TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Kutta-i Tarîk ve Eşirrâ’lıktan Rusul-i Sulh’a İrtifâ ve Türköne’nin Tarihe Bühtanı
Hilmi DEMİR

Türk basınında şirazesinden çıkmış, endazesi kaçmış, şakülü şaşmış bir yorumla artık her an karşılaşmak adet oldu. Birilerince sırtı sıvazlanan, tövbekâr olmanın keyfi ile raks-ı fikr eden entelektüeller tarihe merak sardı. Osmanlı yeniden diriliyor ya, kendilerini yeni Osmanlı sanan bu zevat arkalarını İstanbul’un tarihi siluetine yaslayarak boğaza karşı Türkiye’nin en çetrefilli meseleleri hakkında “fast-think” ayaküstü muhabbet ediyorlar. Bir tür boğaz uleması türedi yani.

Hülesa-i kelâm üstat Türköne İstanbul’a taşındıktan sonra boğazdan esen yelin serinliği ile mi yoksa pandemiye dönüşen gribin etkisiyle mi desek bilemiyorum, Osmanlı Devlet-i âlisinin eşkıya ve isyancılara karşı uygulamalarından hareketle mevcut açılıma ilişkin ultra-süper bir çözüm önermiş.

Terörist başına Paşalık rütbesi verip tatile gönderelim demiş(!) Niye? Çünkü Osmanlı isyankâr aşiret reislerine paşalık unvanı verip Edirne’ye mecburi ikamete gönderiyormuş ya, bizde niye aynısını yapmayalım diye düşünmüş olacak hazret. Bu yeni Osmanlı hayranı entelektüellerin Osmanlı tarihi konusundaki uzmanlıklarına ve mahirliklerine meftun olmamak elde değil.

Bu bağlamda Türköne üstadımız Osmanlı’nın kutta-i tarîk (yol kesiciler) ve eşirrâ (eşkiyalar) hakkındaki uygulamaları için Cevdet Paşanın Tezâkir’ini şahit göstermiş. Üstat ya fast-think yani ayaküstü düşünme ve hazmın gadrine uğramış ya da yıllar önce okuması muhtemel bu eserin aslında neden ve nelerden bahsettiğini hatırlamamış olacak.

Cevdet Paşa’nın Tezâkir’indekileri tezekkür etmeden önce, yazımda üstat’ın tarihe karşı bühtanının gerekçesini söylemem lazım. Her entelektüelin öncelikli görevi, ilk vasfı dürüstlüktür. Kime karşı dürüstlük, diye sorulabilir elbette. Öncelikle kendine sonra da şahitliklerine başvurduğu insanlara karşı dürüstlük. Maalesef Türköne Cevdet Paşanın Tezâkir’ine ve onun mirasına karşı bir bühtan da bulunmuştur.

Zira Türköne’nin röportajında dediği gibi Tezâkir’in dördüncü bölümünde Cevdet Paşa Kozandağı İsyanını bastırmaya gidişini anlatmaz. Tezâkir’in dört bölümü de yoktur. Tezâkir dört kitap halinde basılmıştır ve toplam kırk tezkireden oluşur. Dördüncü kitap, kırkıncı tezkireye yani Cevdet Paşanın kendi deyişiyle terceme-i hal’i âcizânesine ayrılmıştır. Buna karşılık Kozandağı ya da Çukurova ve Amik Ovası bölgeleriyle Maraş ve Antep çevresindeki isyanları bastırmak, asayiş ve huzuru sağlanmak amacıyla kurulan Fırka-ı Islâhiyye’deki görevi ile ilgili anlattıkları Tezâkir’in üçüncü kitabı ve 27-37. tezkireler arasındadır.

Her neyse Türköne daha sonra dersine çalışmış olacak ki, yaptığı yanlışı fark ederek Zaman gazetesindeki köşesinde konunun 27. ve 28. tezkirelerde olduğunu hatırlamış hatırlamasına da yine olayların vuku buluş sürecini sağından solundan kırparak Paşalık payesi vermeye devam etmiş.

Terörsit başı Apo ile Kozanoğlu Ahmet Ağa’yı karşı kaşıya getirmesi tam anlamıyla kıyasmaal fârık’dur. Kendi zihin dünyasında Apo’nun payesi nedir bilemeyiz ama devlete karşı bölücü bir etnik isyanın lideri ile devlete isyan eden Divanoğularına karşı devletin yanında yer almış, 1796’da kendilerine “Boy Beyi” unvanı verilmiş Ağaları karşılaştırmak ne kadar doğrudur?

Osmanlı tarihinin 1550-1650 arasındaki dönemi iç çekişmeler ve eşkıya şiddeti ile sarsıldığı dönemlerdir. Karen Barkey’in Eşkiyalar ve Devlet adlı eserinde vurguladığı gibi eşkıya liderlerinin çoğunun devlete karşı her hangi bir iddiası da bulunmamaktadır. Tümüde Kozanoğulları gibi şu ya da bu konumda devlet görevlileridir. İsyanlarının çoğunun amacı devlet katında daha fazlasını elde etme, alanlarını genişletme arzusuna matuftur.

Mustafa Akdağ Hocanın Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası adlı şaheserinde ifade ettiği gibi Devletin zayıfladığı dönemlerde devletten zorla sancakbeyliği alabilme, hatta biraz cerbezeli olma halinde beylerbeyliği alabilmenin tek yolu celâlî olmaktan geçmeye başlamıştı. Hükümet kuvvetleri başarısız kaldığında da anlaşma yoluna gidiliyordu.

Fakat bu yolun yol olmadığı da bilinmiyor değildi. IV. Murat zamanında Afyon’u haraca bağlayan Haydaroğlu’nu durdurmak için mansıb verilmesi istendiğinde İstanbul’un verdiği cevap bunun delilidir; Şerrin büyüğü budur ki, harâmîlere, eşkıyaya tuğ ve sancak virilüb devletin ırzı ve namusu zedelenir. Eşkıya bu yol ile mansıba nail olmak kapusu açılırsa bu yol üzre olan cesur ve fettanlar dolup memleket harap olur.

Elbette bu saatten sonra mızrak çuvala sığmaz. Cevdet Paşa’nın Fırka-ı Islâhiyye başında isyancılara karşı neler yaptıklarını anlatmak ve böylece Türköne’nin çok sevdiği Osmanlı tecrübesinin eşkıya ve isyancılarla nasıl mücadele ettiğini hatırlatmak artık vacip oldu.

Ah! O İstanbul, kimleri koynunda besleyip kimleri yoldan çıkarmamıştır ki. Türköne’nin İstanbul’un ışıklarıyla zihni bulanmış olabilir elbette. Ama yinede ben şimdi ne diye hatırlatırsın Cevdet Paşa’nın Tezâkir’ini ey üstat diye haykırmadan edemeyeceğim. Düşünsene bir Tezâkir bugünkü dile sadeleştirilse ve lise talebesi bile okuyup anlayacak olsa, Cevdet Paşa’nın tezkirelerinde aşiretlerin yaşayış, kültür ve ahlaki durumlarına ilişkin yaptığı sosyolojik açıklamalar ne kadar yüz kızartırdı. Bir Apo Paşa yaratmak adına kimileri için tarihin yüz kızartıcı sayfalarını açmaya değer miydi?

İsterseniz öncelikle bu Fırka-ı Islâhiyye nedir? oradan başlayalım hatırlamaya. İlgisizliğin kapkara şalı ile örtülen, karanlığa gömülüp unutturulan bu Osmanlı tecrübesini, bir zaman sonra yeniden hatırlamak, belki de zâyi olan bir hakkının teslimidir, kim bilir. Hülasa 1853-1856 Kırım savaşına bölgedeki aşiretlerin ve Kozanoğulları’nın asker göndermemesi, bölgedeki beylerin topladıkları vergileri vermemesi, eşkıyalık, yol kesicilik ve talan gibi asayiş sorunlarının baş edilemeyecek kadar artması sonucu Fırka-i Islâhiye Ordusu kurularak komutasına Derviş Pasa, sivil komiserliğine de Ahmet Cevdet Paşa getirilmiştir.

Osmanlı devletinin Çukurova’ya askeri bir birlik göndermesindeki amacı sadece Kozanogulları’nın nüfûzunu ortadan kaldırmak değildir. Devlet, bölgede asayiş ve huzuru bozan kişi ve toplulukları ortadan kaldırdıktan sonra uzun zamandır ihmal edilen, ekonomik ve sosyal reformları yaparak otoritesinin yeniden sağlamak istemektedir.

Bu birliğin görevleri arasında:

• Dağlarda yasayan aşiretleri ovaya indirerek yeni köy ve kasabalar kurmak, halkın tarımla uğraşmasını sağlayarak, yerleşik hayata geçişi sağlamak.

• Önemli bölgelere karakol kurarak halkın mal ve can güvenliğini sağlamak.

• Okullar açarak halkın kültür ve eğitim seviyesini yükseltmek.

• Derebeylikleri ortadan kaldırmak ve aşiret beylerine maaş bağlanarak uzak bölgelere sürgün etmek.

• Ticaret yapılmasını sağlayarak iktisadi pazarı geliştirmek.

Fırka-i Islâhiye’nin görev bölgesi içerisinde yer alan idarî sorunlar; yeni kazalar, yeni köyler ve iskân alanları kurulmak suretiyle çözülmüştür. Bu yeni yerleşim birimlerine konargöçerler iskân edilerek bölgede aşiretlerden kaynaklanan siyasî, ekonomik ve idarî problemler ortadan kaldırılmıştır. Demek mezra ve köy boşaltmak adeti Osmanlı’dan tevarüs etmiş Cumhuriyete.

Cevdet Paşa Tezâkir’de bu görevleri yerine getirirken Padişahın fermanın beyannâme seklinde bastırılarak her tarafa dağıtıldığını söyler. Beyannâmede özetle su mesaj verilmektedir:

“Bir elde kılıç bir elde kitapla sosyal düzen sağlamak üzere gelindi. Sancağın altına sığınanlar korunacaktır. Karsı gelenler askerlerin süngüleri ile kahrolacaktır.”

Sonuç itibariyle, Fırka-i Islâhiye’nin yapmış olduğu siyasi, askeri, idari, ekonomik ve toplumsal çalışmalar; Çukurova ve Amik Ovası bölgeleriyle Maraş ve Antep çevresinin gelişmesine, buralarda asayiş ve huzurun sağlanmasına büyük katkı sağlamıştır. Toprak reformu, pamuk ekiminin yaygınlaştırılması, Kozandağı Madenlerinin daha kârlı biçimde işletilmesi sonucu bölge ekonomisini canlandırmıştır.

Ayrıca eğer Fırka-i Islâhiye bu bölgelerde gerekli ıslahatları yapmasaydı, göçebe nüfus, köylere ve şehirlere yerleştirilmeseydi Kurtuluş savaşında milli ve top yekûn bir direniş başarılamazdı.

Aslında Türköne’nin eşkıyaya paşalık payesi dağıtmak yerine Osmanlı’nın eşkıya ile mücadelesinde Fırka-i Islâhiye tecrübesini aktarmasını beklerdik. Bu tecrübe teröristle mücadelede bu gün bizi niçin yol göstermemiştir? Aydınları hafıza kaybına uğradığı gibi devlet de hafızasını mı yitirmiştir? Bilemiyoruz.

Fırkanın kuruluş organizasyonu ve idaresi üzerinde durulması gereken en önemli husus, bu askeri gücün başında dönemin saygın bir bilim ve kültür adamının önemli bir role sahip olmasıdır. Terörizmin yalnızca askeri önlemlerle mücadele edilecek bir suç olmadığını bu devlet çok önceden anlamış demek ki.

Ayrıca askeri önlemlerle siyasi, sosyal ve ekonomik uygulamaların eş güdümlü olarak nasıl uyguladığı da Cumhuriyet Türkiye’sine bir model olmalı değil miydi? Oysa Türkiye’deki entelektüeller bu tecrübeyi aktarmak yerine tarihsel olayları çarpıtarak yeni isyanlara kapı açarcasına devlete isyanı Paşalık Payesi ile ödüllendirme peşindeler. Teröristlere paşalık payesi dağıtıldığı yerde kendilerine de postacılıkları düşer her halde.