15 Temmuz gecesi, dönemin Başbakanı Sayın Binali Yıldırım, televizyonlarda bir kalkışmayla karşı karşıya olduğumuzu açıkladıktan hemen sonra Yönetim Kurulumuzdan bazı arkadaşlarımla telefonla gerçekleştirdiğimiz kısa bir istişareden sonra bunun bir “darbe girişimi” olduğunu tespit ettik ve buna karşı tavrımızı açıklamamızın tarihî bir görev olduğu konusunda mutabık kaldık. Daha sonra birkaç arkadaşımızla daha istişare ettikten sonra tek cümlelik şu açıklamayı, ağ sayfamızda ve sosyal medya hesaplarımızda yayımladık: “Türk Ocakları Genel Merkezi, Her Türlü Darbe Girişimine Karşı Demokrasinin ve Türk Milletinin Yanındadır.” 16 Temmuz günü ise, daha geniş bir istişare ile “Türk Milletine Karşı Yapılan Hain Darbe Girişimini Tel’in Ediyoruz” başlıklı bir bildiri yayımladık. Bildiride, “ … Bu hain girişimin başarısızlığa uğraması, bir bütün olarak büyük Türk milletinin kararlılığı ve demokrasiye sahip çıkmasıyla mümkün olmuştur.” tespiti yapıldıktan sonra “Bu olay, siyasi partilerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız ve bütün devlet organları tarafından çok iyi ve etraflı bir şekilde masaya yatırılmalı ve bir daha benzer hadiselerin meydana gelmemesi için, millî birliğimiz ve devletimizin bekası açısından gerekli bütün tedbirler alınmalıdır.” demiştik.
Daha sonra gerek şahsen yazdığım müteaddit yazılarda ve Türk Ocakları olarak yaptığımız açıklamalarda şu konuların altını defalarca çizdik:
1. 15 Temmuz’un bize verdiği en büyük ders; şu veya bu görünümle devlete sızmaya, devleti ele geçirmeye yönelik yapıların (adı ister cemaat, tarikat vb. ister şu veya bu grup vb. olsun) güçlenmesine, devlet ve siyaset adamlarının bu tür yapıların arkasında durmasına izin verilmemelidir.
2. Devlet makamlarına ehil ve layık kişiler getirilmeli ve devletin temel dayanağı olan “adalet” ilkesine harfiyen riayet edilmelidir.
3. Darbecilere karşı adaletin yerine getirilmesi sürecinde, kurunun yanında yaşın da yanmasına, at izinin it izine karışmasına müsaade edilmemelidir.
4. “Ergenekon” ve “Balyoz”dan 15 Temmuz’a uzanan süreçte büyük tahribata uğrayan ordu, eğitim, adalet mekanizması gibi kurumsal yapılar başta olmak üzere devletin yeniden yapılanmasında “istişare”, “ortak akıl”, “hukuk devleti” ilkeleri etrafında azami mutabakatın sağlanmasına özen gösterilmelidir.
Süreç içerisinde, maalesef bizim ve toplumun ezici çoğunluğunun arzuladığı, mümkün olan en geniş mutabakatla hareket etme yöntemi tercih edilmedi; kısa sürede, siyasi alanda yine kutuplaştık. Bu arada, toplumumuzun siyaset kadar keskin bir kutuplaşma içinde olmadığını da memnuniyetle belirtmek gerekir; geçişkenlik hâlâ yüksektir. Toplumun merkezinde, farklı ittifak ve iş birliklerine oy veren geniş bir kesim oturmaktadır. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve mahallî seçimlerde ortaya çıkan tablo, bunun göstergesidir.
Bir yıl kadar önce yazdığımız bir yazıda (“Musibet, Nasihat ve Ders”, Türk Yurdu, Ağustos 2019), son 20-30 yıldır yaşadıklarımızın ve 15 Temmuz musibetinin muhasebesini henüz layıkıyla yapamadığımızı belirtip şu tespitte bulunmuştuk:
“Ergenekon, Balyoz süreçleri, devletin harim-i ismetine (Kozmik Odaya) girilmesi, 2010’dan sonra hukuk sistemimizin ağır bir yara alması, 15 Temmuz sonrası ordu başta olmak üzere devlet yapımızda yaşananlar, toplumda güven duygusunun zedelenmesi, eğitim ve din alanlarındaki büyük tahribat vb. öyle birkaç yılda kolaylıkla üstesinden gelinebilecek hususlar değildir.”
Bu kısa hatırlatmayı şunun için yapıyoruz: Bugün de, bazı farklı konular etrafında da olsa, bize esasta değişen bir şey yok gibi görünüyor; yani tarih tekerrür ediyor gibi geliyor. Gerçekte ise tarih tekerrür etmez, çünkü hadiseler farklı şartlarda farklı aktörler ve etkilerle gelişmektedir. Elbette benzerlikler ve hatta bazı tekrarlar da olabilir ama bütüncül bir bakış açısıyla baktığımızda, hiçbir şeyin aynen tekrar etmediği açıktır. Bazen ideolojik farklardan dolayı farklı kesimler, birbirlerinin dediklerine yeterince dikkat etmiyorlar; muarız olarak gördüklerimizin haksız yanlarına gösterdiğimiz tepkiler yüzünden bazı haklı eleştirilerini yeterince kale almayabiliyoruz. Ancak, devleti yönetenlerin böyle konularda mazereti olamaz. 17-25 Aralık’tan sonra şimdiki Cumhurbaşkanımız, o zamanki adıyla “Paralel Yapı”ya karşı mücadele ederken orduda, yapılan uyarılara rağmen, bu yapının varlığı gözden kaçıyordu. Bu da bize şunu açıkça gösteriyor: Bizimle farklı hatta bize çok ters düşünen kişi ve kesimleri de dikkatle takip etmek, yazıp çizdikleri doğru mudur eğri midir diye tahkik etmek zorundayız. 28 Şubat’tan 15 Temmuz’a uzanan süreçte Türkiye, maalesef farklı kesimlerin farklı konularda, devekuşu gibi başlarını kuma gömdükleri bir ülke oldu. 15 Temmuz’un verdiği ağır derse rağmen aynı tavır maalesef bugün de hâkim.
***
Türkiye için hayati önem taşıyan sistem değişikliği söz konusu olduğunda da getirilmek istenen yeni sistemin tarihî tecrübemize uymadığı, denge ve denetleme mekanizmaları kurulmazsa istenen sonuçların alınamayacağını ifade etmiştik (03.03.2017):
“Ülke yönetiminin tek kişinin eline verilmesiyle yani Başbakan başkanlığında bir Bakanlar Kurulu yerine her şeyin Cumhurbaşkanı tarafından yönetildiği bir sisteme geçmekle terörün nasıl bitirileceği anlaşılamıyor. Bu yaklaşım, çokça eleştirilen kadim zihniyetimizin, bürokratik düşünce geleneğinin bir tezahürüdür. Bütün sosyal meseleleri idari basamağa indirgeyip hukuki ve idari düzenlemelerle halledebileceğimizi zannediyoruz.”
Ardından, denge ve denetleme açısından o dönemde siyasi partiler ve seçim mevzuatında yapılacağı vaat edilen bazı değişikliklerin kısmen yararlı olacağına işaret etmiştik:
“… Seçim barajının kaldırılması ve ön seçimin getirilmesi hâlinde, Meclis’in temsil gücünün artacağı kanaatindeyiz. Tek kişinin yürütmeyi belirlediği bir sistemde, ancak güçlü ve millî iradeyi layıkıyla temsil eden bir Meclis sayesinde, bir ölçüde denge mekanizmaları kurulabilir.”
Ne yazık ki buradaki temenniler, aradan geçen üç yılda gerçekleşmedi. Gerçekleşmediği gibi kamuoyunda, kuvvetli bir şekilde de tartışılmıyor. Sert kuvvetler ayrılığı getireceği iddia edilen yeni sistemin âdeta kuvvetler birliği şeklinde ortaya çıktığına, hep birlikte şahit olduk. Konuya vâkıf uzmanlar, tek kişilik hükûmet formülünün sakıncalarına işaret ediyordu. Sadece Cumhurbaşkanına karşı sorumlu bir bakanlık uygulamasının demokratik hukuk devleti tecrübemizde olmadığı herkesin malumu idi. Siyasi sorumluluğu olmayan, Meclis’e karşı hesap verme yükümlülüğü bulunmayan bakanlardan oluşan bir kabine ortaya çıktı. Müsteşarlığın kaldırılmasıyla birlikte, çoğu siyasi geçmişe sahip kişilerin getirildiği bakan yardımcılığı uygulaması, bakanlıkların işleyişinde sıkıntılar meydana getirdi. Tabii uygulamanın zaman içerisinde yerleşeceği iddia edilebilir, ama Cumhurbaşkanı’nın sadece partili değil aynı zamanda parti genel başkanı olması, tartışılan bir başka husus olmuştur. Tek kişiye, hem yürütmede hem de siyasette bu kadar ağır bir yük yüklenmesi, devletin neredeyse bütün işleyişinin Cumhurbaşkanlığı uhdesine bırakılması, zamanında iddia edildiği gibi hızlı karar alma neticesi vermekten ziyade aksamalara ve gecikmelere sebebiyet verdiği ileri sürülmektedir. Cumhurbaşkanlığındaki ofis ve kurulların tam olarak hangi işlevi yararlı olarak gördüğü de sorgulanabilir bir keyfiyettir. Devlet hiyerarşisi içinde yetişen ve hazmederek belirli makamlara gelenlerin yerine, siyasi saiklerle (seçilememiş vekillere yeni görevler bulma gibi) oluşturulan bu yapıların esaslı bir şekilde gözden geçirilmesi gereklidir. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay başkanlığında böyle bir çalışmanın yapıldığı, basında yer almış olmakla birlikte kanaatimizce bu öz değerlendirmenin yanında, bir “dış değerlendirme” kuruluşu tarafından da bir çalışma yapılması daha sağlıklı sonuçlar verecektir.
Vesayet düzeninin kaldırılacağı iddiasıyla 2000’li yıllarda gücünü giderek arttıran ve ordudaki bazı darbe heveslilerinin kabul edilemez beyan ve hareketlerini de kullanarak kamuoyunu etkileyen, o zamanki adıyla “Cemaat”, hukuk alanındaki bir takım düzenlemelerle, daha sonra iktidar partisi tarafından “millî orduya kumpas” olarak tanımlanan büyük ihanete imza attı. Bu ülkede Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir şahıs, Sayın İlker Başbuğ, terör örgütü yönetmekten mahkûm edildiğinde, dönemin Başbakanı olan Sayın Cumhurbaşkanımız buna itiraz ettiyse de fiilen hiçbir şey yapılamadı. Bir takım çevreler, bu alçaklıkları demokrasinin gelişmesi ve vesayetin kalkması olarak alkışlıyordu. Türk Milleti’nin bunları unutmaması lazım. Evet, Türkiye 28 Şubat Süreci’nde muhafazakâr, mütedeyyin insanlara yönelik bir cadı avı da yaşadı. MGK Toplantısı çıkışında terden sırılsıklam olan Başbakan Erbakan fotoğrafı, dönemi yaşayanların hafızasında capcanlı duruyor. Bir generalin, Başbakan’a alenen hakaret etmesi de hatırlarımızda. Bugünden bakıldığında bütün bunların, kendileri farkında olmasa da gerçekten katı laikçi-Kemalist askerî ve sivil cenahın dindarlara karşı, bu aşırı tepkilerini kullanan bir odak tarafından yönlendirildiğini düşünmek için çok sebebimiz var.
Burada uzun uzadıya o dönemleri hatırlatacak değiliz, ama yeni nesillerin Türkiye’nin yakın geçmişini çok iyi öğrenmeleri şart. Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu aklımızdan asla çıkarmamalıyız. Büyük çoğunluğu iyi niyetle, altın nesil yetiştirmek, millete hizmet etmek gibi duygularla devşirilen insanlarımız, maalesef milletlerarası bir ihanet şebekesinin aleti durumuna düşürüldüler. İstihbarat örgütleri başta olmak üzere çeşitli gizli-açık teşekküllerin, bizim zaaflarımızdan da yararlanarak Türkiye’yi yıllardır içine dönük bir ülke olarak tuttuklarını anladık. Ancak hâlâ bunu idrak edemeyenler var. Mesela muhalefetin önemli bir kısmı haklı olarak yeni sistemin uygulamalarını eleştiriyor. Fakat Türkiye’nin hukuk, eğitim, ekonomi vb. alanlarda yaşadığı sıkıntıları eleştirmek ne kadar olağan ise dış siyasette yapılan doğruları eleştirmek o derecede hatalıdır. “Bizim Suriye’de ne işimiz var? Bizim Libya’da ne işimiz var?” gibi soruların aklı başında, Türkiye’nin millî çıkarları konusunda hassas siyasetçi ve aydınlar tarafından sarf edilmesi mümkün değildir. Ne iktidarımız ne de muhalefetimiz vaz geçiyor. Suriye politikasının başlangıcında yapılan bir takım hataları, 4 milyon sığınmacının ülkeye gelmesinin yol açtığı sorunları biz de eleştirdik. Ancak özellikle 2015 yazından itibaren PKK’ya, 15 Temmuz’dan sonra da YPG/PYD’ye karşı yürütülen mücadele, Türkiye’nin bekası açısından son derecede elzem idi. Aynı şekilde, Doğu Akdeniz’de bizi âdeta hapsetmek için kurulan kumpasa karşı meşru Libya Hükûmeti ile 27 Kasım 2019’da imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması”na ilişkin anlaşma ile aynı zamanda imzalanan “Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası” son derecede isabetli olmuştur. O zamandan bugüne kadar Libya’da sürdürdüğümüz mücadele karşısında Afrika’daki sömürgeci politikasını devam ettirmeye azimli olan Fransa’nın bizi suçlamaya kalkışması ise, yavuz hırsızın ev sahibini bastırmasının bir başka örneği olmuştur.
Demek istediğimiz şu: Meselemiz şu veya bu partinin ya da kişinin her yaptığını doğrulamak ya da her yaptığına muhalefet etmek olmamalıdır. Elbette, hepimiz bilgimiz ve idrakimize göre olayları tartışıyoruz. Sosyal hadiselerde her zaman iki kere iki dört etmez. Ancak istişareyi ve müzakereyi ne kadar geniş tutarsak doğrularda buluşma şansımız o kadar yükselir. Demokrasi içinde farklı fikir ve yaklaşımlara müsamaha göstermek, tenkidî düşünceyi, “müsademe-i efkâr”ı olgunlukla karşılamak hepimizin yararınadır. 15 Temmuz’dan alacağımız en önemli derslerden biri, hazzetmediğimiz veya bizden çok farklı düşünen kesimlerin söylediklerini ve yaptıklarını toptancı bir yaklaşımla değil, tenkidî bir bakışla değerlendirebilmektir. Bunu yapabilseydik, mesela Meclis kürsüsünden iktidarı açıkça uyaran Kamer Genç’e “Acaba!” diyerek kulak verseydik veya Deniz Baykal’a ve MHP milletvekillerine yönelik komplolara kısa vadeli siyasi çıkarlar açısından bakmak yerine, neyin amaçlandığını tefekkür ve tezekkür ederek bakabilseydik ya da 17-25 Aralık sürecinde muhalefet, ortada bazı yolsuzluklar olmakla birlikte, aslında hadisenin, bunlar kullanılmak suretiyle siyaseti tanzim etmeye yönelik derin bir operasyon olduğu konusunda daha duyarlı davranabilseydi olaylar başka türlü gelişebilirdi. Tabii ki tarihte olanlar hakkında şöyle olsaydı, böyle olurdu demenin çok fazla bir değeri yok. Ancak bunları bu şekilde tartışmanın gelecek açısından bize sağlayacağı çok önemli yararlar olabilir. Bugün de maalesef bazı televizyon tartışmaları, “sağırlar diyaloğu” şeklinde yapılmaktadır. Siyasi veya başka türlü çıkarları için sadece “söylenmesi gerekeni söyleyenler” ile Türkiye’nin varacağı yer aynı çıkmazlardır. Türkiye’nin hasbi, dürüst, entelektüel namus sahibi aydınlara, siyasetçilere ve basın yayın mensuplarına ihtiyacı var. Bunların sesi laf cambazlarından, gücünü makamından alanlardan daha fazla çıkmadığı sürece, maalesef gidişatı düzeltme imkânı yoktur.
Türkiye’yi derinden etkileyen bu gibi hadiselerin bir daha vuku bulmaması için demokratik hukuk devletinin kuralları çerçevesinde, bu tür örgütlenmelerle etkili bir şekilde mücadele edilmesi, devlet yönetimince liyakat, adalet, şeffaflık gibi ilkelere riayet edilmesi ve fikri, vicdanı, irfanı hür nesiller yetiştirmeyi esas alan bir eğitim sisteminin kökleşmesi gerekmektedir. Devlet görevlilerinin, şu veya bu cemaat, grup ve tarikatın talimatlarına göre değil; devlet çarkının içinde hareket etmesi, devletimizi yönetenlerin bundan sonraki süreçler için asla göz ardı etmemeleri gereken bir durumdur.
Üniter yapıda millî bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyamete dek payidar olması için demokratik hukuk devleti çerçevesinde, adalet, liyakat ve istişareyi referans alan bir anlayışla çalışmamız, çok çalışmamız ve her daim uyanık olmamız gerektiğinin altını bir kez daha çiziyorum. Bu vesile ile sıradan bir darbe teşebbüsü olmanın ötesinde, Türkiye’yi işgal etmek ve boyunduruk altına almak için tasarlanan 15 Temmuz’un yıldönümünde bütün şehitlerimizi rahmetle anıyorum.