Bizim köyde “masal anlatmak” veya “masal söylemek” yoktur, “masal ayıtmak” vardır.
Çocukluk çağımızda kış akşamları masallarla güzelleşirdi. Anamın çevresine toplanır, kendimizi masalın rüzgârına salıp kanatlanır, uçsuz bucaksız hayal göklerinde süzülürdük. Anam, gaz lâmbasının ışığında bir yandan yün çorap örer veya oya işler, ya da başka bir el işi yapar; bir yandan da söyler, söylerdi. Kıpırdamadan, soluğumuzu tutarak dinlerdik. Onun anlattığı olayların tümü gerçekti, kahramanlar ise tanıdık, bildik, bize yakın kişiler ve varlıklardı. Kötülerin kötüsü olan Dev Karısı, sanki bizim Ayıçukuru’nda yaşıyordu. İnsan gibi konuşan Üç Başlı Koca Yılan, sarıtal ve meşe ağaçlarıyla dolu bir orman olan mezarlığımızda gizleniyordu. Hörü Kız’ın çilesiyle dertlenir, Beyoğlu’nun yiğitliği ile gururlanır, Kamber’in gönül sızısını yüreğimizde duyardık. Keloğlan – Keleşoğlan da bizi hem şaşırtır, hem güldürürdü. Elbette birçok masalda çıkıp gelen kır atlı, keskin kılıçlı, kurtarıcı yiğit “Beyoğlu” benden başkası olabilir miydi…
Okullarda eskittiğim kitapların sayısını bilmiyorum. Dilbilgisi ve edebiyat derslerinde Türkçenin sırlarını kavramaya uğraştım. Okumaya düşkün olmanın sefasını da cefasını da yaşadım. Tarih, edebiyat, felsefe, ilahiyat, hukuk, siyaset alanlarında nice kitapları erittim.
Bunların hiçbirinin dili, anamın ayıttığı Türkçe’nin eline su dökemezdi…
“Edebî” iddialı kitapları ele alınca hep “dil kavgası” yaşarım. “Edebî” bir yazıyı veya bir şiiri okurken, ne anlattığına değil de nasıl anlattığına bakma alışkanlığı, insanın başına bu derdi sarıyor. Romanların, hikâyelerin, destanların, şiirlerin bazılarındaki anlatımdan; seçilen sözlerden, sözlerin dizilişinden haz duydum, keyifle okudum. Bazılarının dili ise, yırtılıp parçalanan teneke çatırtısı gibi sinirlerimi tırmaladı, çalı dikeni gibi beynimi daladı. Böylelerinden okumak zorunda olduklarımı ıkına sıkına okudum, bazılarını da daha başlarken fırlatıp attım.
Okuduğum bir kitapta anamın dilinden çağrışımlar hissedince, yazı dilimizde pek rastlanmayan kimi sözleri, deyimleri bulunca; onun sesini duymuş gibi içimde ılık bir duygu uyanır.
Zaman içinde birçok bölgeden yöre ağızlarını tanıdım, “Acıpayamca, Bayburtça, Kozanca, Ercişçe…” konuşan insanları dinledim. Yayladağı’nda, Kazdağı’nda, Çicekdağı’nda… daha nice dağların böğrüne yaslanmış köylerde, renkten renge bürünen söyleyiş zenginliğiyle konuşan insanlarla, tadına doyulmaz sohbetlere daldım. Dede Korkut’u, Köroğlu’nu, Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu ve benzerlerini okudukça o sihirli Türkçenin yaygınlığını ve büyüklüğünü fark ettim.
Türkçeyi, anamın masal ayıtırken yaptığı gibi çağıl çağıl konuşabilmeyi; öylesine akıcı, sürükleyici ve büyüleyici yazabilmeyi ne kadar isterdim! Ne haddime canım, bunu kim başarabilmiş ki… O, nasıl bir ifade gücü, nasıl bir Türkçe, ne zengin bir dil çağlayanıymış!
Çocukluğunda kendisinden çekmediğim çile kalmayan, “agası” olduğum Hasan Kayıhan’ın romanlarında yer yer o anlatımın tadını bulunca, kendisine söyleyecek sözüm hep hazırdı: “Bak arkadaş, anamın masallarını dinlediğin, şu bölümde belli oluyor. Eğer çoğu akşam masalın yarısında, yanı başımda uyuyakalmasaydın çok daha güzel yazabilirdin…”
Eh, “okuyucu” olmanın, insana verdiği böyle bir tahakküm hakkı vardır.
***
Ağır konuları okumaktan sıkılınca, dünyanın dağdağasından bunalınca; dinlenmek, sakin bir havaya kendimi bırakmak için kitaplardan bir kitap seçer, bir köşeye sere serpe uzanır ve okumaya koyulurum. Geçenlerde bir akşamüstü böyle bir ruh hâli içinde, Necdet Ekici’nin son kitabı Son Turnalar’ı okumaya başladım.
“Gül Şafağı” ile başlayıp hikâyeden hikâyeye geçerek, farklı dünyalara dalıp çıkarak, onuncu hikâye “Şahmaran” la son sayfayı da tüketince, elinden oyuncağı kapılmış çocuk gibi kalıverdim. Kitabı birkaç saat içinde bitirmiştim. Daha doğrusu kitap, beni sarıp sarmalamış, akıntısına sürükleyerek kapıp götürmüştü. Bu hızla kendimi tutamadım, Ekici’nin yeni baskıları yapılmış olan Gül Olacaksın ve Yüreğimdeki Cemre adındaki kitaplarını el altında tutmak için masanın üstüne koydum. Ertesi gün Gül Olacaksın’a yumuldum, bir sonraki gün de Yüreğimdeki Cemre’ye. Böylece daha önce okumuş olduğum bazı hikâyeleri de bir daha okudum. Evet, üç günde üç kitap… Bu, benim hamaratlığımdan veya hızlı okuyuşumdan kaynaklanmıyor. Yazarımızın dili ve hikâye örmedeki ustalığı, insanı böyle alıp götürüyor.
Necdet Ekici, Türkçeyi, elmas işleyen sanatçı hassasiyetiyle, özenle yazan emektarlarımızdan biri. Bu güne kadar yayınlanmış hikâye kitapları: Yüreğimi Sana Bıraktım, Yüreğimdeki Cemre, Gül Olacaksın, Arzu ile Kamber, Gül Şafağı ve Son Turnalar.
Onun bütün hikâyelerinde arı duru bir dil ve coşkuyla akıp giden, okuyana ferahlık veren bir anlatış var.
Yazarımızın kurgu yapmada sahip olduğu üstün beceri, hemen her hikâyede kendini gösteriyor: Okuyucuyu sık sık uçurumdan doruğa savuruyor, buz içinden söküp kaynar suya daldırıyor; bir çarpılmışlıktan çekip çıkarırken bir daha çarpıyor. Bu sürükleniş içinde okuyan, hiçbir hikâyeyi yarıda bırakamıyor, biri sona erince o hızla atılıp ötekine saldırıyor.
Hikâyelerde yazarın anlatımı, sakin, ılık bir akıcılıkla kayıp giderken; olay yeni bir dönemece gelince birden bire köpürüyor, koçaklama gümbürdeyişi başlıyor. Yer yer türkü yanıklığı, ağıt inleyişi, destan kükreyişi ile sürüp gidiyor.
Edebiyata düşkün olduğum yıllarda Ömer Seyfettin ve Refik Halit’in bütün hikâyelerini; Hüseyin Rahmi, Memduh Şevket, Sait Faik, Tarık Buğra ve onları takip eden bazı yazarlardan yığınla hikâye okumuştum. Bu arada ünlü yabancı hikâyecilerden birkaçını da merakla didikledim. Cengiz Aytmatov ve Muhtar Avezov başta olmak üzere uzak Türk ellerinden kimi yazarların eserlerini ve Türk dünyasının hikâye - destan deryasını epeyce tanıma fırsatını buldum.
Hikâye türünü biraz tanımanın verdiği cüretle ve “okuyucu hükümranlığı” ile Necdet Ekici’nin eserleri hakkında hüküm verme yetkisini kullanmaktan kendimi alamıyorum:
Bu gün kimler, ne kadar farkında bilmiyorum ama Ekici’nin hikâyeleri; zamanımızda yazılmış, alanında Türk dilinin sağlam ve örnek metinleridir.
Edebiyat hocası olsaydım, öğrencilerime ve yazmaya hevesli gençlerimize Ekici’nin kitaplarını tavsiye eder, bütün hünerimi kullanarak meraklarını tutuşturur ve okumalarını sağlardım. Sonra onlarla bir söğüt gölgesinde, bir çınar altında çay sohbetlerine oturur ve yazarımızın hikâyelerini birer birer didiklerdim. “Türkçe böyle işlenir… Yazımda kurgu böyle yapılır… Derli toplu ve özlü anlatım böyle olur… Dilin akıcılığı, berraklığı işte böyle sağlanır…” diyerek, güzel yazmanın sırrına ulaşmaları için yazar veya şair adayı gençlere yol yordam açmaya uğraşırdım. Elimi kitaba vura vura sohbeti düğümlerdim: “İyi yazar olabilmek için seçkin örnekleri okuyacaksınız, inceleyeceksiniz. İşte bunun gibi...”
Evet, Necdet Ekici ve onun gibi Türkçe’yi güzel işleyen yazarlarımızın eserleri gençlerimize ulaşmalı; geleceğin büyük yazar ve şairleri, onlardan dil çiçekleri derlemeli ve edebî bir eseri ilmek ilmek dokumanın inceliklerini öğrenmelidir.
Sözün başında, çocukluk hayallerimi tutuşturan anamın masallarından söz etmiştim. Tarih boyunca analar; türküler, ninniler, ağıtlar, maniler, atışmalar, masallar, bulmacalar örüp işlemiş. Yeri yurdu cennet olasıca anam, analardan bir ana idi.
Ekici’nin hikâyelerinde, anamın ayıttığı masalların dilinden, gürül gürül akan o büyülü Türkçe’den esintiler, çağıltılar, uğultular kaynıyor…
Bilgi Notu:
Necdet Ekici kitapları:
Gül Olacaksın, Yüreğimdeki Cemre, Son Turnalar
Akçağ Yayınları