TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

İlahiyatlar ve Gençler Üzerinde Olumsuz Algı Uyandırmak veya Kavramlardan Habersiz Olmak

Bir günlük gazetede 5 ilahiyat fakültesinden 900 öğrenci ile yakın zamanda yapılmış bir araştırmayla ilgili bilgilere yer veren bir makale yayımlandı. Makale yazarına göre güya ilahiyat fakültesi öğrencilerinin çok önemli bir kısmı “selefi ve oryantalist nihilizm”e yöneliyormuş. Bunun temel sebebi de İslam’ı Asrısaadet ile sınırlayan ve bu dönemden uzaklaştıkça dinî algının bozulacağını iddia eden selefi tezler ve yazarın deyimiyle “İmam Gazali Hazretleri”nden sonra, 13. yüzyıldan başlayarak, Müslüman dünyanın geri kaldığını iddia eden oryantalist söylemler imiş. Yazar bu iddiaların ilkine “selefi nihilizm”, ikincisine de “oryantalist nihilizm” diyor.

Öncelikle şunu ifade edelim: Bu durum, eğer doğruysa, nihilizm ile değil olsa olsa “pesimizm” yani kötümserlik kavramı ile karşılanabilir. Yoksa sayın ilahiyatçı akademisyen yazarımızın bütün Müslüman âlemini, hatta ehlisünnet geleneğinin çok önemli bir kısım ulemasını hem “oryantalist” hem “selefi” hem de “nihilist” diye nitelendirmesi gerekiyor. Sorun sadece bu değil, yazı bütünüyle çelişkiler barındırdığı gibi, örnekleminin genişliği de dikkate alındığında bu araştırmadan hareketle ilahiyat fakülteleri ve öğrencilerini zan altında bırakıyor. Yazının yayımlandığı gazetede birçok yazarın ve bu gazetenin bağlı olduğu ihlaslı cemaatin zaten ilahiyatçılara düşman olduğu ve her önüne gelene bidatçi damgası vurduğu göz önüne alındığında, bu yazının iddiası daha da önem kazanıyor. Şimdi bunu kısaca ele alalım.

Sayın ilahiyatçı akademisyen yazarımız, şunu iyi bilmeli ki, eğer yapılan araştırmada, kendisinin yazının başında verdiği iki temel soru ve buna benzeyen sorulardan hareket etmişse araştırmanın en büyük yanlışı, bu sorulardan kaynaklanmaktadır. Yazarın aktardığına göre, araştırmacılar öğrencilere; "İnandığım dinin öğretileri, Asr-ı saadetten sonra yetim ve sahipsiz kalmıştır.” sorusunu yöneltmiş; öğrencilerin %57'si de buna katıldığını ifade etmiştir. “Dünyada sürekli bir kötüye gidiş vardır ve kıyamet çok yakındır.” sorusuna karşılık da öğrencilerin %76’sı buna katıldıklarını belirtmişlerdir. Yazar da işte bu iki sorudaki istatistikten hareketle ilahiyat öğrencilerinin, “bilerek ya da bilmeyerek” selefi ve oryantalist tezlere yakın durmalarından endişe etmektedir.

Birincisi, sorulan iki soru da karşıdaki bireyde yönlendirme yapmak ve ifadelerde mecaz kullanmak (yetim kaldı gibi) suretiyle, söyletmek istediğini söyleten yönlendirici sorulardır ve bu da anket araştırmalarının güvenirliğini doğrudan zedeleyen bir unsurdur. Dolayısıyla anketlerdeki en önemli sorunlardan biri soru sormaktaki yanlılıktır. Hâlbuki bilimsel bir araştırma; yansız, yüksüz ve yargısız olmak zorundadır. Oysa sorulan bu iki soru da problemlidir ve araştırma sonucu için güvenirlik sorununu barındırmaktadır.

İkincisi, Müslümanlığı Asrısaadet ile sınırlı kılmak ve giderek bozulacağını düşünmek, hemen hemen bütün Müslüman dünyanın ortaklaşa kabul ettiği yanlış bir algıdır ve yazarın zannettiği gibi son zamanlarda çıkmış olmayıp sadece selefiliğe ait bir şey de değildir. Mesela Dört Halife’nin fazilet sıralaması ve bundan sonra sultanlığın geleceğine dair inanç, bunun en basit örneğidir. Söz konusu bu algı, insanın ve toplumların değişime karşı direnmesiyle alakalı psikolojik, sosyolojik ve zaman zaman patolojik bir durum olup bütün insanlığın ortak paydasıdır. Yani her toplumda görülebilir. Bunun arkasında toplumsal ıslah projeleri olduğu gibi, tam tersine, değişime direnme, çekilen sıkıntılara karşı bir sığınma arayışı ihtiyacı da olabilir. Zamanın değiştiğini, gençlerde ahlakın kalmadığını, her şeyin bozulduğunu söyleyen eski Yunan düşünürlerine ya da Kutadgu Bilig yazarının son beyitlerinin içeriklerine bakılırsa bunların sanki bugün yazılmış olduklarını düşünebilirsiniz.

Üçüncüsü, her an kötüye giden bir dünya ve kıyametin yakın olduğu algısının oryantalist iddialarla hiçbir alakası yoktur. Yazar, aslında bu ilgisiz ve haksız tespitiyle ilahiyatçı akademisyenlerin veya bu konuda yazanların oryantalist etkilenmelerine işaret etmek istemekte ve bunun da ilahiyatçı gençleri olumsuz etkilediğini ima etmeye çalışmaktadır. Çünkü ister oryantalistler söylesin isterse Müslüman âlimler söylesin; Müslüman dünya, “Gazali Hazretleri” sonrasında, yani 13. asırdan başlayarak hem onun ve Eşarilerin hem de Nizamiyeler, Moğollar vs. sebebiyle geriledi. Bilhassa bilimsel alanda ciddi bir gerileme oldu. Mesela Fuat Sezgin, bu gerilemenin 13. değil 16. yüzyılda başladığını belirtir. Çünkü Türkistan sahasında bilimsel anlayış 16. yüzyıla kadar zirvede olmuştur. Bu yüzden İstanbul’u fethedecek kadar gücü olan Fatih, teknolojiyi Macarlardan almış, Ali Kuşçu’yu da Türkistan’dan getirmiştir. Tıkanan damarları da, yani felsefe karşıtlığını da “tehafüt” tartışmalarıyla aşma çabasına girmiştir. Sonrasında, Osmanlı döneminde, gerçekte hiçbir zaman mutlak anlamda bir bilim karşıtlığı olmamasına rağmen, bilimsel çalışmalar, bazı istisnaları dışında, giderek zayıflamıştır. Böylece metafizikte iyi olan bir toplum, fizikte gerilemiş ve zamanla metafizik de tasavvufa sığınarak yara almıştır. Bu yüzdendir ki, Osmanlı’da, Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren iç şikâyetler başlamış; Lale Devri’nden itibaren de bu gerileme resmen kabul edilmiş ve yenileşme çabalarına girişilmiştir. Bunu talebelerine anlatan ilahiyatçı akademisyenler, kötümserlik oluşturmak için değil bilakis uyanışı gerçekleştirmek için anlatmaktadırlar. Ayrıca bilim, ideolojik ve mezhepçi gazla değil objektif ölçütlerle yapılmaktadır.

Üçüncü kısma ek olarak biz, yazara, çok önemli bir hususu daha hatırlatmak isteriz. Tıpkı ikinci maddede izah ettiğimiz gibi, burada da, evrensel bir yanlış tutum vardır. Dünyanın giderek kötüye gitmesi ve kıyametin yaklaşması sorunu, bütün dinlerin genel bir sorunudur. Mesela, yakın zamanda, 90’lı yıllarda Hristiyanların önemli bir kısmı kıyametin kopacağını iddia etmişlerdi. Müslümanların çok önemli bir kısmı da Peygamberimizin kıyamet alametleri ile ilgili hadislerini küçük kıyamet, yani kısaca söylemek gerekirse adaleti ve düzeni bozmak şeklinde algılamayıp büyük kıyamet olarak görmüş ve yine büyük kıyametle ilgili olabilecek ayet ve hadislere metaforik bakmayıp “giderek kötüye giden bir dünya” algısıyla bakmışlardır. Bu da Müslümanların çoğunun zihninde kıyamete doğru giderek bozulan bir toplumsal yapının olacağı algısını üretmiş, hatta “kıyametin şifrelerinin çözümü” tarzı Hurufilikler ve patolojik durumlar ortaya çıkmıştır. Öte yandan Hristiyanlıktan etkilenen Müslümanlar, Hz. Âdem’in cennetten kovulmasını bile iyi yorumlayamayıp bu dünyayı sanki mazlum olma, çile çekme ve işlediği günahı affettirme yeri olarak algılamışlardır. Sayın yazarın yazdığı gazete çevresi de dâhil birçok cemaat ve tarikatta bu ve benzeri inançlar haddinden fazladır. Hâlbuki İslam, böyle bir mesaj vermez; tam aksine var olmanın bizatihi mutluluk olduğunu, ahiret hayatının dünya hayatına bağlı olduğunu, ahlakın, teorik açıdan, iman, ibadet ve eylemlerimizi kuşattığına dair bir bütünlük ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de, Vakıa Suresi’nde açıkça “kurtuluşa erme ve erememe” imkânının kıyamete kadar eşit olduğu açık bir şekilde vurgulanır.

Sonuç olarak, yazarın söylediğinin aksine, kimsenin nihilizme gittiği falan yoktur. Gençler, hayat ile din ve ahlak arasında görülen uyumsuzluktan, hayatın kendi problemlerine asla değememesi ve çözüm üretememesinden, buna rağmen Demokles’in kılıcı gibi başlarında tutulan din kılıcından ve sorgulamaksızın kabul edilen bir inançtan rahatsızdırlar. Onların her türlü yanlış veya doğru sorgulamaları; bilhassa ortalığı kaplayan fideist, sözde ehlisünnetçi, tekfirci, tek hakikatçi, kadını toplumdan dışlayan, değişime tamamen kapalı mezhepçileri, tarikatçileri, Hanefi görünümlü selefileri rahatsız etmektedir. Dinî bilgi konusunda yetersiz olan ve çareyi dinde arayan gençlerin bir kısmı (Bunlar arasında ilahiyatçılar çok çok azdır.), kişisel kurtuluşa inanmadıklarından, kurtuluşu cemaat ve tarikatlarda veya başka katı dinî gruplara girmekte görmektedirler. Ayrıca heyecan arama, kişisel bunalım, kesin doğruyu ve kurtuluşu bulduğunu düşündüğü kişi kültüne inanma vb. sebepler de bunda etkilidir. İlginç olan ise, bilhassa çok yüksek puanlarla alım yapan ancak dinî bilgilendirme yönünden yetersiz olan tıp, hukuk veya mühendislik fakültesi öğrencilerinin bu tarz katı yapılanmalara dâhil olup haberdar olma oranı yüksektir. Bu tür sorgulama yapan öğrencilerin bir kısmı ise, kendine mantıklı bir cevap bulamayınca çareyi dinî ritüellerden ve hatta inançlardan kendini tamamen yalıtmakta bulmakta veya tepkiselliğe yönelmektedirler. Eğer piyasada gücü elinde bulunduran, teşkilatlı katı dinî yapılar, arkalarına siyasi erki almış bir hâlde ilahiyatlara saldırmaya ve onlarda öğretilen bilginin yanlış olduğunu propaganda etmeye devam ederse yazarın şikâyet ettiği selefi akımlar işte o zaman başımıza bela olacaktır.