Türkiye, 15 Temmuz’da yaşananları hazmetmeye, dünya ise anlamaya çalışıyor. Her ikisi de eldeki verilere göre yaşananların merkezinde yer alan Gülen Hareketi’ni kavramak durumundadır.
Ankara’nın stratejik kurumlarının jetler ve helikopterlerle bombalanması, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının rehin alınması, Cumhurbaşkanı’na suikast girişimi gibi abartılı bir aksiyon filmini andıran darbe teşebbüsüne nasıl gelindiğinin anlatımını, geçen yüzyılın ilk çeyreğinden başlatmak yerinde olur. Osmanlı tarih sahnesinden çekilip Türkiye Cumhuriyeti kurulurken yeni devlet, seküler temeller üzerine inşa edildi. Bu inşa süreci, dinî organizasyonların toplumsal düzendeki yerlerinde radikal değişikliklere yol açtı. Kadim dinî- tasavvufi yapılar, resmî ve aleni sürdürdükleri faaliyetlerinin devlet eliyle sonlandırılmasından sonra büyük ölçüde yer altına çekildiler. Bu çekilme, devlet denetiminden bütünüyle uzaklaşmalarına ve daha kapalı bir yapıya evrilmelerine neden oldu. Gülen Hareketi’nin ideolojik köklerinin dayandığı, Osmanlı’nın son döneminin meşhur din adamlarından Said Nursi de bu dönemde kendi yapısını inşa etmeye başladı. Bir nevi Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı’nı yazmaya başladığı, hapishane ve sürgünlerde geçen hayatının ikinci döneminde, “sivil itaatsizliği” esas alan bir muhalefet yürüttü cumhuriyetin kurucularına karşı. Öldüğünde, yazdığı kitaplar ve büyük ölçüde küçük esnaf ve memurlardan oluşan mütevazı bir cemaat bırakmıştı.
Takipçileri, onun ölümünden sonra kısa sayılabilecek bir zaman zarfında bir düzineye yakın gruba bölündüler. Bunların bazıları Said Nursi’nin eserlerini çoğaltıp dağıtmayı, bazıları okumayı bazıları ise eğitim-öğretim sahasında yoğunlaşmayı, çalışmalarının merkezine koydular. 1938 doğumlu Fethullah Gülen de 60’ların sonuna gelindiğinde devletin resmî din görevliliğinin yanında eğitim-öğretim faaliyetlerine yoğunlaşmaya çalışan, yerel bir kanaat önderi pozisyonundaydı. Duygulu ve coşkulu vaazlarıyla cami cemaatlerini peşinden sürüklüyor, bu etkiyi orta öğretim ve yükseköğretim gençliğine dinî programlar, kamplar düzenlemek için imkâna dönüştürüyordu. 1980’e kadar İzmir merkez olmak üzere Ege Bölgesi’nde faaliyetlerini genişletmekle birlikte Said Nursi’nin takipçileri (Nurcular) arasındaki gruplardan herhangi bir grup olarak tanımlanabilecek ölçekteydi.
1980 Askerî Darbesi’nde, hakkında yakalama kararı çıktığı için 6 yıl firari olan Gülen’in cemaatinin sıçrama dönemi, Turgut Özal iktidarıyla başladı. Yerel bir cemaat olan Gülenciler, bu dönemle birlikte Ege Bölgesi’nden Türkiye geneline yayılarak, dershaneler ve okullar kurarak etki alanlarını genişletmeye başladılar. 90’lara gelindiğinde artık ulusal bir cemaat olan Gülen grubu, Sovyetlerin çökmesiyle bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya ülkelerine yöneldiler ve Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan ve Azerbaycan’da onlarca okul açtılar. Ülke dışındaki bu ilk okullar, Gülencilerin Türkiye’deki pozisyonunu çok kuvvetlendirdi. Her partiden siyasiler, söz konusu ülkelere gittiklerinde bu okulları ziyaret ederek dönüşlerinde çok olumlu kanaatlerini kamuoyuyla paylaştılar. Kamuoyunun kafasında, bu okullar “Türkiye’nin yeniden büyük devlet olmasının” zeminini hazırlayan önemli bir işlevi yerine getiriyordu.
1996-97 yıllarına gelindiğinde, seküler hassasiyetleri yüksek Türk Silahlı Kuvvetleri, iktidardaki dindar ağırlıklı hükûmet üzerinde baskısını arttırmış; bu baskı, toplumdaki dindar kesimleri de etkisi altına almıştı. Gülen Cemaati de bu baskıdan nasibini almakla birlikte, diğer cemaatlerden daha fazla orduyla uzlaşma yanlısı bir politika izliyor görüntüsü veriyordu. Bu baskı sürecinin devamında Gülen, Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşmeyi tercih etti.
2002’de Ak Parti iktidarının başlamasıyla Türkiye’de ordu ve hükûmet arasında yoğun bir etki alanı mücadelesi başladı. Zaman zaman askerî darbelerin kıyısından dönüldüğü Ak Parti’nin ilk döneminde, iktidarın en büyük destekçilerinden biri Gülen Cemaati’ydi. Ak Parti’nin lider kadrosu, Cemaat’in açılışlarında muhakkak yer alıyor; televizyonlarında daimi konuk oluyor; Cemaatin aleyhindekilere karşı Cemaatin en büyük savunucusu olarak konumlanıyordu. Cemaat de 60’ların sonundan itibaren yoğunlaştığı eğitim faaliyetlerinin sonucu olarak sahip olduğu eğitimli insan kaynağını, bütünüyle Ak Parti’yi destekleyecek şekilde kullanıyordu.
2006-2007’ye gelindiğinde Gülen Cemaati’nin devlet kurumlarındaki insan kaynağı, Türkiye’deki diğer bütün cemaatlerin toplamının üzerine çıkmıştı. İktidar da orduya karşı pozisyonunu kuvvetlendirmek için Gülencileri emniyet ve yargıda hızla yükseltmeye çalışıyordu. Bu süreçte, orduya yönelik Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalarda yüzlerce üst düzey asker yargılandı; pek çoğu 4-5 sene hapishanede kaldı. Bu durum, hükûmet üzerindeki ordu baskısını ortadan kaldırdı. Bu baskıyı birlikte ortadan kaldıran Ak Parti ve Gülencilerin ittifakı sürdü. Gülencilerin önü, ülkenin stratejik kurumlarında hükûmet tarafından açılmaya devam edildi. Buna devam edildikçe de Gülencilerin, toplumun diğer renkleri olan milliyetçileri, Atatürkçüleri, solcuları, liberalleri ve dinî grupları tasfiyesi sürdü.
2013 yılına gelindiğinde, Türkiye’de iktidar Ak Parti ama görünmeyen, büyük ve çekinilen güç Gülencilerdi. Yargıda, orduda, emniyette, Millî İstihbarat Teşkilatında Cemaat’in çok güçlü olduğunda herkes hemfikirdi ama bu gücün sınırları konusunda tam bir muamma vardı. Bir süredir Cemaat’in bu gücünden rahatsız olmaya başlayan Ak Parti iktidarı, Gülencilerin ana insan kaynağı olan dershaneleri kapatacağını açıklayınca on senelik büyük Cemaat-iktidar ittifakı, aleni olarak bozulmuş oldu. Kavganın sebebinin dershaneler olması son derece anlaşılabilirdi aslında. Zira ülke genelinde sayısı 2000’i aşkın dershane ile Cemaat, liselere ve üniversitelere hazırlamak için milyonlarca öğrenciyle birebir temas kurma imkânına kavuşuyor; içlerinden en zekilerini seçerek ideolojik eğitimden geçirip kendi yol haritasına uygun olarak değerlendirebiliyordu. Bu büyük imkân sayesinde çeyrek asırda oldukça büyük bir mesafe alabilmişti. Hükûmet’in dershaneleri kapatma isteği, bu imkânı ortadan kaldıracak ve insan akışını kesecekti. Bu nedenle büyük tepki gösterdiler ve ikili arasındaki gerginlik hızla arttı.
Hükûmet’in dershane hamlesine Cemaat, elindeki devlet imkânlarıyla rahatça edinebildiği arşiviyle cevap verdi. Cemaat’e bağlı görünen savcılar, Başbakan ve Hükûmet’in dört bakanı hakkında yolsuzluk ve MİT Müsteşarı hakkında ajanlık soruşturması açtı ve yine Cemaate bağlı görünen hâkimler, söz konusu isimler hakkında yakalama kararı verdiler. Yine Cemaat’e bağlı polis birimleri tarafından bu karar uygulanmaya çalışıldı. Hükûmet’in bu operasyona tavrı oldukça sert oldu. Haklarında yakalama kararı bulunan hemen hemen hiçbir siyasi isim polise teslim edilmediği gibi operasyona katılan bütün savcı, hâkim ve polisler açığa alındı; daha sonra ise yargılandı.
Bu tarihten sonra Hükûmet, emniyet birimlerini Cemaat’ten arındırmak için yoğun bir mücadeleye girişti. Cemaat kadrolaşmasının fazlalığı, bu süreçte daha net göründü. Hükûmet, Gülencilerden arındırmayı başaramadığı için Polis Kolejini bütünüyle kapattı. Yüzlerce rütbeli polis tutuklandı, binlercesi kızak görevlere çekildi. Bunlar yaşanırken Cemaat de iktidara karşı elindeki basın yayın imkânlarıyla mücadele başlattı. Yurt dışında, “yolsuzluklar”a dair kamuoyu oluşturmaya yoğunlaştılar. İktidar, Gülencilerin para kaynaklarını kurutmak için Cemaat’i destekleyen sermaye gruplarına yoğun bir baskı yapmaya başladı. Bazı sembol isimlerin mal varlıklarına el kondu. Adım adım Cemaat’in gazetelerine, televizyonlarına, şirketlerine de el konmaya devam edildi. Hükûmet’in Cemaat karşıtı her adımı, Gülencilerin Ak Parti’ye ve özelde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a olan kızgınlıklarını arttırdı; tıpkı Cemaat’in Hükûmet karşıtı adımlarının ortaya saçılan gizli görüşme kayıtlarının iktidarı kızdırdığı gibi.
17-25’ten 15 Temmuz’a uzanan süreçte Gülenciler, son çeyrek asırda Türkiye’de ilerledikleri her yerden çekilmek zorunda kaldılar; bir tanesi hariç: TSK.
Türk Silahlı Kuvvetlerinde, varlığından herkesin haberdar olduğu ama 17-25’ten sonraki iki Yüksek Askerî Şura’da da dokunulamayan FETÖ yapılanmasına, 2016 Ağustos YAŞ’ında dokunulacağına dair bilgiler kamuoyuna sızmaktaydı. İşte 15 Temmuz darbe girişimi, bu YAŞ’a günler kala gerçekleştirildi.
Darbeciler; Genel Kurmay Karargâhına, Jandarma Genel Komutanlığına bütünüyle hâkim oldular; üç büyük hava üssünün idaresini ele geçirdiler ve bu üslerden Parlamentoyu, Cumhurbaşkanlığını, Polis Özel Harekât Merkezini, Ankara Emniyet Müdürlüğünü ve sivilleri bombaladılar. Darbe haberini, Türkiye’nin güney kıyısında tatildeyken alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın riske girerek İstanbul’a intikal etmesi, İstanbul’daki 1. Ordu’nun iktidara bağlılık bildirmesi ve Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla yüz binlerce vatandaşın sokaklara çıkması, darbenin teşebbüs olarak kalmasının en önemli sebeplerini oluşturdu. Halk, tankların ve askerlerin önünde durarak hareket kabiliyetlerini sınırladı ve pek çok yerde doğrudan askerleri derdest ederek polislere teslim etti. 250 civarında sivilin şehit olduğu darbe teşebbüsü sırasında binlercesi de yaralandı.
Güvenlik güçleri, darbe teşebbüsünü tam olarak bastırdıktan sonra devlet içindeki Gülencilerin tasfiyesi için geniş çaplı operasyonlara başlandı. Öncelikle ordunun içerisindeki yapılanmalarına yönelik operasyonlarda 123’ü general olmak üzere 8 binden fazla asker gözaltına alındı, pek çoğu tutuklandı. 21 bini öğretmen olmak üzere kamuda 45 bin personel açığa alındı. Gülencilere yakın 42 gazeteci hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Ülkenin tanınmış bazı sermaye sahiplerine yönelik gözaltılar başladı. Gülencilerin 17-25’ten sonra hâlâ kapanmamış olan 1043 özel okuluna devlet tarafından el kondu.
Tıpkı dershaneleri gibi özel okulları ve Millî Eğitim Bakanlığındaki öğretmenleri de Gülencilerin ana güç kaynağını oluşturuyordu. Bu kaynak, 80 milyonluk ülkenin nitelikli çocuklarının tespiti, örgüt adına devşirilmesi ve örgütün amaçları doğrultusunda yönlendirilmesini sağlıyordu. Gülencilerin devlet içindeki yapılanması, kariyer olarak ilerlemek ve kimlik olarak saklanmak üzerine kuruluydu. Örneğin TSK’ye yönlendirilen bir öğrencinin hikâyesi, ana hatlarıyla şöyledir: Cemaat tarafından eğitim verilerek askerî liseyi kazanması sağlanan 14 yaşındaki bir öğrenci, okulunda Cemaat ile alakasız; çoğu zaman Atatürkçü, milliyetçi vb. kimlikle yaşantısını sürdürür. Bazı izin günlerinde, zaten irtibatlı olduğu Cemaat mensubuyla bir araya gelerek dinî motivasyonunu, Cemaat mensubiyetini diri tutar. Okulla ve kendilerinden olmayan çevresindeki kişilerle ilgili olarak Cemaat’e düzenli istihbarat akışı sağlar. Askerî okul bitince başladığı subaylık kariyerinde de Cemaat ile düzenli ve gizli teması devam eder. Bulunduğu birlikle ilgili bilgi akışını sürdürür.
Gülenciler, kendi etkilerini azalttıklarını düşündükleri subayları terfi ettirmemek, ordudan attırmak yahut istifa etmesini sağlamak için çaba sarf eder. Askerî ve sivil yargıdaki mensupları aracılığıyla karşıt görüşlü subayları tasfiye etmek için Ergenekon ve Balyoz davaları gibi yargılamaları hayata geçirdiler. Bu tip davalarla sicili bozularak ordudan atılan ya da emekli edilen subaylar sebebiyle Cemaat mensubu subaylar erken terfi etti. Hep olduğu düşünülen ama darbe teşebbüsü sonrası görülen çarpıcı tabloda, 30- 35 sene başka kimliklerle yaşamış, bilinmiş; darbe günü kamuoyu önüne gerçek Cemaat kimliğiyle çıkmış pek çok üst düzey komutan görünmektedir.
Türkiye’de dinî motivasyonla hareket eden pek çok yapının, devletin kurucu ideolojisi ile ilgili bazı eleştirileri söz konusudur. Bazıları bu eleştirilerini dar sohbet halkalarında dile getirmekle yetinmekte, bazıları demokratik sürece aktif dâhil olarak muhalif olduğu noktalarla ilgili inisiyatif almak için milletin teveccühünü kazanma yoluna gitmektedir. FETÖ’nün farkı, bütün bu meşru hareket tarzlarından ayrılıp devletin stratejik kurumlarına farklı kimliklere bürünerek, resmî hiyerarşi dışında farklı, gayrı resmî bir hiyerarşiye bağlı olarak sızmasıdır. Şüphesiz dinî, siyasi herhangi bir kliğin, gizli yol haritaları uyarınca devlet sistemine sızması, ciddi bir millî güvenlik riskidir. Bu riskin boyutlarının ne kadar büyük olacağını anlamayanlar da Türkiye’nin başkenti Türk jetleri tarafından bombalanırken anlamış olmalı.