Bir medeniyet davası çokluğu ve farklılığı anlamayı gerektirir. Matüridi Kitabu’T-Tevhid adlı meşhur eserinde âlemi çokluğun, tezadın ve farklılığın mekânı olarak tanımlar. Âlemdeki çokluk, farklılık ve tezat da Allah’ın varlığına delil olarak sunulur. Allah’ın kudretinin büyüklüğü bu kadar farklı, çok ve birbirine tezat varlıkları bir düzen içinde yönetmesinde tezahür eder. Düzen ve ahenk tek biçimli değildir. Kâinatta tek renk çiçek olsa ve tüm çiçekler birbirinin aynı olsa burada bir ahenk ve düzen vardır diyemeyiz. Aksine bin bir renk ve formdaki farklı bitki ve çiçeklerin birbiriyle çatışmadan bir arada bulunmasıyla oluşturdukları harmoniye ahenk ya da düzen diyebiliriz. İşte tıpkı bunun gibi bir devletin büyüklüğünü gösteren şey de, onun içinde yaşayan insanların, kültürlerin, inançların ve felsefelerin çokluğu ve farklılığıdır. Ama tüm bu farklıkları çatıştırmadan, bir arada yönetmek de bir medeniyet aklını gerektirir. Klasik siyaset geleneğinde Hükümdarın Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olmasının anlamı da budur. Bunun anlamı bazı aklı evvellerin zannettiği gibi hükümdarın tanrısal ve sorgulanmaz olması değildir. Bunun anlamı Tanrı kâinatı nasıl ahenk ve düzen içinde adalet ve hikmetle yönetiyorsa hükümdar da aynı şekilde yönetmekle mesuldür demektir. Tıpkı Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir, zayıf ona sığınır, mazlum hakkını onun aracılığıyla alır”
Bu nedenle geleneksel Sünnilikte farklılık ve çokluk dışlanmamış, yalnızca bu farklık ve çokluğun bir ahenk içinde bir arada bulunacak bir çoğunluğa dönüşmesi için genel bir çerçeve çizilmiştir. Bu farklık yalnızca Hristiyan ve Yahudiler için değil İslam içindeki farklıkları da içermektedir. Ehl-i Kıble Tekfir Edilemez ilkesi adı altında öncelikle farklılık ve çokluk onaylanmıştır. Bu ilke farklı olanların bir arada yaşamasına imkân sağlamıştır.
Ebu Hanife’nin ifadesiyle Tenzili inkâr olmadıkça te’vilin inkarı kişiyi dinden çıkarmaz. Yani bir kişi alenen Kur’an’ı ve indirilen vahyi inkar etmedikçe, ben vahiyden şunu anlıyorum şeklinde farklı bir yorumu benimsemekle dinden çıkmış sayılmaz. Müsademe-i efkardan bârika-i hakikat doğar dedikleri bu olsa gerektir. Fakat bu ne söylerseniz olur, usulsüz ve delilsiz, kafanıza göre her şeyi Kur’an’a söyletme hakkını size tanımaz. Tam aksine söylediklerinizi bir usül ve yöntem çerçevesinde söylemeniz ve fikirlerinizin başkaları tarafından test edilmesine imkân tanıyacak delilleri serd etmeniz gerekir. Delillerinizi zayıf kabul edebiliriz, ya da delillerinizdeki sistematiği uygun bulmayabiliriz. Buna rağmen sizin her hakkınızı da sonuna kadar savunuruz. İşte ehl-i kıble sizin görüşlerinize katılmıyorum ama sizin haklarınıza saygı duyuyorum demektir.
Sünni olmakla size tek bir yol ve çerçeve mi dayatmış oluyorum? Elbette hayır. Zira çoğu kimsenin zannettiği gibi Sünnilik tek mezhep iddiası ya da bir mezhep taassubu değildir. Sünnilik içinde yer aldığı fıkhi ve itikadi mezhepler, tasavvufi ve felsefi görüşlerle bir mezhepler bloğunun adıdır.
Bu durumu bir temsil ile şöyle açıklamak mümkündür: Bir dağın zirvesine ulaşmak istiyorsunuz. Ama size bu zirveye giden tek bir yol olduğunu söylersem, o dağın zirvesi ulaşılmaz olur. Çünkü bir nedenle bu yol kapanmış olsa, yolda engel çıksa insanların başka seçeneği kalmayacaktır. Ve ayrıca tüm yolculara yalnızca bir manzarayı seyretme ve yalnızca bir yolu tecrübe etme hakkı vermiş olurum. Oysa Allah insanlara çekemeyecekleri yükü yüklemez. Din insanlara zorlaştırılmamış kolaylaştırılmıştır. Ayrıca her insan bir diğerine benzemez. Yukarıda Matüridi’nin dediği gibi yaratılışta farklılık ve çokluk esas olduğu için insanların yaratılışları, karakterleri ve meşrepleri de farklılık taşır. Herkese tek bir yol dayatmak Allah’ın yaratılış hikmetine uymaz.
Zirveye giden birçok yol olsa ve insanlar hangisinden yürümeye güç yetirebiliyorsa, hangisini beğendiyse, kendisine, meşrebine hangisi uygunsa onu seçseler bu Allah’ın hikmetine ve kolaylık ilkesine daha uygun olmaz mı? Fakat bu yollarda insanlar yolda kalmaması için, yolda karşılaşacakları zorlukları aşmaları için her yolcuya da bir yol rehberi versek bu seyahatlerinin sırat-ı müstakim içinde geçmesini dilemiş oluruz. İşte Sünnilik bu yolculuklardaki rehberimizdir. Yollar ise, mezheplerdir. Yolda bize yoldaşlık edenler ise tarikatlar, felsefi ve tasavvufi okullardır. Herkes kendi gücü neye yetiyorsa, kendi ilmi neyi gerektiriyorsa, kendi meşrebi neyi kaldırıyorsa ona göre yol ve yoldaş seçer. Böylece kimisinin yolu uzun kimisininki kısa, kimisininki konforlu kimisinin ki konforsuz ve zahmetli kimisininki mamur kimisininki ise tenha ve ısısız bir yolculuk olur. Sünniliğe göre hedefe tam on ikiden ulaşmak imkânsızdır. Çünkü hakikati mutlak bilen Allah’tır. Ama o, on iki hedefine yaklaşmak mümkündür. Bu ise yolda size verilen rehbere ne kadar uygun bir yolculuk ettiğinize bağlıdır. Çünkü yol boyunca birçok durağınız vardır. Evlilik, aile, toplum, devlet, düşmanlarla karşılaşma, başkalarına yardım, canlılarla hem hal olma gibi. Tüm bu duraklarda yaptıklarınız yada yapmadıklarınızdan da sorumlu olacaksınızdır
Sonuçta bu yollardan hiç kimse benim yolum hak diğeri batıl diyemez. Ama hepsi genel çerçeveye uygun hareket etmekten sorumludur. İşte bu Sünniliktir. Ama bu Sünnilik içinde mezhep, meşrep ve tarikatlar bu yolculuğun ve durakların ne kadar sahih, hikmete uygun, adil ve insanlık için yararlı olduğunu yaptıkları işlerle göstermek zorundadırlar. Buna karar verecek olan ise tarihtir. Geçmişte Hanefi Matüridi gelenek kurdukları büyük devletlerle oluşturdukları kurumlarla ve inşa ettikleri kültürle İslam medeniyetini nasıl temsil ettiğini insanlığa göstermiştir.
Bu Sünni geleneğin yok olmasıyla birlikte, medeniyet tasavvuru da tek biçimci bir hal aldı. Ulus devletlere uygun yeni İslamcı ve Selefi ideolojiler tevhidi çokluk değil çokluğu tekliğe indirgeme ve çoğunluk olarak yorumladılar. Nasıl jakoben ulus devlet yukarıdan inme her şeyi tek biçimci olarak belirliyorsa, şimdide İslamcı ve Selefi ideolojiler geleneğin farklılık ve çokluğunu bozulma ve dinden uzaklaşma olarak ele alarak, Kur’an’ı bir anayasa gibi yorumlamaya ve herkese kendi kafalarındaki Kur’an İslam’ını kabul etmeye zorladılar. Bunun dışındakileri şirk gördüler. Din artık siyasal iktidar olmanın bir aracı haline gelince, ideoloji gibi tekleştirilmeye başlandı.
“Biz, Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (Enâm, 6/38) ayetini esas alan Zahiriler tarihte akla, tefekküre, kıyasa karşı çıkarak Kur’an’ın ayetleri dışında hüküm tanımayız demişlerdi. Dede İbn Rüşd (ö. 520/1126) bu iddiada bulunanlar için şöyle demişti: “her karşılaşılan olayın çözümünün Kur’ân’da açıkça belirtildiğini iddia edecek kadar işi ileri götürenlerle tartışmak bile doğru değildir.” Bu günde işi buraya kadar götürenler kendi dışındakileri batıl ve yanlış olarak isimlendirmiyorlar daha da ileri giderek şirk ile itham ediyorlar.
Şirk, küfür ve tekfir gibi kavramlar Sünni gelenekte ehl-i kıble için asla kullanılmaz iken, şimdi Selefi ve İslamcı ideolojilerin elinde birer silah gibi kullanılmaya başlandı. Hainlikle bir nebze baş edebilirsiniz zira sonuçta karşı koyduğunuz dünyevi bir ideolojidir. Ama küfür ya da şirk kavramıyla nasıl mücadele edebilirsiniz? Eğer hakikate giden yol tek ise ve bu hakikati birileri temsil ediyorsa ona karşı çıkmak Allah’a karşı çıkmak anlamına geleceğinden yalnızca vatansız değil dinsizde olursunuz.
Millete hizmet etmesi gereken modern devlet kutsallaştırılarak kulluk yapılması gereken bir puta dönüştürüldü. Selefiler ve İslamcılar Allah’tan başkasına kulluk olmaz derken aslında herkesin kendilerinin çizdiği yola kulluk yapmasını dikte ediyorlar. Tek parti ideolojisi gibi İslam’ı da tekleştirerek yalnız bir tek yolun hakikat olduğunu diğer tüm yolların yanlış olduğunu söylüyorlar.
Selefiler mezheplerin bizi İslam’ın asli yolundan uzaklaştırdığını iddia ettiler. Peki mezhepler yoksa o zaman bize bu yolculukta kim rehberlik edecekti. Elbette Selefi Salihin. Buna kim itiraz edebilirdi ki? O zaman sormak lazım hangi Selefi Salihin. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe mi Hz. Muaviye, İbn Ömer mi? Yoksa İbn Mesud, Ebu Hanife mi ya da İmam Evzai mi? Hangisi? Hepsi ise bunların hepsinin aynı görüşte olmadığını bilmeyecek kadar cahiller. Bunlardan bazılarını seçecek isek, neye göre bu tercihi, yapacağız. Ayrıca bu da bir görüş ve mezhep tercihi olamayacak mı? Eğer bunlar farklı görüşteyse hani hakikat tekti? Bu iddianız yanlış olmayacak mı?
İslamcılar ise Kur’an’dan başka rehber tanımayız dediler. Amenna buna da itiraz edilmez? Ama insan sormadan edemiyor, Kur’an’daki bir ayeti hayata aktarırken onu nasıl yorumlayacağız? Biz size mi uyacağız yoksa herkes kendi anladığı gibi mi uygulayacak? Herkes kendi kafasına göre uygularsa bu demek ki tek bir uygulama olmayacak? Hani hakikat tekti? Yok, biz size uyacak isek, bu durumda sizin görüşünüz de bir tercih ve mezhep olmayacak mı? Neden yalnız senin görüşünü tercih edeyim de Ebu Hanife ya da İmamı Şafi’nin görüşünü tercih etmeyeyim?
Görüldüğü gibi geleneksel Sünnilikte Hakikat tek iken, o Hakikate giden yollar tek değildir. Bu ise farklıkların bir arada olmasına, düşünce ve fikirde çeşitliliğe ve zenginliğe yol açmış ve İslam büyük bir medeniyete kavuşmuştur. Buna karşılık modern İslamcı ve Selefi hareketler ise sözüm ona İslam’ı durağanlaştıran, geri bırakan Sünniliğe ve mezheplere karşı çıkarken aslında İslam’ın zenginliğini yok ederek onu kısırlaştırmışlar ve dini araçsallaştırarak ideolojileştirmişlerdir.
Oysa tekçi bir anlayışla hakikati elinde tuttuğunu söyleyen bu anlayışların kendisi İslami değil seküler ideolojiden devşirilmiş modern jakoben faşist devlet ideolojisinin dinleştirilmiş şeklidir. Dini oldukları iddiasını taşırken aslında tekçi söylemlerin kendileri din dışı modern seküler ideolojiye tabi söylemlerdir. Özellikle devleti kullanarak tüm mezhepsel farklıkları ve yorumları kendi konumuna göre belirleme modern bir anlayıştır. Bu nedenle Selefilik, Vehhabilikle devlet ideolojisi olmuş, İslamcılık da ya devlet aracılığıyla yada sosyal kurumlar aracılığıyla toplumu İslamlaştırma çabası içinde olmuştur. Fakat her ikisinin de İslamlaştırmadan kastı kendi ideolojisine uygun olarak toplumu ve bireyi dönüştürmektir. Bu ideoloji ise Sünni geleneğin aksine Allah’a giden tek yol olduğunu kabul eden “Tek Yol İslam” şeklindeki sloganda anlamını bulmuştur.
Selefi ve İslamcı söylemlerin zaman içinde daha radikal söylemlere kayarak terör ve şiddet eylemlerini beslemeleri de bu tekçi yapılarındandır. Yaratılıştaki Bir’i, yani Mutlak Yaratıcı iradeyi, toplumsal ve siyasal eylem alanına da uygulamak ve böylece farklı siyasal söylemleri ve dini görüşleri, muhalif fikirleri kendi otoritesine ram olmaya zorlamak şiddeti doğuran en önemli unsurdur. Özellikle de bu farklıkları ve çeşitliliği şirk ve küfr gibi keskin nitelemelerle damgalamak muhalif olana yaşam hakkı tanımamaktır. Bu gün İslam dünyasında diyalog ve diplomasi ile çatışmaların çözülmesini zorlaştıran en önemli şey bu Selefi ve İslamcı söylemin kullandığı şiddet, kin ve öfke etiketleridir.
Müslümanları bir arada tutan mezhepsel ve itikadi kimlikler çözülerek onun yerine geçen Selefi ve İslamcı siyasal kimlikler toplumsal bağları çözerek kaosu ve iç çatışmaları tetiklemektedir. Özellikle devlet ve hukuk düzenini yeniden kurmayı başaramamış, toplumsal adaleti sağlayamamış Ortadoğu devletleri için, bu risk daha da artmaktadır. Irak ve Suriye’de görülen çatışmalar bunun en acı tecrübesini göstermektedir. Bu gün İslam dünyası adaletsizliğe karşı kitleleri harekete geçiren yeni Selefi ve İslamcı bir siyasal eylemle karşı karşıyadır. Fakat bu Arap Baharı tecrübesinin gösterdiği gibi adaleti değil kaosu davet etmektedir. Bunun en önemli nedeni bu siyasal eylemin bizatihi kendisinin kadim İslam geleneğinin Sünnilik tecrübesinden beslenmemesidir. Aksine bu hareketler modern totaliter ve şiddeti kutsayan yapıların çocuğudur. İslam dünyasının dirilişi, bu yabancı ve tekçi yapılarla değil, farklılığı, çokluğu, çeşitliliği yönetmesini bilen, kuşatıcı ve kapsayıcı bir dille farklıklardan bir düzen inşa eden Ehl-i Sünnet geleneğinin yeniden keşfiyle mümkün olacaktır.