. Uyanmıştı Fatih Sultan Mehmed Han, Hz. Ömer’i (r.a.) göremeden… Adalet timsalini. Zulmün cezasını verip, mazluma hakkını vereni… Sultan Mehmed bildi kalbindeki acıdan. Bildi ki adalet, bu topraklarda daima hüküm süremeyecekti.
Yıl 1566. Mostar’da, Balkanların kalbinde… Kökleri İlây-ı Kelimetullah’a uzanmış bir çınarın gür dallarının gölgesinde… Tüm ihtişamıyla Mostar Köprüsü yükseliyordu Neretva’nın üzerinde. Adeta “taş kesilmiş bir Hilâl” inşa etmişti Mimar Sinan’ın öğrencisi Hayrettin. Merdivenleri doksan dokuz taneydi; çünkü en güzel isimlerin sahibine hizmetti ülküsü. Gözlerin fethiydi Mostar Köprüsü. Bayrağımızın, ruhumuzun, inancımızın özüydü. Anadolu’dan Balkanlara Türk’ün sözüydü. Osmanlı’nın mührüydü. Bu taştan Hilâl, yüzyıllarca gönüllerin, fikirlerin ve kültürlerin köprüsü olacaktı. Ve yüzyıllar sonra, Evlâd-ı Fatihân’ın yalnızlığında tek teselli kalacaktı.
Muhteşem bir geçmişi anlatıyordu ihtiyar amca... Sanki Sarı Saltuk’un tekkesindeydi, Fatih’in rüyasında yanan ateşti ve Mostar’ın doksan dokuz merdiveninden birisiydi. Gözleri kocaman açılmış, heyecanla hareket eden kollarıyla adeta bir tarihi kucaklıyordu. Neden sonra kolları düştü iki yana. O kocaman gözler dalıp gitti uzaklara. Sustu… Neydi bu sessizliğin anlamı? Neden dolmuştu tekrar göz pınarları? “Ömer…” dedi ihtiyar… “Hz. Ömer’i çok aradı bu topraklar…” Rüzgâr mı titretmişti içimi? Yoksa minareden gelen ezan sesi mi? Birden bana döndü amca. Şehadet parmağını kaldırdı semaya. Ve o dizeler döküldü dudaklarından, haykırırcasına:
"Şahit Saraybosna, Srebrenitsa, şahittir Mostar...
...Yeniden Nazlı Hilâl'i selâmlayacak burçlar."*
Ezan bitmişti. Sakinleşti… İstemeye istemeye söze başladı tekrar…
*Aybars